Hazal Özvarış-T24
hazalozvaris@gmail.com
Kemik yaşı 14 çıkan N.Ç. çocuk değil miydi? Cinsel istismara uğrayan çocuğun ruh sağlığının bozulmaması mümkün mü? Hâkim ve savcılar neden bekâret hakkında bilgi istiyor? Tecavüzün kriteri hâlâ kızlık zarı mı? Adli Tıp Kurumu (ATK) özerk mi? Siyasi iktidarın gücü ATK raporlarına ne kadar yansıyor? Muayeneler yeterli mi? Raporlar neden aksıyor? İktidara ters düşen Adli Tıp uzmanlarının başına ne geliyor?
Skandallarla gündeme gelen Adli Tıp Kurumu’na dair bilinmeyenleri öğrenmek için Adli Tıp Uzmanları Derneği Başkanı ve Kocaeli Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Ümit Biçer’e sorduk. İşte Biçer’in www.t24.com.tr’nin sorularına verdiği cevaplar:
‘Yargının üniversite raporlarını kabul etmemesini anlamak olanaklı değil’
-Türkiye’de kaç ilde adli tıp birimi var?
Türkiye’de her ilde adli tıp yapılanması bulunmamakta. Başta Adalet Bakanlığına bağlı olarak oluşturulmuş Adli Tıp Kurumu (ATK), ATK’ya bağlı olarak görev yapan grup başkanlıkları ve şube müdürlükleri bulunmaktadır. Diğer taraftan yine adli tıp alanında hizmet veren üniversitelere bağlı adli tıp anabilim dalları ve adli tıp enstitüleri var.
-Hangi illerde yok?
Karadeniz bölgesini ele alırsak örneğin Artvin’de, Bartın’da, Karabük’te Adli Tıp Şube Müdürlüğü yok. Kimi yerlerde ise üniversitede görev yapan adli tıp uzmanları ayni zamanda Adalet Bakanlığı’nda ikinci görevli olarak çalışıyor. Bu illerde üniversiteyle ATK birlikte çalışıyor gibi bir durum ortaya çıkıyor. Dolayısıyla Türkiye’de 81 ilin 65’inde üniversite veya ATK Şube Müdürlükleri’nin faaliyette olduğunu söyleyebilirim.
-İki kurumun beraber çalışabildiğini söylüyorsunuz ancak yargı üniversite raporlarını değil, ATK’nın raporlarını kabul ediyor. Tersi yönde yoğun bir talep olmasına rağmen, bu ısrar neden?
Bunun nedenini anlayabilmek olanaklı değil. Hukuken baktığımızda ATK, Türkiye’de resmi bilirkişilik yapmakla görevlendirilen ve bunun için kurulmuş bir kurum. Üniversitelerdeki adli tıp anabilim dalları asıl olarak eğitim faaliyeti için oluşturulsa da ATK kanunlarında ve YÖK yasasında adli tıpta ilgili hizmetleri yürütmek üzere görevlendirileceği ve bu yapıların da resmi bilirkişi olarak tanınması gerektiği söyleniyor. Bu açıdan baktığınız zaman, Adalet Bakanlığına bağlı kuruluşlar ile YÖK’e bağlı üniversitelerdeki anabilim dalları arasında hiçbir fark yok. Bunun sebebini yargı mensuplarına sorduğumuzda Yargıtay’ın verdiği kararların uygulamada kendilerine göre kolaylıklar sağladığını söylüyorlar veya alışkanlık diyerek açıklıyorlar. Somut herhangi bir gerekçesi yok.
‘Adli Tıp Kurumu’nun cinsel mağdurları muayene süreci travmatik’
-Şube müdürlüklerinin adliye binaları içine yerleştirilmesinin sebebi nedir?
Resmi bilirkişilik yapmakla yükümlü kılınan bu kurum, aslında hukuksal bir faaliyet sürdürmüyor, tıbbi bir değerlendirme yapıp kanaatlerini mahkemeye sunuyor. Dolayısıyla bu birimlerin, sağlık kurumları içinde yer alması gerekir. Ancak, Adalet Bakanlığı’na bağlı adli tıp şubelerinin tamamı adliye saraylarının içinde bulunmaktadır. Bu yapılanmada onları herhangi bir sağlık ortamı olarak nitelendirmek mümkün değildir. Çünkü adliye binalarının içinde hekimin dışında bulunan insan gücü hukuk mensuplarıdır. Bir hekimin onlardan herhangi bir şekilde destek alması söz konusu olamaz ve tek başına bir hekim sağlık hizmetini vermesi beklenemez.
-Bildiğim kadarıyla ATK birimlerinde esas olan tedavi değil, teşhis.
