Zeki Demirkubuz son filmi Kıskanmak’ı ve daha fazlasını anlattı: Nedensiz de birçok şey olabileceğine inandığım için yabancı ve kenardayım
Türkiye’de sinemanın karanlık, tutkulu yüzü kim sorusunun yanıtı çok insanda ortak; Zeki Demirkubuz. Onun filmlerinde Bekir’le acıyı, Harun’la suskunluğu, Uğur’la tutkuyu yaşadık. Vakit, Kıskanmak’ın Seniha’sıyla kötülüğü tanıma vakti..Taraf gazetesinde yayınlanan röportajda Zeki Demirkubuz son filmi Kıskanmak’ı ve daha fazlasını anlattı.
Altın Portakal Film Festivali’nden yeni döndünüz... Nasıldı bu sene?
Bu
sene iki günlüğüne gittim, şöyle ya da böyle diyebileceğim bir izlenim
edinmedim o yüzden. Filmi izlemeye gittim. İlk defa sinemada insanlarla
birlikte izledik. O konuda bile fazla izlenim edinemedim, çünkü
festivaller belirli yerler oldukları için, festivale gelen, filmi
izleyen hemen herkesin bir rolü var, –sinemacı, eleştirmen- öyle çok da
basit ve olması gereken yerden bakılamıyor. Bir sinemacı bir
sinemacının çalışmasına, bir eleştirmen ertesi gün yazacağı filme ya da
bir sinema okulu öğrencisi beğendiği ve beklediği bir yönetmenin
filmine bakıyor. Doğal olarak zorlanıyorlar. O yüzden “Tam bir izlenim
edindim” diyemem. Festivaller giderek ideolojik bir çerçeveye oturmaya
başladılar. Bir festivalin yapılma nedeni filmlerdir, festivalin
kendisi artık başlı başına bir amaç. Filmlere, gelen konuklar da buna
hizmet eden araçlar haline gelmeye başladı. Böyle bir gözlemim var.
Genel olarak festival seven biri değilimdir, çok fazla da ilgilendiğimi
söyleyemem.
Bu yıl festivalde politik konulara değinen filmler dikkat çekti...
Antalya
ya da diğer festivallerde ve yurt dışında genel olarak sinema, sırtını
bir ideolojik düşünceye ya da filmlerin çekildiği ülkelerin reel
politiklerine dayamaya başladı. Sinemanın başlangıcındaki, 50’li,
60’lı, 70’li yıllardaki sanatsal, sorgulayıcı arayış, ifade bulma
çabası hemen hemen yok oldu. Cannes Film Festivali’ne de baktığınız
zaman, Avrupa’daki en basit festivallere de baktığınız zaman,
Türkiye’deki film festivallerine de baktığınız zaman, böyle bir şey
var. İnsanların genel beklentilerine karşılık vermek üzere çekilen
filmler var. Bu sinemanın gidişatını derinden etkileyecek. Sinemada
ideolojik düşünceler, etnisite, dinsel meseleler, terör gibi gündelik
hayatın kötü bir yansıması ya da gündelik hayatın ideolojik parçası
olmaya doğru bir gidişat olduğunu, ben kenarda duran bir yabancı olarak
gözleyebiliyorum. Avrupa ve Türkiye’de sinema ve sanat yapan, bu işin
etrafında toplanan insanlar belli bir düşüncenin sahibi. Ekseriyetle
solcuların, sol düşüncenin oluşturduğu bir şey. Dolayısıyla sinema ve
sanata propagandist anlam yüklemek kaçınılmaz oluyor. Böyle olunca da
ortaya bana göre olmaması gereken bir kriter ortaya çıkıyor.
Antonionilerin, Bergmanların, Tarkovskylerin bittiği bir dönem bu
dönem. Uzun yıllardır ne ülkemizden, ne yurt dışından bu filmlere
benzer bir filme bile rastlamıyorum. Her filmin bir numarası var.
Hiçbir şeyi olmayan hümanizme, savaş karşıtlığına sırtını dayıyor.
İnsanları aslında umutlandıran bu gidişat bana daha bir kötü geliyor.
Yani sinemanın büyüsü insanları yukarı çekecekken, insanların gündelik sorunları sinemayı aşağıya çekiyor...
