Alper Kırklar
2002 yılıydı, Fatih Altaylı’nın Nisan ayında yayımladığı bir dizi yazı sonucu Bilgi Üniversitesi’nde hem başörtülü öğrencilerin başörtüsü ile okula girmelerinin önü kesilmiş hem de Üniversite’nin medya eleştirisi ve iletişim alanında yayın yapan organı Medyakronik adlı internet sitesi kapatılmıştı. O sıralar Fatih Altaylı Bilgi Üniversitesi’ndeki hoca tayfasını “eski Marksistler” ve “yeni İslamcılar” olarak taksim etmişti (http://webarsiv.hurriyet.com.tr/2002/04/13/112208.asp). Altaylı bunlara ek olarak, Bilgi Üniversitesi’nde burs kurulunun burs verdiği öğrencilerin çoğunluğunun “Fetullahçı” (söylem ve vurgu kendisine ait) olduğunu yazıyordu. Ben o sıralar araştırma görevlisiydim ve tahmin edileceği gibi Fatih Altaylı’nın yazısını takiben başörtülü öğrencilerin ve Medyakronik’in başına gelenler ziyadesiyle tadımızı kaçırmıştı. Sonraki hafta, bu gelişmeleri detaylı olarak akademik kadroya anlatmak üzere fakülte bazlı toplantılar yapıldı. Toplantıda olan biten anlatılırken iki hoca arasında tartışma hararetlendi, sesler yükseldi, ortam gerildi ve şükür hakaret noktasına varmadan dekan tarafından yatıştırıldı. Toplantının amacı güncel gelişmeleri değerlendirmekti ama bu iki kişi arasındaki tartışma güncel değildi. Her ikisi de 20-25 yıl öncesinin muhasebesi üzerinden, kim bilir ne kadar zamandır heybelerinin en kuytu köşesinde taşıdıkları, besledikleri, büyüttükleri önyargıları ve hınçları ile konuşuyorlardı. Tahmin edileceği gibi o tartışmadan yapıcı bir şey çıkmadı. Toplantı sonucu bir grup asistan olarak bu durumu kınayan ve başörtülü öğrencilerin eğitim özgürlüğünün kısıtlanamayacağını belirten bir metin kaleme alıp imzaya açtık. İmzaların sonucunda çok fazla değişen bir şey olmadı ve bazılarımız okul dışında bulunan kahveler ve büfelerde okula ancak başörtülerini çıkararak veya üzerine peruk takarak girmelerine izin verilen öğrencilerle ders yapma çaresine başvurdu.
Yakın geçmişe ait bu anekdotun Gezi Parkı direnişi ve bu direniş karşısında afallamış ve her şeyi yüzüne gözüne bulaştırmış asık suratlı, bıyıklı, mokasen ayakkabılı ve lacivert ceketli Türkiye siyaseti (yani sosyalbürokratlar, liberalbürokratlar ve muhafazakarbürokratlar) ile yakından alakalı. Bu yazıyı yazarken 21. gününü tamamlayan Gezi parkı direnişinin; durumu anlamak yerine adeta genetik olarak nesilden nesile sirayet eden bir mekaniklikle cevap veren, idrak etmeden tahlil etme cüretini gösteren ezberciliğin en net biçimde zuhur eden alan olduğunu görüyoruz. İşte bu anlayış (yani ezberden analiz etme ve sürekli bir “onlar” kavramı üzerinden kendi duruşunu anlamlı kılma çabası) kampanyalar tarihi olarak modern Türkiye tarihinin temelini teşkil ediyor.