Ama teşhis bile tek başına bir hekimin yapacağı iş değildir. Adli Tıp Şube Müdürlüklerinin çoğunun adalet sarayları içindeki yerleri hiç de uygun yerler değildir. Çoğu zaman en köşedeki odalar Adli Tıp Şube Müdürlüğü olarak tespit edilmiştir. Burada bir sekreter, yardımcı personel ve adli tıp uzmanı iç içe bulunmaktadır. Kimi yerlerde cinsel saldırı muayeneleri söz konusu olduğunda, o muayeneleri yapmak için jinekolojik masa dahi bulunmamaktadır. Jinekolojik masaların bulunduğu yerlerde bile, bu masanın bulunduğu yer hiçbir şekilde bir hastanın rahatlıkla orada muayene edilmesine imkân sağlamaz. Bir cinsel saldırı mağduru böyle bir yere gittiğinde oradaki ortamdan ciddi anlamda etkilenilecek ve sürece olumsuz bir katkısı bulunacaktır.
‘Hâkim ve savcılar yakınlarını ATK’da muayene ettirmeyeceklerini söylüyor’
-Çoğu kadın normal koşullarda bile jinekolog masasında rahat edemezken, saldırı sonrasında masanın özensiz yerleştirilmesi ekstradan tedirginlik yaratmaz mı? Adli Tıp veya Adalet Bakanlığı kadınları gözetmiyor mu?
Bunlarla ilgili çözüm ayrı bir birim oluşturmak, belki bu incelemeleri sağlık ortamlarına taşımaktır. Çünkü olayın yalnızca fiziksel inceleme olmadığı açık. Cinsel saldırıdan söz edildiğinde bu saldırı yalnızca kişinin fiziksel varlığına değil, ruhsal bütünlüğüne ve insani kimliğine yönelik bir saldırıdır.
-Raporlar yetersiz bir muayene sonucu mu veriliyor?
Sürecin travmatik olduğunu söylemek daha doğru. Cinsel saldırı mağdurlarına hemen soru sorup “yat oraya, hemen muayeneyi yapalım” tarzındaki bir yönlendirme yerine öncelikli olarak ruhsal destek bağlamında yapılan bir görüşme sonrasında muayeneye hazırlayana kadar süren bir dizi değerlendirmenin birlikte yapılması gerekiyor. Bu birimler şu an bu değerlendirmelerin yapılmasına uygun birimler değil. Buradan yola çıkarak raporların yetersiz olduğunu söylemek değil ama sürecin travmatik olduğunu söylemek daha doğru. Zaman zaman hâkim ve savcılarla konuşurken kendi yakınlarını böyle bir yere muayene etmeye götürüp götüremeyeceklerini soruyoruz.
~
-Hâkim ve savcılar, sorunuza ne yanıt veriyor?
Hiç biri böyle bir muayeneyi böyle bir yerde yaptırmayacağını belirtiyor.
‘Adli Tıp Kurumu’nun en büyük sorunu atamaları siyasi erkin yapmasıdır’
-Doğan Akın, hâkim ve savcıların yaklaşık yüzde 75’inin erkek olduğu ve bu mesleklerin neredeyse bir erkek işine dönüştükleri yazdı. Adli tıp uzmanlarının kaçta kaçı erkek?
Sayıyı çok net ifade edemem ama adli tıpta kadınların önemli bir ağırlığı var. Yüzde 40’a yakın kadın olduğunu tahmin ediyorum.
-Cinsel saldırı vakalarına bakan uzmanlar, özellikle de erkekler toplumsal cinsiyet eğitiminden geçiyor mu?
Böyle bir eğitim söz konusu değil. Böyle bir eğitim hangi uzmanlık alanında yapılıyor bilmiyorum ama bu konu aslında adli tıp uzmanlarının eğitimi planlanırken bizim de dikkate almadığımız bir konu. Belki bunun hâlâ bunu usta-çırak ilişkisi içinde çözülebileceğini düşünüyoruz. Bunu önemli bir konu olarak nitelendirip bir eğitim planlaması içine gitmediğimizi itiraf edebilirim.
-ATK’nın yönetici kadrosunun bakanlık tarafından atanıyor olmasının olumlu ve olumsuz yanları neler?
Hiçbir bilimsel kurulun görevlendirilmesi siyasi bir erke bağlı olmamalı. O kişilerin çalışmaları ne olursa olsun, eğer siyasi erk sürece müdahale ediyorsa, oradaki işleyişi objektif çerçevede yürütme söylemlerini kuşkulu hale getirir. Dünyanın hiçbir yerinde bilim insanları böyle bir yapılanma içinde bulunmuyor ama Türkiye’de hala ATK Başkanı dâhil görev yapanların ataması yalnızca siyasi erk tarafından yapılmaktadır. Siyasi erk görevlendirme yaparken o kişilerin akademik unvanlarına veya mesleki tecrübelerine bakmamakta çünkü bunları değerlendirebilmesi için bir jüri veya sınav heyeti yok, hesap verdiği bir yer yok. ATK’nın yapılanmasında en büyük sorun budur. Çünkü bu durumda, sorumlu olduğunuz çevre bilim çevresi değil, yalnızca ve yalnızca siyasi iktidar olmaktadır.
