Taraf - Sibel Oral
Bu ülkenin tarihinin, Diyarbakır Cezaevi’ni cehenneme çevirenlerden alacağı var ve Orhan Miroğlu’nun da söyleyecek çok şeyi. Biz de Miroğlu ile ölümden kalıma geçen o ince çizgiyi konuştuk.
Diyarbakır Cezaevi... Bir hafıza ya da Orhan Miroğlu’nun deyişiyle “hınç” ve “öfke”nin mekânı... İşkencelerle delirenlerin, ölenlerin, direnenlerin, anne babalarına mektuplarla “Ben iyiyim” diye yazanların, açlıkla terbiye edilenlerin mekânı... Utanmayanların, yüzleşmeyenlerin mekânı biraz da... Ama en çok da zalimlerin cehennemi ve bizim belleksiz toplumumuzun korkunç yüzü Diyarbakır Cezaevi... Kirli bir pas tadı ve çıkmayan kan lekesiyle beraber, yüksek, rutubetli duvarların ardından yükselen çığlıkları duymayanların korkulu rüyası... Ve direniş... İnsan ölümle bu kadar yüzyüzeyken, bu kadar çaresizken “Direnmek evet, ama nasıl” diye sormadan edemiyoruz... Orhan Miroğlu Ölümden Kalıma- Diyarbakır Cezaevi ’nden Mektuplar kitabında “Yazmak bu çürümeye hiç olmaya karşı bir direniş biçimiydi belki...” diyor. Haklı... Acıyor, sızlıyor içeride bir yer... Kimbilir daha neler neler yaşandı, yazıl(a)mayan, söylen(e)meyen... Şu açık: Bu ülkenin tarihinin Diyarbakır Cezaevi’ni cehenneme çevirenlerden alacağı ve Orhan Miroğlu’nun da söyleyecek çok şeyi var... Biz de Orhan Miroğlu’yla ölümden kalım arasında yaşananları konuştuk.
Mektuplara sanıyorum 1980 Askerî darbesinden yaklaşık 3 yıl sonra izin verildi. Bu izin çıkmadan önceki sürecin de çok sancılı olduğunu hem sizden hem de diğer mahkûmlardan biliyoruz. Diyarbakır Cezaevi’nin o zamanki durumundan kısaca bahsedebilir misiniz?
5 Eylül 1983’te bu cezaevinin işkence ve zulme dayanan sistemi çöktü. 1980, ama özellikle 81 ve 82 yıllarında ise bu cezaevi insanlığa karşı işlenen suçların mekânıydı. Resmî kayıtlara göre 34 kişi hayatını kaybetti. Ama bu sayı aslında çok daha fazla. Bu cezaevi hakkında devletin arşivlerinde tutulan belge ve kayıtları henüz bilmiyoruz. Mağdurların anlatımları var ama zulüm mekanizmasında yer alanların itirafları, beyanları ve anlatımları henüz yok. Deliren, ölümcül hastalıklara yakalanan insanlar vardı ve bu insanlar farklı koğuşlarda tutulmaya başlanmıştı. İşkence, arada bir başvurulan bir şey değil, sürekli yapılan bir uygulamaydı. Kâğıt ve kalem yasaktı. Kitaplar da öyle. Gazeteler alınıyordu, ama okunması yasaktı, sayfaları bile açılmadan gardiyana teslim ediliyordu. Açlıkla terbiye ediliyorlardı mahkûmlar. 70 kişilik koğuşa bazen üç-beş ekmek veriliyordu. Gece gündüz askerî eğitim yapılıyordu, o kadar ki yürümeyi bile unutmuştuk ve bu eğitimle beraber 60’a yakın marş ezberletilmişti.
Geçen yıl sizinle yaptığımız söyleşide Diyarbakır Cezaevi’ni “Etnik hınç ve öfkenin mekânı” olarak tanımlamıştınız. Biliyorsunuz şimdilerde müze olması sözkonusu...
Müze olmayı fazlasıyla hak eden bir hafıza mekânıdır Diyarbakır Cezaevi. Zaman zaman yıkılması gündeme geliyor. Ama bu vahim bir hata olur. Bu cezaevi hakkında alınacak kararların, mağdurlar ve sivil toplumla müzakere edilmeden alınması haksızlıktır. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Diyarbakır konuşmasında yıkılacağını söyleyince üzüldüm. Ama daha sonra bu kararın gözden geçirilebileceğini ifade etti. Meclis bir komisyon kurmalı ve buranın müze haline getirilmesi için hazırlıklara girişilmeli. Buna kimsenin itiraz edeceğini sanmıyorum.