Bir
ülkenin siyasi, hukuki, gündelik hayatıyla ilgili konuları hariç
bırakıyorum, beklentiler üzerinden yapılan hiçbir eylemi bu tip
konularda değerli bulmam. Eğer burada bir beklenti üzerine bir kurgu
oluşacaksa, bu ister hümanizma, ister özgürlük adına olsun, o zaman
Amerikan sinemasını da açıklamak gerekir. Beklenti sinemasını en açık,
en net şekilde yapan Amerikan sinemasıdır. Meseleye ticari bakar.
Sınıfsallık, etnisite gibi olayların sinema üzerinden tartışılması,
araç haline getirilmesi, masumane ya da bilinçli de olsa iki yüzlülük
haline gelebilir. Çünkü bunlar sokakta halledilecek meselelerdir. Bir
toplum, sınıfsal, etnik sorunlarını sokakta, bizzat yaşayarak
fabrikada, işyerinde değil de, sinema üzerinden anlamaya kalkıyorsa
burada ikiyüzlü bir durum ortaya çıkıyor demektir.
Türkiye gibi siyasi meselelerini çözmekte güçlük çeken ülkelerde bu sorunların sinemaya da yansıması kaçınılmaz görünüyor...
Tesbit
olarak doğru ama benzer sorun Avrupa’da da yaşanıyor. Bugün Avrupa
sinemasına baktığımız zaman belki estetiği ayırabiliriz. Ama estetik
bile bir numara. Bugün film yapmak isteyen insanın o filme ve kendisine
ait bir numarası olması gerekiyormuş gibi bir hal var. Bir tür
cambazlık gibi. Cebinde insanların dikkatini çekecek, ilgisini
uyandıracak bir numarası olması lazım. Sinemanın, sanatın sorgulayıcı,
kuşkucu yanını tamamen ortadan kalkıp mesajlara, öğretici şeylere
öncelik vermek sinemayı ezer. Böyle bir ülkede sinemanın gelişmesi
mümkün değildir.
O halde siz Türkiye’de sinemanın canlandığına katılmıyorsunuz...
Türkiye’de
sinemanın geliştiğini düşünmüyorum, bana göre çok yanlış bir mecraya
gidiyor. Bu, seyircisinden yönetmenine, eleştirmeninden medyaya kadar
herkesi kendi parçası haline getirir. Bugün bir film izleyicisinin
“beğendim/beğenmedim” yorumu sinemanın önüne geçmeye başladı. Medyada o
filmi yazan adam da aynı duygudan beslenerek, filmi bile aşan biçimde
kendi yazdığını daha önemsiyor. Valla üretime, ortadaki sinema
etkinliklerine bakarsak elbette böyle bir şey var. Ama “Bu filmler ne?”
diye baktığımız zaman, bende duygu yaratabilen bir sinema olmadığı
gibi, bu konuda kötü bir gidişatın olduğunu düşünüyorum.
Sanata ve sinemaya sorgulayıcı bakanlar için daha dar bir mecradan söz ediyorsunuz...
Elbette
daraldı. Ben sinemanın çok içinde olan biri değilim ama kenardan
rahatça görüyorum. İnsanlar daha senaryo yazma ya da filmi çekme
aşamasında bu filmin “numarasının” peşine düşmeye başlıyor. Çünkü o
hengâme içinde ancak kendine bir yer bulabilme korkusu taşıyor. Öyle
olunca da demin söylediğim gibi sinemayı var eden koca bir gelenek,
gündelik hayatın bir parçası olmaya doğru gidiyor.
Son filminiz Kıskanmak cesur bir tercih. Hem edebiyat severler için önemli bir eserden yola çıktınız hem ilk dönem filminiz...
Benim
için başlangıçlar tesadüflerle oluşur. Ben temalar, belli meseleler
yüzünden sinema yapan biriyim. Bunun da en basit ifadesi, demin
konuştuklarımızın en arkasındaki insan varoluşu. Bu doğanın yarattığı
hayatla ilgili dertleri olan biriyim. Bu romanı tesadüfen okudum.
Okuduğumda da özellikle Seniha karakteri günümüz sanat yapıtlarında
insanları ele alan yaklaşımların çok ötesinde bir şey ifade etti bana.
İnsan varoluşuyla ilgili sorular sordurması önemliydi. Bir şey, bir
şekilde kafamı kurcalayıp anlama çabası oluşturmuşsa, elimden geldiği
kadar bunun üzerine gitmeye çalışıyorum. Roman üzerinden de olabilir,
yaşadığım bir olay üzerinden de olabilir. Bu yönüyle ilgimi çekti.