‘Adli Tıp Kurumu 1982 yılından beri siyasi iktidara bağımlı’
-ATK bağımsız değil ama özerk bir kurum olabiliyor mu?
Bu koşullarda bir özerklikten bahsedilemez. ATK’nın Türkiye’deki yapılanması, Şili’de Allende’nin devrilmesinden sonra Pinochet’in iktidarı ele geçirdiği dönemdeki yapılanmayı anımsatıyor.
-Açıklar mısınız?
Uzmanların yalnızca askeri diktatörlüğün siyasi erki ile görevlendirilmesi, bütçe ve idari organizasyonuyla merkezi bir yapılanma oluşturulması; Şili’de siyasi iktidarın kirli çamaşırlarını yıkayan bir çamaşır makinesine benzetilmiştir. Türkiye’de de adli tıp yapılanması 1980 askeri diktatörlüğünün öncülüğünde dönemin gereksinimlerine göre yeniden yapılandırılmıştır. Tarih, Türkiye’de askeri darbenin YÖK dâhil özerk, bağımsız kurumları ve toplumu yeniden şekillendirmesi ve kendisine tamamen bağlı hale getirme sürecinin bir parçasıdır. Bugünkü ATK yapılanması 1982 yılında oluşturulmuş ve tamamen siyasi iktidara bağımlı hale getirilmiştir. ATK’da, o günden bugüne yapısal anlamda hiçbir olumlu değişim gözlenmemiştir.
- Somutlaştırırsak, siyasi iktidar raporlara ne kadar yansıyor? ATK’na dair var olan “zengin işadamına tahliyesi için ‘panik atak’ raporu verilir, kanser hastası tutuklu Güler Zere’nin raporu çıkmaz” algısı ne kadar geçerli?
Adalet, hiçbir şekilde üzerinde kuşkuyu sürekli taşıyabilecek bir olgu değildir. Türkiye’de ATK, yapılanma modeli ve zaman zaman verdiği kararlarla şüpheyi büyütmektedir. Burada tek tek kararları analiz etmek çok da uygun değil ama Hüseyin Üzmez örneğinde olduğu gibi kimi olaylarda Adli Tıp’ın genel alışkanlıklarına uymadığını düşündüğümüz şeyler oluyor. O tarihte de ifade etmiştik, cinsel saldırılarla ilgili bir muayene talebine bir veya bir buçuk yıl sonraya randevu verilirken Üzmez davasında kişinin muayene talebiyle rapor çıkma süreci arasında olağanüstü bir hız görüyorsunuz. Meslektaşlarımız belki olayın kamuoyunda yaratacağı etki nedeniyle çok daha hızlı hareket etmiş olabilir ama bu tekil bir örnek olunca kişinin siyasi iktidarla ilişkileri gündeme gelince herkesin büyük bir kaygı duymasına neden oluyor. Kaldı ki orda yapılan değerlendirme süreci de bilimsel anlamda hiçbir şekilde kabul ettiğimiz bir süreç değildi.
Güler Zere olayında tartışıldığı gibi adli tip raporunun hedefi kamuoyuna mesaj vermek değil. Kamuoyunun ATK dâhil olmak üzere bu ülkenin bilim yapılarından beklediği tek bir şey var: objektif, güncel bilimsel bilgileri içeren kararlar vermesi, hukukun sağlıklı karar vermesine yol açacak mekanizmalar içinde kalması. Ama ATK, cinsel saldırı, tutuklu ve hükümlülerin infaz tehiri, Cumhurbaşkanlığı affı konularında mevcut evrensel ilkeleri değil, belki geçmişten kalan, belki de 1980 askeri darbe dönemine ait olan alışkanlıklarını sürdürüyor.
-Adli Tıp’ın randevu ve rapor aksamaları neden kaynaklanıyor?
Bu aksamaların sebebi yalnızca ATK’da değil. Siz, bütün kararları verecek tek bir adres işaret ederseniz, yasada böyle bir zorlama veya yönlendirme bulunmadığı halde “ATK dışındaki kararları tanımıyorum” derseniz ve Türkiye’deki bütün cinsel saldırı olaylarında kişiler İstanbul’a gitmek zorunda kalırsa...
-Cinsel saldırı mağdurları İstanbul’a gelmek zorunda mı kalıyor?