“Yazmak; bu çürümeye, hiç olmaya karşı bir direniş biçimiydi belki...” Açıkçası bu çok etkileyici bir cümle, tutsaklığınız dolayısıyla dışarının sizinle tek bağının yazmak olması mektupları bu kadar önemli hale getiriyordu değil mi?
Evet, yazının dışında, dışarıdakilerle bir iletişim imkânı yoktu. Görüş süresi birkaç dakikayı geçmiyordu. Mektuplar dışarıda sizi umutla bekleyen sevdiklerinize kendinizi hissettirmenin ve insanî manada var olmanın ispatı gibiydi. Ranzaya uzanıp dışarıda sizi umutla ve merakla bekleyenlere, içlerini ferahlatacak en güzel cümleleri yazabilmek için saatlerce düşünmenin tadı hiçbir şeyde yok. O anda, yazdıklarınızın dışarıdakilere umut ve direnç verebileceğini düşünürsünüz. Çünkü analar, babalar, eşler, çocuklar, dışarıda; bizler içeride zor zamanlardan geçiyorduk. Ve mektuplara yazılan her kelime, bu zor zamanlara dayanma gücü veriyordu.
Yüzleşme ya da tanıklık edebiyatı bundan birkaç yıl önce pek fazla ilgi görmüyordu Türkiye’de... Son yıllarda bence biraz da sizin etkinizle konuşuluyor, ilgi görüyor gibi...
Tanıklık edebiyatı ve yüzleşme konuları son birkaç yılda hayatımıza giren konular. Ermeni sorunu, Süryanilerin Seyfo’su, askerî darbeler, Dersim ve 12 Eylül gibi yüzleşme konuları tartışılıyor ve toplum bu tartışmalar üzerinden yeni bir tarih bilinciyle buluşuyor. Bu tartışmalar olağanüstü önemli. Ama yine de daha yolun başında sayılırız. Bu konuda yazılmış ve tanıklık edebiyatı olarak adlandırabileceğimiz metinlerin, geniş yığınlara ulaştığını söylemek çok zor. Başlangıç için belki iyi şeyler oluyor, ama çok yeterli değil. Bir merak olduğu muhakkak. Bu merakı doyuracak nitelikli çalışmalara ihtiyaç var. Kolay olmayacak bu da. Henüz Diyarbakır Cezaevi’ni anlatan bir sinema filmimiz bile yok. Hikâyesi yok, romanı yok. Ama tam da zamanı ve belki de edebiyat ve sanat ürünleri bakımından birkaç yıl içinde, ciddi bir patlama yaşayabiliriz diye düşünüyorum. Büyük oranda normalleşmeye ve demokratikleşmeye bağlı bir çok şey. Hep söylerim, mağdurların anlatımı var, ama zalimler hâlâ karanlıklarda..
Mektuplara bakıldığında sürekli olarak bahsettiğiniz tek şey yaşam sevgisi. Bu kadar ağır koşullara rağmen gerçekten yaşama sevincinizi kaybetmediniz mi, yoksa aileyi mutlu etmek adına söylenen pembe bir yalan mıydı tüm bunlar?
Yok hayır pembe bir yalan değildi kesinlikle. Ağır koşullar ne olursa olsun, umut yaşamaya devam ediyor. Üstelik daha güçlü olarak. Umut olmasa, özgürlüğe inanç olmasa akıl sağlığını yitirebilir insan. Otuzunda bile değildim tutuklandığımda. Daha beni dışarıda bekleyen yaşanmamış bir hayatın farkındaydım hep. Cezaevinde mahkûmlar biraz da aldıkları cezalara göre düşünülür. İki sınıfa ayrılırlar. Bir gün dışarı çıkma ihtimali olanlar ve idam veya müebbet cezası nedeniyle bu ihtimalin az çok dışında kalanlar. Ben 15 yıl ceza almıştım. İdam cezası henüz kalkmamıştı o tarihte ve koğuş arkadaşlarımın önemli bir bölümü idam mahkûmuydu. Hayata bakışımızda farklılıklar olsa da, bir gün özgür kalacağımıza dair duyduğumuz inanç arasında hiçbir fark yoktu. Umutlu insanlardı arkadaşlarım. Ve sanki yarın bir haber gelecek, tahliye olacaklar gibi de içleri kıpır kıpırdı. Bir mahpus için sigara iyi bir dosttur içeride. İdare, sigara bile içmeyi eziyete dönüştürdüğü ve bize karşı silah olarak kullandığı için, toplu karar alıp sigarayı bıraktığımızı hatırlıyorum. Çoğu idam ve müebbet mahkûmu olanlar sigara içmediler bu karara uyup. Yani koşullar ağırlaştıkça, sizi çürütmek isteyenlere inat, yaşama sevincine daha fazla sarılıyorsunuz .
