"Sağdaki partilerin, Türkiye'nin ideolojik atmosferinde yarışa birkaç tur önden başladığını düşünebilirsiniz. Buna karşılık sol partilerin, sırtlarındaki yükle, üç tur arkadan gelip bunları geçmesi bekleniyor. Pek eşit bir yarışmış gibi gözükmüyor doğrusu..."
Bu görüşler, Sabancı Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi'nden Siyaset Bilimi Profesörü Ersin Kalaycıoğlu'na ait.
Türkiye, genel seçim izlenimi veren 30 Mart yerel seçimlerine, uzun süredir devam eden toplumsal kutuplaşma atmosferinde girdi ve AKP bir seçimi daha kazandı. Türkiye siyasi hayatına ilişkin daha sağlıklı bir bakış açısına sahip olabilmek için tarihsel gelişmelerle günümüz politik hayatına ilişkin bağlantıların kurulması ve bu bilgiler ışığında geleceğe yönelik tahminlerde bulunmak daha doğru değerlendirmelere temel oluşturabilir.
Bu nedenle Prof. Ersin Kalaycıoğlu ile son siyasal ve toplumsal gelişmeleri, tarihsel arka plan ışığında konuştuk. Kalaycıoğlu, Türkiye'de iki farklı "iyi toplum imgesi"ne dayanan seçmen bloklaşması bulunduğunu, bunlardan birinin geleneksel yaklaşım, diğerinin ise daha liberal bir anlayış olduğununun altını çiziyor. İki farklı iyi toplum imgesinin Lale Devri'nden beri mücadele içinde olduğunu belirten Kalaycıoğlu, daha otoriter bir çizgiye evrildiğine işaret ettiği Türkiye'de koalisyon hükümetlerinin uzlaşamayan farklılıkları bir araya getirmesi nedeniyle demokrasiye daha uygun olduğunu vurguluyor.
Bugün için çatışma halinde olan taraflar arasında bir uzlaşma ihtimali görmediğini belirten Kalaycıoğlu, cemaatin AKP içinde fazla gücünün bulunmadığının görüldüğünü, AKP temsilcilerinin çatışmadan yarar yarar gördüklerini düşündüklerini belirterek "Bunu sürdürmemeleri için bir sebep yok" diyor.
'Muhafazakâr partilerin doğal üstünlüğü bulunuyor'
Prof. Kalaycıoğlu'na yönelttiğimiz sorular ve cevapları şöyle:
- Seçim sonuçlarını nasıl okuyorsunuz?
Beklenmedik bir sonuç ortaya çıkmadı. Türkiye'nin seçmeni ideolojik bir yaklaşımla oy kullanır. Türkiye'de ağırlıklı olarak muhafazakâr bir seçmen yapısı var. Dolayısıyla kendisini muhafazakâr olarak tanımlayan siyasi partilerin her zaman doğal bir üstünlüğü bulunuyor. 1990'lı yılların ortalarından itibaren çok çeşitli ulusal ve uluslararası sebepler bizde muhafazakâr bir çoğunluk üretti. Oy kullanma konusu ideolojik yaklaşımla yakından ilgilidir. Bir diğer önemli nokta ise ekonomik tatmin konusu. Ekonomik tatmin algısı seçmenin iktidardaki partinin geçmişte izlemekte olduğu politikaları değerlendirmesi, gelecekte hem iktidardaki partinin, hem de diğer partilerin nasıl bir yol izleyeceğine ilişkin değerlendirmeleri oy verme konusunda önemli rol oynar. 2012 ve 2013 yıllarındaki ekonomik yavaşlama ve bu yılın başında da bu eğilimin sürmesi sebebiyle ekonomik tatminde azalma gözüküyordu. Bu sebeple AKP'ye verilen oyun, 2011'e göre, yedi puan azalmış olduğunu görüyoruz. MHP, BDP ve HDP'nin toplamına verilen oyun hafif yükseldiğini, CHP'nin oyununun yüzde 26'da kaldığını görüyoruz.