Bu süreç İstanbul dışında başka hiçbir yeri tarif etmiyor. Kurumunun grup başkanlıkları veya şube müdürlüklerinde bile bu muayenelerin sonlandırılma şansı yok.
Adli Tıp Kurumu ‘cinsel saldırı’ hizmeti için yeterli değil
-Siirt’teki tecavüz davasında mağdurlar oradaki şube müdürlüğünde görülmedi mi?
Şube müdürlüğünde rapor alabilirler. İlk muayenelerin yapıldığı yer olarak İstanbul’u kast etmiyorum. Ama kişinin beden ve ruh sağlığının bozulup bozulmadığına dair soru sorulursa mahkemeler de avukatlar da rapor için İstanbul’u adres olarak göstermek durumunda kalıyorlar.
-Adli Tıp birimlerinin 65 ilde olduğunu söylemiştiniz. İstanbul’da olan ancak 64 ilde olmayan ne var?
ATK kurullarına baktığınız zaman donanım açısından belki biraz daha ferah olduğunu söyleyebilirim. Farklı olarak, ATK’da ve kurullarda adli tıp uzmanının yanı sıra o alanla ilgili uzman kişiler bulunuyor ama sağlık hizmetinin içerdiği diğer unsurlar yer almamaktadır. İstanbul'daki ATK da aslında bu hizmetin verilebilmesi için yeterli ve donanımlı bir yer değil. Bu hizmetin bugün için verileceği en uygun yerler üniversiteler ile adli tıp uzmanları, psikiyatri, çocuk psikiyatri, kadın doğum ve diğer uzmanlarının yer aldığı eğitim ve araştırma hastaneleri olabilir.
Türkiye'de üniversitelere baktığımızda, 45 üniversitenin bu olanaklara sahip olduğunu görüyoruz. Bu olanakları birlikte kullanabildiklerini görüyoruz. Cinsel saldırı olgularında, muayenelerin sadece İstanbul'a gönderilmesi hiç doğru değil. Gerçi Yargıtay geçen ay içinde vermiş olduğu bir kararla artık hastaların muayene için ATK'ya gönderilmesinin zorunlu olmadığını, üniversitelerde ATK’ya benzer uzman bir heyetin söz konusu raporları vereceğini belirtti. Bu çok önemli. Biz yıllarca bu tartışmayı yapıyorduk. Bu belki de sorunun rahatlamasına yol açacak bir gelişim sağlar.
~
-Bu karara göre üniversiteden çıkacak raporla ATK raporu çakıştığı noktada hiyerarşi ne olacak?
Bu soru tıp sorusu değil, bir hukuk sorusu... Çünkü tıbbın veya bilirkişinin hiyerarşisi olmaz. Bilirkişinin uzmanlık alanının yanı sıra, güncel bilimsel bilgiyi takip etmesi ve kullanması esastır. Profesör olmanız size konuyu en gelişkin şekilde yorumlama kabiliyeti sağlamaz. Biz yeni alanları öğrenmek, bilimsel gelişmeleri yeniden inşa etmek için asistanlarımıza tez veriyoruz. Bir asistan tez konusu seçtiğinde, o konudaki en güncel bilgileri takip etmek durumunda. Siz tutup ben üniversitede anabilim başkanıyım diyerek asistanınızın bilgisini ve güncel bilimsel bilgileri elinizin tersiyle itemezsiniz. Bu Yargıtay'ın hiyerarşik yapılanması değil ki.
‘Adli Tıp Kurumu özerk olmalı’
-ATK toplum nezdindeki güvensizliği nasıl aşabilir?
Bu güvensizlik, Adli Tıp sürecinin hukukun temel felsefesi içinde kavranması ve ele alınmasıyla aşılır. Hukuk, bir yargılamanın açık, objektif ve tüm taraflar için var olan delillere ulaşılmasını güvence altına alarak adil bir yargılamayı hedefler. Ama bir kurumun yapılanma modeli, hukukun adil yargılama ilkesini, bilimsel yapılanma biçimini değil, siyasi iktidarın ihtiyaçlarına işaret ediyorsa, kuşku uyandırıyorsa bu güvensizliği aşması zordur.
Çözüm için ilk olarak, Adli Tıp Kurumu'nu acilen Adalet Bakanlığı'na bağlı olmaktan çıkartmak ve özerk bir kuruma dönüştürmek gerekiyor. Adli Tıp Kurumu, adeta Yargıtay, Sayıştay, Danıştay gibi hiyerarşik bir modelde yapılanmıştır, oysa bu kurum hukuki mütalaa değil, tıbbi bir değerlendirme yapmak adli bilimlerde bilirkişilik yapmakla yükümlüdür. Adli Tıp Kurumu’ndaki görevlendirmelerde Adalet Bakanı, Başbakan ve Cumhurbaşkanı üçlüsünün devreden çıkarılması gerekmektedir. Çünkü görevlendirmeyi yapan kişilerin görevlendirme alanı ile ilgili yeterli bilgi ve eğitimleri bulunmadığı, mesleki eğitimlerini farklı alanlarda almış olduğu görülebilir.