Romanda ensestten, eşcinselliğe kadar inanılmaz şeyler vardı.
Romanla senaryoyu nasıl birleştirdiniz?
Bir
romanı çok beğenirsiniz ama edebiyat başka bir doğaya sahiptir, sinema
başka bir doğaya sahiptir. İnandırıcılık ve gerçeklik sinemada çok net
ve birinci derecede ele alınması gereken bir sorundur. Romandan
başladım, sonra kendi senaryomu yazdım. En önemli olan sahnelerin
çoğunu kendim yazdım. Özellikle kötünün yarattığı trajediyi anlamaya
çalışırken, Camus’den, Dostoyevski’den faydalandım. Romanı kullandım
sayılır. Romanda her şey, nedenleriyle uzun uzun anlatılmıştı. Bense
insan varoluşunu ele alırken nedensizliklerin de nedenler kadar önemli
olduğunu düşünen biriyim. Ben daha Nietzschevari düşünüyorum. Bir neden
olmaksızın da birçok şey olabilir. İnsanın acziyeti de daha çok buradan
gelir. Bir Müslümanın, bir Marksistin, bir Katoliğin, yollar farklı da
olsa, dünyaya gelmenin bir nedeni olduğu konusunda birleşirler. Ben
nedenlere inandığım kadar, bir şeyin neden olmaksızın da
gerçekleştiğini düşünüyorum. Bir iyilik gördüğümüz zaman da içimizde
bir kötücül yan çıkar ve kötülük yapabiliriz. Zaten bu yüzden kendimi
yabancı ve kenarda duran adam olarak görüyorum.
Masumiyetve Kader filmlerinde ölüme kadar götüren tutkulu bağlılığın da bir nedeni yoktu...
Kader’i
Batı’da izleyip etkilenen insanlar dahi şu soruyu sordular, “Her şey
tamam da, bu çocuk niye bu kadar bu kızın peşinde?” Bir açıdan doğru.
Konuştuğumuz konuya ilişkin iyi bir örnek. Beni başka sinemacılardan
ayıran, beni en iyi ifade eden durum bu. Ben bununla ilgilenmiyorum.
Bazı şeyler nedenleriyle değil sonuçlarıyla yaşanmak zorundadır.
Budalaca cevaplara ulaşmak marifet değil.
Amatör oyuncularla da çalışabiliyorsunuz, tiyatrocularla da...
Her
projeye o proje özelinde bakarım. Çünkü kafamızdaki genel fikirlere
eylemi hapsetmeye kalkarız. Onlar oturmayınca bu sefer de darmadağın
olur. Bu tip konuları pratik ve somut ele almak lazım. Öyle bir
angajmana durduk yerde girip herhangi bir statükonun, bir meslek
grubunun savunucusu olmaya gerek yok. Her film özel bir çabayı,
spesifik bir ilgiyi gerektirir. Her oyuncu benim arkadaşımdır,
sevgilimdir, düşmanımdır, severim sevmem. Hayattaki gibi. Öyle olmalı
ki bir şeyi hak ettiği ölçülerle yapabilelim.
Kıskanmak’ta Berrak Tüzünataç’ın filmin önüne geçmesinden korkmadınız mı?
Düşünmem
ben öyle şeyleri. Garsonu da oynatabilirim, onu da. Benim o insanın
yüzünde ne bulduğuma, o rolle nasıl bağlantı kurduğuma,
oynayabileceğine kanaat getirmemle ilgilidir. Bir futbolcuyu da
oynatabilirim, bir siyasetçiyi de. Zaman zaman aklıma da gelmiyor
değil. Kaldı ki, Berrak’ın medyada bir algısı var. Bu Berrak yüzünden
mi oldu, medyanın ilgisinden mi bilemem. Benim tanıdığım Berrak oyuncu
olmak isteyen, bu konuda zamanını, kafasını, ruhunu sonuna kadar
zorlayan biri. Benim için Berrak Tüzünataç bu yönüyle vardır, öbür
yanını bilmem bile.
Sinema, sıkıntıları konuşmaktan artık vazgeçmeli
Türkiye’de sinemada, sponsorluk, sermaye azlığı konuları sürekli gündemde...