Şerif Mardin Osmanlı’dan Türkiye’ye geçişi bir kopuştan ziyade değişim/dönüşüm şeklinde ele alır (Keyman, 2001, 13). Mardin’e göre Osmanlı’daki devletin ve yönetici sınıfın gerek ekonomide gerekse toplumsal düzeyde neredeyse sınırsız nüfuza sahip olması; temelde devlet otoritesini toplumun hayati noktalarının üstünde tutma ve otoriteye denk düşen bir tür yücelik imgesi yaratma amacı taşıyordu. Merkez ve çevre arasındaki çatışma cumhuriyet döneminde de devam etti, kırılma ise “ulus-devlet” ekseninde yaşandı. Bu anlayışta varsayım şuydu: Modernite çevreyi modern benliğe dönüştürecekti. Ancak bu dönüşüm projesini gerçekleştirirken çevrenin kültürel biçimlerini ve sembolik kimlik kurgularını tanımak yerine, onların varlığını reddediyordu. Sonuç ise “halk plajlara hücum edince, vatandaş denize giremedi[1]” şeklinde vuku buldu. Modern Türkiye fikrinin bir diğer yanılsaması ise dini salt kişi düzeyinde ele alıp bunun toplumsal işlevlerini göz ardı etmiş olmasıydı. Oysa din, çevre nazarında hem bir sembolik güç hem de bir kimlik kurgusu anlamı taşımaktaydı. Weber, “sınıf”ı Pazar şansına göre kümeleşen bir grup olarak ifade eder. Fakat bunun yanında siyasi güce sahip olmanın kümeleştirdiği başka gruplar da vardır. Bu grupların küme esası ise “statüdür (Mardin, 2005, 123). Osmanlı’daki statü merkezli toplumsal sınıf anlayışı devlete yakınlık ve devlete hizmet ile ilgiliydi. Bu ikilik hem çevrenin hem de merkezin kendilik algılarını oluştururken ve kurarken sürekli olarak bir karşı taraf üzerinden veya karşı tarafa göre kendilerini konumlandırma sorununu ortaya çıkardı. Her sorunun temelinde, daha sorunun ne olduğunu anlamadan ezberlenmiş cümlelerle, argümanlarla “onlar da böyle yapmıştı”, “onlar önce kendi tarihlerinin hesaplarını versinler” indirgemeciliğine gidildi. Bu dil öyle bir hal aldı ki; artık mesele ne olursa olsun cevap aramak bile anlamsızlaştı.
Dil salt “şu tuzu uzatır mısın?” veya “bugün hava güneşli” gibi soru ve durum belirten basit cümlelerden ibaret değildir. Dil bir dünya kurar ve eşyayı nasıl algıladığımız büyük ölçüde kullandığımız dile bağlıdır. Gezi Parkı direnişini CHP ve dış mihraklar indirgemeciliği ile açıklamaya çalışan hükümetin söylemi, 28 Şubat sürecini irtica ve dış mihrak ile açıklamaya kalkışan dönemin erkinin söylemi ile birebir örtüşüyor. 28 Şubat sürecindeki Kudüs gecesindeki tiyatro oyunun muadili olarak hemen başka bir tiyatro oyunu Mi Minör hedef seçildi. Söylem hep aynı kaldı. Ancak bu indirgemeci, ezberci ve kolaycı anlayışı sadece Türkiye ekseninden değerlendirerek başka bir indirgemecilikten kaçınmakta yarar var. Zira kabahati hep dış bir mihrakta aramaya teşne komplocu anlayış Batı dışı modernleşme serüvenlerinde sıkça görünen bir marazdır. İçten içe modern dünya (hadi lafı dolandırmadan Batı diyelim) karşısında acizlik hissi o kadar baskındır ki ne kadar kapatmaya çalışırsan çalış kendini dış mihrak olarak açık eder. Daryush Shayegan (Shayegan, 1997, 81), Üçüncü Dünya’daki epistemolojik şizofreniyi açıklamak üzere Octavio Paz’ın, Latin Amerikalı entelektüeldeki epistemolojik şizofreniyi ifade etmek için yazdığı şu satırlardan bahseder: “Fikirler bugünün fikirleri, tavırlar dünkü tavırlar. Bunların ataları Aziz Thomas adına yemin ediyorlardı, kendileri de Marx adına yemin ediyorlar; ama hem eskiler hem yeniler için akıl, bir doğrunun hizmetinde olan bir silahtır.”