~
‘Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı basın açıklamasından sonra görevden alındı’
Birincisi üniversitede çalışmam, ikincisi de Adli Tıp Uzmanlar Derneği Yönetim Kurulu Başkanlığını yürütmem. Bu gerçekleri başka türlü dillendirme olanağı yok. Aynı konuşmayı kurumdaki bir meslektaşım yapamıyor.
-İktidarı eleştiren veya ona ters karar alan ATK uzmanlarına neler oluyor?
2005 yılında Adalet Bakanlığı'nın ATK’daki atamalarda bilimsel ölçütler kullanmadığını, siyasi tasarrufta bulunduğunu iddia etmiştik. O tarihte dernek yönetimde yer alan ve Adalet Bakanlığı'nın kimi uygulamalarını eleştiren meslektaşlarımızın görev yerleri değiştirildi. Yönetime yakın olmayan uzmanlar sürgün olarak nitelendirilecek şekilde tayin edildi. Bununla birlikte, aynı dönemde Adli Tıp Anabilim Dalı Başkanlığı yürüten 2 hocamız da görevden alındı. Üniversitelerin de çok özgür ortamlar olduğunu söylemek olanaklı değil. 2005 yılında dernek başkanıydım. Basın açıklaması esnasında bir yanımda Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Anabilim Dalı Başkanı Prof.Dr. Sermet Koç, bir yanımda İstanbul Tıp Fakültesi Anabilim Başkanı Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı vardı. Açıklamayı dernek başkanı olarak ben yapmıştım, bu açıklama sonrasında Şebnem Korur Fincancı ve Sermet Koç, anabilim dalı başkanlıklardan Kemal Alemdaroğlu tarafından alındı.
Bu uygulamalarla bugüne kadar çok sık karşılaştık. ATK’da görev yapan personele ilişkin bir atama ve istihdam politikası olmadığından bir görevlendirme yönetmeliği bulunmadığından bir yerden başka bir yere çok kolay tayin edilebilirsiniz.
-Tayin mi, sürgün mü?
Belli bir yaşa ve deneyime ulaşmış ve çocuklarınızın eğitimi ile ilgilenmek için bir yere yerleşmişken görülen lüzum üzerine İstanbul’dan Tunceli ATK Şube Müdürülüğü’ne tayin ediliyorsanız, bu görevlendirme sürgün dışında bir anlam taşımıyor. Bu görevlendirmeyi yapan kurum başkanları hakkında dava açtık, yürütmenin durdurulması ile ilgili talepte bulunduk ancak sonuç almakta zorlandık. Adalet Bakanlığı ile karşı karşıyaysanız ve sizi tayin eden kurum Bakanlık ise bir risk var; bu davayı açmakta ve kazanmakta zorlanıyorsunuz.
-Örnekleriniz bugün ne kadar mevcut?
Geçmişte kimi haksızlıklara uğrayan meslektaşlarımız ve ATK’daki diğer görevliler haksız fiille karşılaştıklarında bunu dillendirme şansına daha çok sahipti. Bugün bu tür sıkıntıların hiç azalmadığını düşünmemize karşın bunların daha az dile getirildiğini görüyoruz. İnsanlarda ciddi anlamda umutsuzluk ve karamsarlık var. Tamamen travmaya uğrayan bir kişinin kendi kendine hissettiği çaresizlik tükenmişlik duygusu hakim kılınmış. Evet, bir çözüm var; çözümün, ileri demokrasi vaadinden değil, gerçek bir demokrasiden geçtiğini düşünüyorum.
‘Cinsel istismara uğrayan çocuğun ruh sağlığının bozulmaması mümkün değil’
-Hüseyin Üzmez davasında Doç. Dr. Ayten Erdoğan, ATK Kurulu’nda "B.Ç.'nin ruh sağlığının bozulmaması imkânsız görüşümü dile getirdiğim için kurul üyelerinin baskısına uğradım" dedi. Kurullarda yapılan tartışmalarda baskı var mı?