- İl genel meclisleri sonuçlarını baz alarak söylüyorsunuz.
51 ildeki il genel meclisi seçim sonuçları, 30 bütün şehir sonuçları içerisinde de ilçe meclislerine verilen parti oyunun toplamını esas alarak bakıyorum. Bu toplamda AKP yüzde 43, CHP yüzde 26, MHP yüzde 18 düzeyinde gözüküyor. Bu oranlara baktığınızda AKP'nin oyunda 2011'e göre gerileme olduğu ortaya çıkıyor.
- Bunun temel sebebinin ekonomideki yavaşlama olduğunu mu ifade ediyorsunuz?
Ekonomik tatmin algısının 2011'e nazaran negatife dönmesinde görüyoruz. Ekonominin seçmenin oy tercihlerinde etkili olduğunu görüyoruz. Fakat AKP'nin yerel seçim performanslarını karşılaştırırsanız, daha iyi bir sonuç aldığı anlaşılıyor.
- Yerel seçim ama, aslında genel seçim havasında geçti.
Seçim sonuçlarını nasıl mukayese edeceğiniz belli değil. İsteyen istediği şekilde mukayese ediyor. Ama benim görebildiğim kadarı ile her iki seçimle de mukayese edilebilir. 2009'a göre iktidar partisi daha başarılı gözüküyor, 2011'e nazaran daha başarısız gözüküyor. Nereden bakacağınıza bağlı.
'Seçmen için refah, yolsuzluktan daha öne çıkıyor'
- Yolsuzluk iddialarının Türk seçmeni üzerinde çok güçlü bir etkisi olmadığı görülüyor diyebilir miyiz?
Hiç şüphesiz. Zaten böyle bir etki de beklenmiyordu. Esas itibarı ile seçmenin bir kısmı Türkiye'nin önemli sorunları arasında yolsuzluk olduğunu belirtiyor. Son zamanlarda yapılmış saha araştırmalarında bu durum ortaya çıkıyor. Ali Çarkoğlu ile birlikte yapmış olduğumuz bir saha araştırması var. Orada açık uçlu olarak sorduğunuzda, yani seçmene tercihler vermediğinizde, "Türkiye'nin en önemli sorunu nedir" diye sorulduğunda yüzde 18 civarında bir seçmen "yolsuzluk" cevabını veriyor. Bu oran geçtiğimiz yıllarda, 2010 ile 2013 yılları arasında, yüzde 1-2 düzeyinde bulunuyordu. Demek ki 9-10 katlık bir artış gerçekleşmiş.
- Ama iddiaların nihai karar üzerine etkisi pek olmadı.
Seçmenin, yolsuzluğun getirmiş olduğu durumu nasıl algıladığına ilişkin hem Türkiye'de, hem de yurtdışında çok sayıda siyaset bilimi araştırmaları var. Bu çalışmalar gösteriyor ki; seçmen için ekonomik refah çok daha büyük öncelik taşıyor. Yolsuzluğun araştırılmasına yönelik girişimlerin ekonomik refahı etkileyebileceği, istikrarsızlık yaratabileceği endişeleri, bu gibi karar verme durumlarında, yolsuzluk konusunu olabildiğince arka plana atıyor. Bizde de bu konu, bu yüzden, şimdilik ertelenmiş gibi gözüküyor. Fakat gündemden tamamen düşmüş, seçmenin hiçbir şekilde dikkate almadığı bir olgu olarak görmemek lazım. Seçmenin aklının geri planında mevcutmuş gibi gözüküyor. Aksi takdirde bize verilen cevaplarda, yüzde 2'den yüzde 18'e çıkan, 9 katlık bir yükseliş söz konusu olmazdı. Seçmen, olgunun farkında, izliyor ama şimdilik oy kararı ondan etkilenmiş değil.
'Lale Devrin'den beri çatışan iki blok var'
- Türkiye'de uzun süreli yaşanan kutuplaşma sürecinden geçilerek seçimlere gidildi. Türkiye politik hayatına ilişkin projeksiyonunuzu öğrenebilir miyim?