Türkiye’de yaşanan durumun bir benzeri, ne eksik ne fazla. Biz de şunu diyebiliriz belki: Bunların selefleri dayatmacı modernlik üzerine yemin ediyorlardı, kendileri dayatmacı muhafazakarlık. Başörtüsünü örtmek için peruk çözümü sunmakla, içeceksen evinde iç arasında niteliksel olarak hiçbir fark yok. Dış mihraklar bahanesi hala en kolayda tuttuğumuz can simidimiz. Shayegan benzer bir dış mihraka sarılma refleksini İran devrimi üzerinden şöyle dile getiriyor: “Güçsüzlüğümüzden öyle emindik ki zamanında ilahi güce atfettiğimiz sihirli nitelikleri bu kurnaz yabancılara atfettik. Bu İngilizlerin işi diyorduk! Bu Rusların işi! Bu İngiliz, Amerikan vb. gizli servislerin komplosu. Şah gitti, çünkü ‘onlar’ öyle karar verdiler. Yerini İmam aldı çünkü ‘onlar’ öyle istediler. Ben deliler gibi yollara düşüp bağırdım, çünkü BBC tarafından hipnotize edilmiş, CIA tarafından maşa olarak kullanılmıştım...” (Shayegan, 1997, 22). Taleplerin, durumun, imkanların ne olduğunu kavrama zahmetinde bulunmadan, öğrenilmiş bir çaresizlik içinde; dış mihrak, alkolik, çapulcu ve marjinal gibi türlü nitelemeler ile şablonları devreye sokmak bir hastalığın semptomlarını tahlil etmeden kim bilir ne zamandır buzdolabının kapağındaki rafta duran bir ilacı hastaya yutturmaya çalışan bir sahte şifacının yaptığıyla eş değerdir. Kulakları duymadığı için etraftaki müziği işitemeyen birinin, çalan müziğe ilişkin yapacağı değerlendirmeler ne kadar muteber ise, hazır şablonlarla geliştirilmiş tepkiler de ancak o kadar muteberdir.
Bu sözünü ettiğimiz ezberden cevaplar daha önceleri kabul görüyordu kuşkusuz. Ancak bugün yükselen sesler erk sahiplerinin ve zamanında erk sahibi olan seleflerinin kullandığı dilde yükselmiyor. Yazının başında söylediğim; asık suratlı, bıyıklı, mokasen ayakkabılı ve lacivert ceketlilerin anlayabileceği, karşılık verebileceği bir dil değil bu.
Nurdan Gürbilek 80’lerin kültürel iklimini yazdığı Vitrinde Yaşamak kitabında, 80’lerin özelliklerinden biri olarak “dilin nedensizleşmesi” kavramını ele alır. Gürbilek bunu şöyle dile getirir: “Kuşkusuz dilin her zaman hayali bir yönü vardır, her dönemde bazı kavramlar önem kazanırken diğerleri gözden düşer. Ama 80’lerin farkı, bunu yaparken dille olan ilişkimizi de kökünden değiştirmeyi başarması, tanıdıklığı ya da yaşanmışlığı tümüyle dışlayan keyfi bir dili yaşar kılabilmesi, dille hakikat arasındaki ilişkiyi koparırken hayali bir dili sahiciymiş gibi gösterebilmesiydi” (Gürbilek, 2001, 25). Gürbilek dil ile hakikat arasındaki koparılmış bağın tezahürlerini haber başlıklarını hatırlatarak açıklıyordu: “Panama’da İç Kanama (Panama üzerine), Katibime Cola’lı Gömlek (Coca Cola üzerine, Türk Müziğinde suna Kan Davası (Suna Kan’la Yapılmış bir söyleşi), Dalyan’ın Kerataları (Caretta Caretta’lar üzerine)” (Gürbilek, 2001, 26). Gezi direnişiyle zuhur eden dil ise hakikat ile bağını kurmuş ama bunu daha önce olmayan bir şekilde adeta kavramların içini boşaltmak ve bu kavramlar ile yüklenen iktidarı dilsiz bırakmak üzere ortaya çıkmış bir dil. Duvar yazılarına, dövizlere ve afişlere şöyle bir bakmak bu dilin yeni bir dil olduğunu anlamak için yeterli: Çare Drogba, Alex Gitti Sen mi Gitmiyecen, leavemealone[2], Ya Ameliyatlı Yerime Gelseydi, En Az Üç Kedi, Gaz Sıkmanıza Gerek Yoktu Bayım Biz Yeterince Hassas Çocuklarız, Tomayla 8 Gündür Beraberiz Ciddi Düşünüyoruz ve Kahrolsun Bağzı Şeyler ilk çırpıda akla gelenler. Bu alternatif ve muhalif dil daha önceki kuşakların muhalif dilinden oldukça farklı. Farkı kendini alternatif olarak kurduğu sistemin sınırları ile kısıtlamamasında, cinliğinde.