O sürece ilişkin birebir yorum yapamam. ATK'da kurullar ilgilendiği konulara göre oluşturulmuştur. Bu kurullar üyelerden oluşur, üyelerin dışında bu kurullarda raportör olarak adlandırılan, dosya hazırlanmasında, muayene süreçlerinde destek olan, aynı zamanda eğitim alan asistan ve uzmanlar yer almaktadır. Kurullarda kararın sorumluluğu o kurula üye olarak atanan kişilere aittir. Eğer sorulan soruyla ilgili alanın uzmanı kurulda yer almazsa o rapor geçerli değildir. Erdoğan, o kurulda raportör olarak görev yaparken kendi uzmanlık alanından bir uzman raporlarda üye olarak yer almamıştır. Süreçteki temel yanlışlık budur. Belki Erdoğan, çocuk psikiyatrisi uzmanı olarak görüşünü bildirmiştir ancak kurul üyesi olmadığından, o görüşün sorumluluğunu taşıyacak heyetin içinde yer alamadığı için heyet bu kararı uygulamamış olabilir. Baskı konusu yorum yapabileceğim bir konu olmamakla birlikte kurulda yer alan bir uzmanın böyle bir açıklama yapması önemli...
~
-Ayten Erdoğan'ın cümlesini sorulaştırırsak, cinsel istismara uğrayan çocuğun ruh sağlığının bozulmaması mümkün mü?
Bu soruya kimsenin mümkün demesi beklenemez. Bunun için hekim olmaya gerek yok. Ancak bu tartışmayı doğru anlamak için yasa ile ilgili yapılan düzenlemede öncelikle ruh sağlığının bozulması kavramının ne olduğunu değerlendirmeye ihtiyaç var. 2005 yılında yasa Türkçeleştirilirken “akıl hastalığı ve zekâ geriliği” tanımlaması eski bir kavram olarak nitelendirilerek terk edilmiş ve yerine “ruh sağlığının bozulması” terimi kullanılmıştır. Geçmişte yalnızca psikotik bozukluklar ağırlaştırıcı etken olarak kabul edilirken 2005 yılından sonra bütün psikiyatrik semptomları içeren bir şekle dönüşmüştür. ATK'daki hekimler geçmişteki alışkanlıklarını sürdürdükleri, yasayı eski haliyle yorumlayarak böyle kararlar vermiş olabilirler.
‘ATK’da karar veren uzmanlar ruhsal bozukluğu kalıcı bir bozukluk olarak anlamak istiyorlar’
-N.Ç. davasına bakan ATK 6. İhtisas Kurulu Başkanı Prof. Tutkun da yasa değişikliğine uyum göstermenin zaman aldığını söyledi. Adli Tıp eski alışkanlıklarını neden bırakmıyor?
Siz kendinize ayıracak zaman bulamıyorsanız, kararlarınız nedeniyle kendinizi vicdanen rahat hissedemiyorsanız, bilimsel gelişmeleri takip etmek için maddi ve zamansal desteğiniz yeterli değilse, bilimsel toplantılara yeterince katılamıyorsanız alışkanlıklarınızı değiştirmeniz beklenemez. Bir de, bir şeyi değiştirebilmek için o konuda hatalı, eksik olduğunuzu kavramanız gerekir.
-İki yasa arasındaki farka bakınca neyin, neden değiştirildiği anlaşılıyor.
Yargıtay üyeleri de, ATK’da karar veren uzmanlar da yasayı farklı okuyorlar. Yasadaki ruhsal bozukluk kavramını kalıcı bir bozukluk olarak anlamak istiyorlar. Bir örnek vermek gerekirse; Akut stres bozukluğu ruhsal bir bozukluktur. Bu ruhsal bozukluk kanunun tanımladığı kapsamda olmasına karşın nasıl olur da siz o kişiyi 6-12 ay sonra tekrar görmek istersiniz. Kanunda bu hastalığın kalıcı olma şartı yok, kronik olma şartı yok, nasıl olur da siz kendinizi kanun koyucu yerine koyarak yeniden yorumlayabilirsiniz. Buna kimsenin hakkı yok. ATK’nın randevu yazılarına ve mağdurlara konan tanılara bakın ve ne dediğimi anlamaya çalışın. Ben anlayamıyorum.
Cinsel saldırılarla ilgili 2005 yılında yapılan düzenlemeler oldukça önemli ve bu düzenlemelerin hiçbir şekilde geriye götürülmemesi gerekiyor. Seçimlerden önce kamuoyunda hadım yasası olarak bilinen yeni bir taslak vardı. Bu taslakta 2005 yılında yapılan düzenlemeler gerisin geriye götürülmeye çalışılıyordu…
‘Cinsel saldırıda sadece fiziksel kanıt aramak 2005 öncesine dönüştür’
-Nasıl?