Türkiye'de kutuplaşma arka planda zaten her zaman mevcuttur. Çünkü Türkiye'de iki tane farklı, “iyi toplum imgesi”ne dayanan seçmen bloklaşması var. Biri geleneksel toplum anlayışına dayanıyor. Bu anlayışın içinde muhafazakâr aile değerleri var, dindarlık var, yaşlılara hürmet var, kadının evdeki ağırlığını vurgulayan birtakım değerler var. Bunun karşısında ise bilimi ve insan aklını ön plana koyan iyi toplum imgesi var. Her ikisi de Lale Devri'nden beri çatışıyorlar, yeni değil. Zaman zaman biri üstün geliyor, zaman zaman diğeri. Şimdi geleneksel, muhafazakâr iyi toplum unsurlarının toplumda daha etkili olduğu bir dönemden geçiyoruz. Aynı zamanda da bu gelişmenin siyasette de yansımalarını görüyoruz. Bu durumun bugünden yarına değişmesini beklemiyorum. Bizimle beraber daha çok uzun yıllar devam edecek gibi gözüküyor. Ama bunun üzerinden çoğunlukçu bir siyaset anlayışı ile siyasette farklılığı daha fazla vurgulayan, ayırımı derinleştiren, aradaki herhangi bir bağ kurma girişimini engelleyen bir yaklaşım sergileyen AKP iktidarı ve Başbakan'ın yönetimi söz konusu. Onun yaratmış olduğu bir Türkiye görüntüsü var. Başbakan'ın kendisinin adı konmamış bazı gizli güçler tarafından tehdit edildiği, dolayısıyla mağdur edildiği, yapacağı şeylerin engellendiği ve hatta mağdur edildiği izlenimini doğurarak bunun üzerinden oy devşirmesi şeklinde bir seçim kampanyası götürüyor. Bu seçim kampanyası da büyük başarı kazanıyor.
- Ama toplumda derin ayrılıklar görülüyor
Toplumda zaten ayrılıklar var. Biraz önce ifade ettiğim iki ayrı iyi toplumsal imge üzerinden bakacak olursak, bunun uzantısı olan laik-anti laik bölünmesi var. Bu iki dünya görüşü, taban tabana zıt dünya görüşleri. Bir tanesi çok muhafazakâr, diğeri ise daha çok insan aklına dayalı olan, daha liberal dünya görüşüne sahip, insanların kendi çabalarına dayalı değişebilecekleri varsayılan, seküler değerlere dayanan görüş. Bunlardan hareketle farklı bölünmeler gerçekleşiyor. Zaman zaman üç- dört tane seçmen bloku oluşuyor. Zaman zaman bunlar parçalanabiliyor, zaman zaman birleştirilebiliyor. Başarı ile birleştirilebildiği bir dönem görüyorsunuz.
- Türk toplumundaki farkı yapıları özetleyebilir misiniz?
Son yüz yılda bu arka plandaki kültürel fay hattının dışında ve ondan da etkilenerek oluşan çeşitli bloklaşmalar ortaya çıktı. Türk etnik milliyetçileri var. Kürt etnik milliyetçileri var. Laikler var. Farklı mezheplerde olanlar var. Sünni mezhebi özellikle de Hanefiler, kısmen Şafiler. Buradaki farklılıklar da bu hayat biçimleriyle bağlantılı olarak zaman zaman önem kazanıyorlar, zaman zaman geri plana düşüyorlar. Kolaylıkla ana çatışma eksenine eklemlenerek, daha yakıcı, daha siyasete odaklayıcı, aynı zamanda geniş kitleleri seferber edici özelliğe dönüşebiliyorlar.
- Eski İngiltere Dışişleri Bakanı James Balfour, "İngiliz demokrasisinin kurulduğu temeller üzerinde fikri farklılıklar yoktur, bu yüzden ayrıntılarda sonsuza kadar tartışabiliriz" demişti. Bizde ise temel değerler açısından farklılıklar olduğu için, uzlaşma da daha zor oluyor sanırım.