Annenize ve babanıza karşı olan sevginizin boyutları gerçekten etkileyici. Mektuplarda başlangıçta hislerinize gitgide mahcubiyet ekleniyor, onlar için bir şey yapamıyor oluşunuzun acısını duyuyoruz. Bir mahkûm için bu nasıl bir duygu?
Bir mahkûm eğer özellikle gençlik yıllarında yaşıyorsa bu mahkûmiyeti, annesi ve babası için dışarıda düşündüğü her şeyi, içerde de düşünmeye devam eder. Onları mutlu etmek ve üzmemek.
Oysa ben bunu başaramamış biriydim. Siyasî tercihlerim yüzünden bayağı üzmüştüm onları. Tutuklanmam ve böyle namlı bir cezaevine düşmem ise daha beter bir durum olmuştu. Yalnız kaldıklarını biliyordum. Ellerim kollarım bağlıydı tabii, onların acısını, üzüntüsünü hafifletecek bir şey yapmak fiili olarak imkânsızdı belki. Ama ben yasak kalktıktan sonra kelimelere ve onları mutlu etmeye yarayacak mektuplara sığındım. Bunun çok etkili olduğunu biliyordum. Yazdığım 150 civarında mektubu, zaman zaman eve gelen ve okuma yazma bilen herkese okutmuştu annem..
Biraz da içerideki atmosferi anlamak adına soruyorum bu soruyu; babanıza sıklıkla kitap siparişleriniz oluyor. Siparişlerinizi takip ettiğimizde hepsinin fazlaca nitelikli yayınlar olduğunu görüyoruz. Sadece siz mi yoksa diğer mahkûmlar da bu kitaplardan yararlanıyorlar mıydı?
Kuramsal olanlardan değil, ama roman ve hikâye türü kitaplardan tabii ki koğuş arkadaşlarım da yararlanıyordu. Daha ilk yılda, küçük bir kitaplığımız olmuştu. Bir kitap eğer beğenilmişse bütün koğuş okuyordu. Yani kırk-elli defa hatta daha fazla okunan kitaplar da oluyordu..
Kitaptaki mektuplarda avukatınıza karşı bir sitem var özellikle savunmanızı oluştururken yazdıklarınızda. Nedir bu sitemin sebebi?
Davayı, gerektiği gibi ve hak ettiği kadar izlemedi, tembellik yaptı biraz. Galiba ne yapılırsa yapılsın sonucun değişmeyeceğine inanmıştı. Belki de haklıydı bilemiyorum. Ama içeride siz her şeyin eksiksiz yapılmasını istiyor ve arzu ediyorsunuz tabii. Sonra yanlış tahminlerde bulundu ve bu tahminleri, daha sonra annemi bayağı üzdü..
Biraz da diğer kitaplarınızdan ve politikadan bahsedelim; Her Şey Bitti Ana’ya Söyleyin kitabınız normal şartlar altında okuyucunun sinirlerini hırpalayan ve yer yer okunması neredeyse imkânsızlaşan bir kitap. Bu kitabı yazmanın önemi bir yana, o sürecin yıpratıcılığını biraz anlatabilir misiniz?
1988’de tahliye olduğumda savaş sürüyordu, hem de tüm şiddetiyle. Dağa çıkan Kürt gençlerinin zaman zaman anlatılan hikâyeleri basında filan yer almıyordu, ama halk arasında anlatılıyordu tabii. Her şeyin tabu olduğu yıllar. Dağa çıkanın bütün ailesinin “terörist” sayıldığı, medyanın eksiksiz bir biçimde savaş kışkırtıcılığı yaptığı dönemler. Savaş en çok kadınları ve dolayısıyla anneleri vuruyordu. Büyük bir yas ve acı söz konusuydu keşfedilmesi ve paylaşılması gereken. Analarla söyleşi fikri böyle doğdu. Ama analarla oturup bu acıları konuşmak hiç kolay olmadı. Kürtçe biliyor olmam önemli bir avantajdı belki.