Özünde baktığımız zaman kişilerin travmatize edilmemesi için muayeneye götürülmesine engel olunacağı ve cezanın sınırları genişletilerek ceza artırımına gidileceği ifade ediliyordu. Hâlbuki gerçek bunun tam aksi yönünde. 2005 yılı öncesinde fiziksel kanıt olmaksızın, mahkemelere bir cinsel saldırıyı anlatmak olanaklı değildi çünkü muayene genital muayene ile sınırlı tutuluyordu. O tarihlerde adli tıp içinde tartıştığımız ruhsal muayenelerin cinsel saldırının kanıtlanmasında değerlendirilmesi görüşü, yeni yasayla bir anlamda zorunlu kılındı. Bu değişiklik, cinsel saldırıların yargılanmasında oldukça önemli bir adım oldu
Tecavüz de dâhil olmak üzere cinsel saldırının fiziksel kanıtlarını saptamak oldukça güçtür, çünkü mağdurlar genellikle olayla ilgili yaşadığı travmalar nedeniyle erken dönemde polise veya yargıya başvurmamaktadır. Destek mekanizmalarının olmaması, mağdurlara inanılmaması, sonuç alınamayacağı düşüncesi başvuruları engellemektedir. Fiziksel, biyolojik kanıtlar ortadan kalktıktan sonra ise saldırının varlığını göstermek için yapılması gereken en önemli değerlendirme ruh sağlığında travmanın etkileri ve kanıtlarını saptamaktır. Kadük olan yasadaki düzenleme muayenelerde yeniden eskiye dönüşü getirmek istemektedir. Karar vermek için, mağdurun defalarca muayene edilmeyeceğini, ruh sağlığının değerlendirilmesine gerek duyulmayacağını söylemek bir anlamda yeniden fiziksel kanıtın varlığını zorunlu hale getirmektedir. Cezanın alt sınırında herhangi bir değişiklik yapmadan, üst sınırı yükseltmek cezayı ağırlaştırmak anlamına gelmemektedir.
‘Hâkim ve savcılar bazen arayıp kızlık zarının bozulup bozulmadığını soruyor’
-N.Ç. davasının gerekçeli kararında, sanıklardan Abdülaziz Sarıoğlu’nun vajinal yolla tecavüz etmeye çalıştığı ancak Adli Tıp raporunda kızlık zarının yırtılmadığı belirtildiği için Sarıoğlu’na “eksik teşebbüs" cezası verildiği açıklandı. TCK'da kızlık zarı kriteri yokken Adli Tıp raporunda neden var?
TCK’nın 2005 yılı öncesindeki düzenlemesinde “mayubiyetine neden olmak” denilen bir kavram vardı. Mayubiyet, “ayıplılık hali olarak kızlık zarının bozulması olarak algılanıyordu. Adeta kadını defolu bir ürün gibi değerlendiriyordu. Bu değere yönelik saldırı, suçun ağırlaştırıcı unsuruydu. Dolayısıyla, 2005 yılından önceki suçlarda kızlık zarı soruluyordu. Hekimler buna şiddetle itiraz ediyor, kızlık zarı muayenesi yapmayı reddediyorduk. “Biz cinsel saldırının kanıtlarını, sonuçlarını araştırmakla yükümlüyüz, yasa aslında kızlık zarı ile ilgili bir şeyden bahsetmiyor, bu sorularla saldırının gerçekleşip gerçekleşmemesi bekâretin bozulup bozulmamasına bağlanıyor” diyorduk.
Kızlık zarının araştırılması, ailelerin, okul, yurt yöneticilerin çocukları zorla muayeneye sürüklemesine, sokakta dolaşan bir kadının, gencin güvenlik güçlerince muayeneye gönderilerek mağdur edilmesine yol açıyordu. 2005 yılında bu düzenleme kaldırıldı. Savcıların adlandırdığı biçimde kızlık zarı muayenesi yapılmamaya başlandı.
-2005'ten sonra bu işlem tamamen bitti mi?
2005'ten sonra yasada hiçbir şekilde buna karşılık gelen bir şey kalmadı. Ama zaman zaman hâkim ve savcılar kızlık zarının bozulup bozulmadığını soruyorlar. Konuyu bilmeyen kadın doğum uzmanları veya diğer hekimler bu soruyu cevaplıyor. Oysa yasada böyle bir soru olmadığı gibi karşılığı da yok. Hatta adli tıp anabilim dalında çok nadir olsa da bize de bu soru soruldu. Biz soruya "sorulan hususun neyi sorduğu anlaşılmamaktadır. TCK'nın hangi maddesine göre bu değerlendirme istenmektedir?" diyerek geri çeviriyoruz. Bu geri çevirdiklerimiz arasından henüz bir dönüş olmadı.
Ancak 2005 öncesinde cinsel suçlar tecavüz, eksik teşebbüs, sarkıntılık şeklinde sınıflandırılmaktaydı... Dolayısıyla 2005 yılı öncesinde işlenen suçlarda bu durumun araştırılması ve raporlarda yer almasını olağan bulmak gerekiyor. Sanık lehine algılanacak olan bu durum hukukun evrensel bir ilkesi olduğundan eski tarihli suçlarda bu ayrım yapılmak durumunda...