Asıl sorun farklı yaşam biçimlerine ilişkin olarak ortaya çıkabilecek olan, ayrışmalar ve çatışmalar konusunda nasıl bir yöntemle bu ayrışma ve çatışmalarla mücadele edebileceğimiz konusunda uzlaşabilmek, anlaşabilmektir. Uzlaşabileceğiniz şey hangi yönteme göre, ne şekilde bu farklılıkların çatışmaya dönüşmesi durumunda bu çatışmayı çözmeye çalışacağınızdır. Bunlar üzerindeki uzlaşmalar dahi, Türkiye'de daha henüz teşekkül etmiş değil. Onun için birçok konu gündeme geldiğinde, ilk hareket noktalarına kadar varan ayrılıklar gündeme taşınıyor. Son derece derin bir şekilde birbirinden ayrılmış olan insanların birbirlerine karşı cephe alması gerçekleşiyor. Onları ne kadar katı hale getirirseniz de ona göre oy bölünmesi üretmeye başlıyorsunuz. Ve bu ayrışmaları dondurabildiğiniz ölçüde de, belli grupların daha fazla temsil hakkına sahip olması, daha güçlü hale gelmesini becermiş oluyorsunuz. Anayasa yapımı, anayasada uygulanacak özellikler, demokrasi ile hareket edecek miyiz, edeceksek bunun yöntemi nasıl olacak? Bu gibi hususlarda uzlaşmamız gerekiyor. Bir daha bunları tartışmayacak şekilde uzlaşmamız gerekiyor ki böyle farklı dünyaların bir arada yaşaması olgusu ile Türkiye'yi zora sokmadan var olabilelim. Oysa bunu şu ana kadar becerebilmiş değiliz. Bir ateş yaktığınızda kendinizi de, evi de ısıtabilirsiniz ya da kendinizi de evi de yakabilirsiniz. Birincisi becerip, ikincisini yapmamak için bir ortam hazırlamanız lazım.
- Yusuf Akçora, 2. Meşrutiyet Dönemi'nde, Üç Tarz-ı Siyaset adlı eserinde, Türkçülük, İslamcılık ve Garpçılık akımlarından bahsetmişti. Buna Kürtçülüğü de eklersek bu akımların içinde çatışma içinde olan bir toplum halen devam ediyor diyebilir miyiz?
Şüphesiz. Geçmişten bize intikal etmiş olan ideolojik akımlar ama alttaki temel ayırımla büyük ölçüde örtüşüyorlar. İdeolojik akımlardan hangisine daha yakın duracağınızı, bir önceki argümanımda söylemiş olduğum gibi, farklı toplum imgeleri konusundaki yetiştiriliş biçiminiz, eğitiminiz, dünya görüşünüz vs belirliyor. Temelde o ideolojilerden hangisini tercih edeceğiniz hususunda doğmuş ve büyümüş olduğunuz ortam, aldığınız görgü, kısacası toplumsallaşma süreci başından itibaren etkili oluyor.
'AKP çatışmadan yarar gördüğünü düşünüyor, niye değişsin'
- O zaman geleceğe yönelik olarak bir uzlaşma ihtimali gözükmüyor diyorsunuz.
Tarafların uzlaşma istemesi için bir sebep yok. Özellikle de şu anda kendini galip olarak kabul eden çeşitli AKP temsilcileri sonuçta bu çatışmadan büyük ölçüde yarar gördüklerini düşünüyorlar. Bu havayı sürdürmemeleri için bir sebep yok. Çünkü bu havayı sürdürdükleri sürece yüzde 38-50 arasında değişen oranlarda oy alıyorlar. Niye değiştirsinler ki bu yaklaşımı?
- Fakat o zaman toplumsal huzursuzluklar devam ediyor...