Bu
konunun tartışılmasından yana değilim. Türkiye’deki böyle bir yaklaşım
egemen oldu. Bence birinci sorun iyi film yapma sorunu. Bu ülkede pek
çok insanın yaşadığı sıkıntılardan daha fazla bir sıkıntı değil bu. Bu
tip filmler yapmak böyle bir ülkede lükstür. Bu lükse sahip olduğum
için sıkıntıları öne çıkarmak yerine, şükrediyorum. Bu konuda işkence
de çeksek bunları ortaya sürmemeliyiz. Bu kötü bir mazlumiyet
duygusundan, gereksiz bir önyargıdan ya da iyi bakış oluşturmaktan
başka işe yaramıyor. Hiç gerek yok. Neden başka sektörlerin sıkıntıları
bu kadar pornografik şekilde yansımıyor da sinemacıların ki ortada?
Yenilse bile Beşiktaş’ı sorgulamam
“Tek inancım Beşiktaş” diye düşündüğünüz doğru mu?
İnançsızlık
ahlaki olarak kendimi koyduğum yer. İnsan başta kendisi olmak üzere,
önüne konan her şeyi sorgulama gücüne sahip olmalı. Böyle bir nokta
insanı inançsızlığa götürüyor. Her şeye karşı. Ben böyle biriyken,
böyle düşünürken kendimle çok çelişiyorum. Beşiktaş’a böyle bir bağım
var. Bunun bir nedeni de yok. Zaten Beşiktaş’ı nedenleri ortaya
çıkararak anlayamayız. Her şeyi sorguluyorum, bir tek onu
sorgulamıyorum.
Yenildiği zaman da sorgulamıyor musunuz?
Tabii,
tabii. Özellikle o zamanlar. Bütün maçları izliyorum. Her yıl
deplasmanların yarısına giderim. Çarşı Grubu’ndan açıkçası dışarıdan
göründüğü kadar etkilenmiyorum. Benim için Beşiktaş için kafa ve
gırtlak patlatan, fedakârlık yapan insanlar. Yaratıcılıkları ortada ama
ben daha çok yalnız ve kendilerini başka türlü ifade eden
Beşiktaşlıları seviyorum. Grupları boş verin, tek tek inanılmaz
insanlar var. Çarşı da bu zamanlarda daha içe dönük olmalı bence.
12 Eylül’de cezaevine girmiştiniz, şimdi yaşanan geçmişle yüzleşme tartışmalarına ne diyorsunuz?
Hesaplaşmaya
27 Mayıs’tan başlanmalı. Bu tip çabaları destekliyorum. Fakat şöyle bir
pay bırakarak, daha ideal olanı, olması gerekeni bilip de bu ülkenin,
bu kötü ve aşağılık koşulları içerisinde o ideal olana değil de; o
basit olana kurnazca olana razı gelinmesi savunulacak mesele değil.
Yanımızda hakkı yenen bir insanın olmasının her şeyden önce ahlakla
ilgili bir yanı vardır. Bu ülke böyle bir ülke. Çok sevdiğim bir ülke
bir yanıyla, bir yanıyla böyle.
Masumiyet’in sonunda Koma Amed’in Evare şarkısı vardı. Bu tercih de, o dönemde çok cesurdu...
O dönem İnsan Hakları Derneği’nde çalışıyordum. Arkadaşlarımdı onu söyleyenler. Masumiyet’i
filmin geçtiği gibi bir mekânda çekiyorduk. Pavyoncular, Kürtler vardı,
o vardı bu vardı. Yılmaz Güney’ler, üç hilaller, Apo’nun resmi.
Birbirine tezat şeyler aynı anda bir yerde. Gerçeğe sadakat böyle bir
şey. Kafasında angajmanları olmayan, basit ve kuru gerçekle ilgilenen
herkes Basmahane’de ya da Beyoğlu’nun arka sokaklarında gezerken, bunu
fark edebilir.
Sinemayı bırakır mısınız?
Baktım
kamburum haline geliyor, yapamıyorum çeker giderim. Mecbur muyum sinema
yapmaya? Sinemada mutlu olduğum iki şey var, geceleri sahneler gözümde
canlandıkça mucizevi geliyor. Bir de kimse için hiçbir değer
taşımayacak kadar soyut, her gün her insanın aklına geçen bir
düşüncenin giderek hikâyeye dönüşmesi, sonra çekilmesi inanılmaz.
İnsanların önüne koyuyorum, nefret ediyorlar, seviyorlar. Benim için
sinemanın tek mucizesi budur. En büyük acı bile unutuluyor, oysa
olmayan bir şey gerçek haline gelip, yıllarca kalıyor. Bu inanılmaz...