‘Dert edilen tek şey saldırıyı gerçekleştiren erkekleri korumak’
-Hâkim ve savcıların ısrarla arayıp bekâret hakkında bilgi istiyor olmaları ne kadar normal?
Hâkim ve savcıların, meslektaşlarımızı arayarak, böyle bir soru sormalarının, cevap istemelerinin hiçbir anlaşılır yanı yok.
-N.Ç.’nin kemik yaşı ATK raporunda 14 çıkınca yargı, 15 yaşı çocuğun olgunlaşma yaşı olarak aldığından “rıza” olarak yorumladı. Bilimsel olarak çocuk kimdir?
Bilimsel olarak ve hukuken genel kabul 18 yaştır. Ama 18 yaş, bireyin bütün özellikleriyle geliştiği bir yaşa tekabül etmekte midir, sorusunun cevabı şüpheli... Çünkü çocuk gelişimi değerlendirildiğinde çocuğun fizyolojik gelişiminin yanı sıra yeni görüntüleme teknikleriyle beyin, duygu, davranış gelişiminin 18 yaşında bile tamamlanmadığı, hatta 24-25 yaşlarına kadar uzayabildiğini biliyoruz. 15 yaşındaki bir çocuğun “bir cinsel birlikteliği başlatıp sürdürmesi, sürece ve sonuçlarına katlanması ve cinsel olgunlaşma olarak ele aldığımızda bunları kavrayamayacağı, hatta insanların yönlendirmesine açık olduğu ve yanlış yapabilme ihtimalinin çok yüksek olduğunu düşünüyorum. Çocuğun karşı koyma becerisinin 15 yaşına gelince bir anda oluştuğunu kabul ediyoruz.
Buradaki en büyük sıkıntı erkek egemen düşüncenin aslında çocuğun olgunlaşmasını önemsememesi ve konuyu mağdurun gözünden görmek istememesidir. Dert edilen tek şey saldırıyı gerçekleştiren erkekleri korumak. Onları korumak için yaş sınırını bu kadar önemseyip tartışıyoruz. Toplum hala bu soruna travmaya uğrayanın gözüyle bakmıyor. Yaşananlar hala saldırganın doğal hakkı olarak nitelendiriliyor. Siirt’te yaşanan olayda da tanık olduğumuz gibi, bu suçla ilgili karar veren, değerlendirme yapanlara baktığımız zaman hakim olan mantığın erkek egemen bakış olduğunu görüyoruz. Sanki bu konuda değerlendirmeyi yapan herkes, o sanığın kendisi olduğunu düşünerek karar veriyor.
-Dava cinsel istismar değil de öldürülenin kadın olmadığı bir cinayet olsa, hakimler, savcılar veya Adli Tıp Kurumu çalışanları katille empati kurar mıydı?
Bir cinayette bu konuyla ilgili yorum yapanlar, karar verenler kendilerini bu kadar özdeşleştiriyor mu? Hayır, ama cinsel saldırılarda çıkan kararlara bakıldığında; insanda bu kişilerin sanıkla kendilerini özdeşleştirdikleri, sanki kendileri yargılanıyormuşçasına bir değerlendirme yaptıkları düşünülüyor. Böyle bir olaya, işi gücü olan, devlet görevlisi olarak çalışan insanları lekelenmek olarak bakıyorlar. Siz ne söylerseniz söyleyin, o kişilerin kamuoyundaki itibarları, başarıları ya da bu olaydan dolayı ne kadar mağdur oldukları dillendiriliyor.
Çocuğun, kadının yaşadığı travma, belki de hekimlerin hastalarına ait sırları saklama yükümlülüğü yüzünden paylaşılmadığından yokmuşçasına kabullenilip, meşru bir hadise gibi algılanıyor. Bu yaklaşım değişmeli. Bu bakış açısının değişimini sadece yasa değişikliği ile sağlamak olanaksız. Sağlıklı cinsel eğitim nasıl verilebilir, toplumdaki kadına yönelik bakış nasıl değişebilir, erkek ve kadının özgür ve eşit bireyler olduğu, bireylerin kendileri ve bedenleri üzerinde tasarruf haklarının kendilerine ait olduğu, kadının bir mal, eşya olmadığı algısı nasıl yaratılabilir konularında düşünmek gerekiyor. Toplum kadın ve cinsellik üzerinde baskı yaratarak şiddeti engellemeyi umut ediyor. Ama aksine konuyla ilgili bütün baskılar, cinsel şiddetin artmasına yol açıyor. Toplumdaki ekonomik eşitsizlikler, demokrasi eksikliği, insanların kendilerini özgürce ifade edememesi de bu meselenin kangrenleşmesine yol açıyor.