Şüphesiz, ama ne zararı var? Siz iktidarda olduğunuz müddetçe istenilen her şey, her türlü huzursuzluk devam edebilir. Sizi devirmeyeceği sürece, herhangi bir şekilde sizin iktidarınıza bir tehdit oluşturmadığı müddetçe bu tür tartışmalardan olsa olsa yarar görürsünüz. Bu tür bir çatışma ortamı ekonomiyi zedeler, toplumu veya yeterince geniş kitleleri siyasal olarak aleyhinize döndürüp hareketlendirirse bunların size bir siyasal bedeli olacaktır.
'Türkiye daha otoriter bir yapıya evriliyor'
- Türkiye'de, son dönemde, otoriter tonun güçlendiğini gözlemledik. Demokratikleşmeyi otoriterlik ile demokrasi arasındaki yolculuk olarak tanımlarsak, demokratik çerçevede bakıldığında Türkiye hangi noktaya doğru hareket ediyor?
Türkiye daha otoriter yapıya doğru evriliyor. Özellikle yargı bağımsızlığının fiilen ortadan kaldırılmış olması, yargının yürütmenin emrine girmiş olması, Başbakan ve onun aracılığıyla Adalet Bakanı tarafından yargıdaki atamaların, yükseltmelerin, görevden almaların kararlaştırıldığı bir sistem haline dönmüş bulunmamız, bunların hepsi ciddi problemler. Basının büyük ölçüde yürütme tarafından baskı altında tutulması ve zaman zaman gayet dramatik sansür uygulamalarının yapılması, ekonomiye aynı espri ile müdahale ediliyor olması ciddi sorunlar. Bir iktisadi zorluk döneminde faiz ayarlamasını beceremediler. Çünkü böyle bir kararın Başbakanlık ofisinden onaylanması gerektiği ortaya çıktı. Bu kadar merkeziyetçi bir yapıyla siyaseti organize etmeye başladığınız zaman Merkez Bankası gibi özerkliği olan kurumların çalışmasına fırsat vermiyorsunuz demektir. Aynı zamanda hükümetin, özellikle yürütmenin yasama, yargı ve diğer kurumlarca dengelenmesi ve denetlenmesi gerçekleşmiyor demektir. Hükümetin ve özellikle yürütmenin dengelenmesi ve denetlenmesinin olmadığı bir rejim demokrasi olarak kabul edilemiyor artık. Yeni bir tanım da değil. 18. Yüzyıl'ın sonundan itibaren, Amerikan Anayasası'nın oluşumundan itibaren, böyle bir ortamı demokrasi olarak kabul etmiyoruz. Onun için Türkiye'yi demokratikleşmekte olan bir ülke olarak varsayıyoruz.
- Otoriterlik ile demokrasi arasında bir yerde mi bulunuyor?
Otoriter olma özelliklerinden demokrasi olmaya doğru geçme iradesi gösteren bir ülke olarak tanımlıyoruz. Demokrasiye geçme iradesi zaman zaman sadece bir hevese indirgeniyor, zaman zaman daha güçleniyor. AB ile ilgili reformları yaptığımız zaman, Kopenhag kriterlerine yaklaştığımızda daha demokrasiymiş gibi bir görüntü alıyoruz. Bunlardan uzağa savrulduğumuzda daha otoriter bir yapıya doğru dönebiliyoruz. Şu anda böyle bir dönemdeyiz.
- Kısa ve orta vadede yürütmenin dengelenme ihtimali gözükmüyor diyebilir miyiz?
Şu anda gözükmüyor.
'Türkiye'de koalisyon demokrasiye daha uygun'
- Türkiye'nin koalisyon hükümetlerinin yönetiminde karar alma konusunda problemler yaşadığı, çatışmalar çıktığı düşünülüyor. Öte yandan tek parti iktidarının seçimleri kazanması durumunda da otoriterleşme eğilimine girdikleri görülüyor. Bir türlü uzlaşmacı yaklaşım olamıyor. Sizin bu konudaki değerlendirmelerinizi öğrenebilir miyim?