Ortak dil; bir sıcaklık, bir yakınlık yaratıyordu kendiliğinden. Oturup saatlerce konuşuyorduk ve bazen hikâyenin bir yerinde durup beraberce ağlıyorduk. Hikâyeleri ham halinden çıkarmak için çalıştığım zamanlarda da bana anlatılanlardan çok etkilendim. Hikâyeleri yeniden düzenlediğimde, evde bazen çocuklarla beraber ağladığımız zamanlar çok oldu.
Ape Musa’nın öldürüldüğü gün yanındaydınız ve yaralandınız hatta sizin de öldürüldüğünüz düşünüldü. Dijwar kitabı da bu olayın ardından yazıldı ve kitap sizi kurşunlayan itirafçının adını aldı. Tüm bunlara rağmen yakın zamanda bir konuşmanızda o itirafçı için çok üzüldüğünüzü, artık kimliksiz biri haline geldiğini ve yaşayan bir ölü olduğunu vurguladınız. Bu kadar iyi yürekli ve bağışlayıcı olabildiğinizi mektuplarda da görüyoruz. Sanıyorum bunun çocukluktan beri yetiştirilme şeklinizle bir ilişkisi var?
Belki... Ama asıl sebep, hümanist düşünceye gençlik yıllarından beri kendimi yakın hissetmem. Gençlik yıllarımda sosyalist fikirlerden hoşlanan biriydim. Sosyalizm benim için bir çeşit hümanizmdi. Sosyalist felsefe okumaları hep klasik edebiyat okumalarıyla beraber gitti o yıllarda. İnsanlığın ortak değerlerine ulaşmamda klasik edebiyatın olağanüstü faydaları oldu.
Klasik edebiyat, insanın içindeki yıkıcılığı besleyen ve harekete geçiren şeyin, aslında siyasal ve toplumsal şartların içinde oluştuğunu anlatıyordu. Kötülüğün yaratıldığı bataklık...
Dijwar kod adlı zavallıdan geleni de dahil, karşılaştığım kötülükleri anlama çabası belki, beni kinden, kısasa kısas bir nefretten uzak tuttu diyebilirim.. Dijwar samimi bir itirafçıydı. Onunla ilgili daha sonraları çok şey öğrendim. PKK’ye katıldığı zamanda da bir kimliği yoktu Dıjwar’ın, bir kimliksiz olarak mezrada yaşadığı söyleniyordu. Cinayeti işledikten sonra, kimliği yeniden değişmişti belki de. Kimliksiz, sadece kod adıyla yaşayabilen bir insan. Diyarbakır Cezaevi’ndeki mekanizma böyle yüzlercesini üretti. Bu mekanizmayı yaratanları bağışlayamam, buna hakkım olmadığını düşünürüm. Ama zavallı bir tetikçiyi toplumun vicdanına teslim edebilirim belki..
Aktif siyaseti bırakmış olsanız da, halen Kürt siyaseti içinde okunan ve sözü geçen bir aydın olarak özerkliğin dahi konuşulabildiği şu günlerde, Kürt siyasetinin gelmiş olduğu noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Fazla değişmedi ve geçmiş siyasi pratikleriyle yüzleşmeyi öğrenemedi Kürt siyaseti.
Talepleri, siyasî gücü ve etkinliği, Kürt toplumundaki saygınlığı, bu konularda birçok şey söylenebilir. Ama benim Kürt siyaseti konusunda, bugünün şartlarında en önemli bulduğum şey değişmeyi gündemine almasıdır. Şiddet pratiğini sorgulamadan bu değişimin yaşanabileceğine ihtimal vermiyorum. Bu bakımdan, PKK ve yasal Kürt siyaseti arasındaki siyasî hukuku, siyasî aktörler konuşmada epey geç kaldı diye düşünüyorum. Kürtlerle ve Türklerle yeni bir hukuku konuşmak, ya da yeni bir toplumsal sözleşme demek, Kürt siyasetinde daha fazla sivilleşme ve değişimin içselleştirilmesi demek. Kürtler’in ‘geri kalanına‘ ve Türk toplumuna güven vermenin yolu buradan geçiyor. Aslında siyasî manada büyümenin imkânları da bu iç muhasebenin sonuçlarına bağlı.