Gezi’deki bu dil aslında yeni karşılaştığım bir şey değildi. Bu dille birkaç yıl önce Bilgi Üniversitesi öğrencilerinin başını çektiği, sendika ve hocaların da destek verdiği bir protestoda karşılaşmıştım. Katılım çok yoğundu ancak gösterilerin başını çeken öğrenciler bir şekilde çok ses çıkarmıyordu, oysa tüm protesto ve tepki öğrencilerden çıkmıştı. Ertesi gün bir arkadaşımız biraz da çekinerek sendika temsilcilerine, protesto dili öğrencilerin bağlantı kuramadığından söz etti. Konuşma özetle şöyle gelişti: -Bizim öğrencilerimiz sizin attığınız sloganlarla kendini ifade edemiyor. Sendikacılar -nasıl sloganlar diye sordu. -Yani dedi, hani bağırıyorlar ya “lala la - lala la - lalalala - la” diye. Ondan bahsediyorum.
Gerçekten durum buydu. İzleyen günlerde öğrencilerin kendi ifade biçimleri ile protestolarına şahit olduk. Erşan Kuneri’li olan akıllardan uzun süre silinmeyecek.
Ece Ayhan, Haklılığın İnadı ya da Kötülük Toplumu başlıklı yazısını 1988 yılında yazmıştı. Bu yazıyı merak edenler YKY’den çıkan Bir Şiirin Bakır Çağı kitabına bakabilirler. “Böylesine yamuk ve eğri büğrü köşegenli bir topluluk’ta, yirminci yüzyılın sonlarında bile çözülmemiş bu aşirette ‘marjinallik’ denilince benim aklıma hemen alev alev yanan bir çember gelir. Ateşten! Yani iktisattan!” diye başlıyordu Ece Ayhan marjinallik denen mefhumu açıklamaya. Ve sonra devam ediyordu:
“Coğrafyada bir çember tasarlayalım, geniş. Kasaba da tam ortasında olsun. Hemen herkes tarlalarında buğday ekiyor, eksin. En yakın tarlanın buğdaylarını borsaya taşımak için giderler az olacak elbet, en uzaktaki (sınırdaki) tarlanın buğdaylarının taşıma giderleri ise çok.
(Üstelik çember benim düşündüğüm gibi ateşten olmasa bile en azından kızgın bir demir gibidir, yani riskli. –Ayrıca tarlaya geceleri domuzlar, eleştirmenler de girebilir, insanın ruhu bile duymaz, velhasıl kelam her zaman topun ağzındasın.–)
Şu olabilir, bu olabilir, tehlikelidir, vs.dir. Ama dikkatinize sunacağım önemli bir gerçek var. Borsadaki fiyatı sınırdaki tarlanın bu buğdayları belirliyor. Evet, işte bu ‘marjinal’ tarla!” (Ayhan, 2007, 33)
Ezberden konuşan bir iktidarın, erkin karşısında ezber bozan bir dil, bir direniş ile çıkıldı. Hem kitlenin çeşitliliği, hem protesto yöntemi hem de ürettiği yeni dili, tüm öğrenilmiş tepkileri anlamsız kıldı. Adeta verilen cevaplar karşısında muhatap bulamadı ve boşlukta debelendi. Bu karaşın “marjinaller” yeni dilin kurallarını yüksek sesle ilan ettiler.
Antik Yunan tragedyalarında Deus ex machina (makineden Tanrı) diye bir mefhum vardır. Olaylar içinden çıkılmaz bir hal aldığında ortaya Bu mitolojik tanrılar çıkar ve kimini öldürür kimini de sağ bırakırdı. Türkiye siyasal tarihinde bu tanrılarla çok karşılaştık. Ancak bu anlatı, artık biçim değiştirdi ve bu yeni biçimde makineden tanrılara yer yok. Bir yerde mi okudum, yoksa duydum mu hatırlamıyorum; sanırım Pasolini tragedyalar için şöyle bir şey söylemişti: Tragedyalarda babaların günahları çocuklarına miras kalır. Pasolini’nin sözünü doğru olarak kabul edersek, cevaben şöyle bir şey söyleyebiliriz. Gezi Parkı reddi miras ilan etti!
[1] Milli Şef dönemi İstanbul Valilerinden Fahrettin Kerim Gökay’a atfedilen bu söylem, halk, millet, vatandaş gibi kavramların sembolik anlamları hakkında güzel bir örnek teşkil ediyor.
[2] Rockstar Games tarafından piyasaya çıkarılan Grand Theft Auto (GTA) Vice City video oyununda polis tarafından takip edilmeyi ve polis tarafından aranma seviyenizi düşürmeyi sağlayan hile kodu.