Bir parti hükümeti, temel itibarı ile merkezdeki gücü maksimize etme eğilimi içine giren bir niteliktedir. Esasında Türkiye için koalisyon hükümeti, demokrasiye daha uygundur. Çünkü koalisyon hükümetlerinde demin bahsettiğim derin ayrımın farklı taraflarından gelen siyasi partiler bir arada yer alabilirler. Oradaki problem; partiler, koalisyon hükümetini geçici bir baş belası olarak gördüler ve bir an önce birbirlerinden kurtulmanın yolunu aradılar. Birbirlerini ekarte etmeye uğraştılar. Özellikle aynı ideolojik pozisyonda bulunan partilerin bir hükümeti kurmayı ve bir arada yaşamayı beceremediklerini gördük. Bir tanesi diğerini kendi arsasına gecekondu kondurmuş olarak algılıyordu ve yok etmeye çalışıyordu. Bu koalisyonlar yaşamadı. Örneğin ANAP-DYP koalisyonu çok hızlı çöktü. Batı'da gördüğümüz türden ideolojileri yakın partilerin çalışması bizde pek mümkün olmadı. Öte yandan birbirinden farklı ideolojilere sahip DSP- MHP- ANAP hükümeti büyük bir ekonomik krizle uğraştı, o krizden çıkmamızda çok önemli kararları o hükümet almıştır. Kemal Derviş'in kurmuş olduğu ekonomi modelini Türkiye yakın zamana kadar kullanarak güçlendi. Koalisyon hükümetlerine başarısız demek gerçekle pek uyuşmuyor. Öbür taraftan parti hükümeti olarak kurulan hükümetler partinin gücünü daha da artırma, bütün sistem üzerine hegemonya kurmaya yöneliyorlar. Bu da demokrasinin bir anlamda dışına savrulmamız sonucunu getiriyor.
'Cemaatin AKP içinde fazla gücü yokmuş'
- Parti içi demokrasi de sağlıklı bir şekilde işlemiyor.
İşlemiyor, çünkü bu partiler Avrupa'daki gibi demokratik geleneklerden gelen, içeride çeşitli hiziplerin olduğu ve bunların koalisyonu niteliğinde partiler değil. Özellikle AKP çok yeni kurulmuş bir parti. Bir lider partisi görüntüsü veriyor. Lider çok büyük rol oynuyor gibi gözüküyor. Bir Kürt hizbi var, etkili olduğunu gördük. Hem 1 Mart tezkeresinde, hem de Erdoğan BDP'yi kapatmaya kalktığında direnç gösterdiler. Onun dışında başka etkili bir hizip varmış gibi gözükmüyor. Gülen cemaatiyle yapılan çatışmada 7-8 AKP milletvekili istifa etti. Belki onları küçük hizip olarak algılayabilirsiniz. Ama onların partinin içinde fazla gücü yokmuş. Oysa bir Alman Hıristiyan Demokrat Partisi veya Hıristiyan Sosyal Birlik Partisi'nde derin tarihsel kökleri olan, gayet güçlü gruplaşmaların varlığından bahsedebilmek mümkün. Onların dengesini korumak zorunda olan liderler var. O denge lideri denetliyor. Parti grubu, aynı zamanda,yasama organında bir denetim aygıtı konumunda. Bizde ise parti grubu sadece alkış vermekte, desteklemekte. Hiçbir şekilde liderliği denetleme görevi göremiyor. Zaman zaman Demokrat Parti ile AK Parti karşılaştırmaları yapılıyor. Demokrat Parti, Başbakan'ı denetleyebilen bir parti örgütüne sahipti. Meclis'teki parti grubu toplantıları, özellikle denetim işlevi gören toplantılar, basına kapalı olarak yapılırdı ve etkiliydi. AKP'de böyle bir şey göremiyoruz.
'Demokrat Parti denge ve denetimde daha iyiydi'
- DP, demokratik açıdan daha ilerideydi denilebilir mi?
Hiç şüphesiz. Demokrasinin çalıştırılması açısından, dengelerin ve denetlemelerin çalışması açısından çok daha etkiliydi. Parti grubu bakanları istifaya zorluyordu. Bakanların daha düzgün, daha etkili çalışmasını sağlıyordu. Şu anda ise bakanlar Başbakan'ın sekterleri mahiyetinde çalışıyorlar. Başkanlık sistemi gibi bir durumdayız. Çok farklı iki yapıdan bahsediyoruz. DP, parlamenter sistemin temel bir partisi niteliğindeydi. AKP ise ne parlamenter, ne başkanlık sisteminin partisi gibi, acaip bir yapı. Henüz gelişmemiş durumda. Programları yerli yerine oturmamış, denetim işlevi göremeyen bir içerikte. Daha kendisi, partiden çok, hizbe benziyor. Daha çok çıkar etrafında oluşmuş bir gruplaşma görüntüsü arz ediyor. DP gibi bir kurumsal, kendi ideolojisini savunan partiymiş görüntüsü vermiyor. AKP'nin kurumsallaşması henüz düşük düzeyde. Biraz demokrasi ile bağlantısı sorunlu ideolojik pozisyondan gelme, Milli Görüş kökenli olmasının da etkisi var. Ne kadar demokrat belli değil. Demokrasiyi sadece oy alma olarak görüyor. Demokrasiyi oya indirgediğinizde, demokrasinin temel kurumları olan yasama, yürütme, yargı; bunların arasındaki denge, denetim işlevlerinin çalışması, sınırlı hükümet, medyanın haber alma özgürlüğünün korunması, bireysel özgürlükler, siyasal katılımın genişlemesi gibi demokrasiyi tanımlayan olguların hepsi arka plana atılıyor. Böyle olunca seçimler, demokrasi ile otoriter rejimi ayıran bir ayraç niteliği taşımamış oluyor. Dünyadaki gelişmelere baktığımızda, 20. Yüzyıl'da, birkaç istisna dışında, bütün otoriter rejimler seçimle iktidara gelmiştir. İspanya İç Savaşı dönemini istisna olarak gösterebiliriz . Onun dışında Mussolini, Hitler seçimle iş başına gelmiştir. Daha yakın tarihlere gelecek olursak, Venezuela’da Başkan Chavez seçimle iş başına gelmiştir. Putin seçimle iş başına gelmiştir. Seçimin demokrasinin seçimi olabilmesi için hem özgür, hem hakça, hem de demin saymış olduğum bütün kurumların çalışmasını (yasama- yürütme-yargı, özgürlükler; basın özgürlüğü, dernekleşme özgürlüğü, korkusuzca eleştirebilme özgürlüğü, aday olma özgürlüğü) mümkün kılacak bir sonuçla hayata geçmesi zorunludur.
'CHP'nin bulunduğu ideolojik pozisyonda fazla oy yok'
- CHP'nin bir türlü istenen düzeyde oy alamamasında, liderden daha ziyade toplumun kendini daha sağ yapı içinde tanımlıyor olmasının etkisi olduğunu söyleyebilir miyiz? Öte yandan, gerçi Soğuk Savaş döneminde ve sol ideolojinin güçlü olduğu dönemdi ama Bülent Ecevit 1970'lerde iki kez seçim kazanmıştı. Bu konudaki değerlendirmeleriniz nelerdir?
CHP'nin bulunduğu ideolojik pozisyonda fazla oy yok. En büyük sorunu bu.1970'lerde, sol ve sağ kavramları daha yeniyken seçmenin beşte biri solda, beşte biri sağdaydı. Çoğunluk ise merkezde yer alıyordu. Siyasal partilerde merkeze doğru bir eğilim söz konusuydu. Bu da biraz daha istikrarı sağlayıcı bir gelişmeydi. Oradan oy alınabilmesi daha kolaydı. Bu durum 1990'lara kadar sürdü. Şimdi ise merkezde seçmenin hemen hemen dörtte biri bulunuyor. Beşte biri veya daha azı solda yer alıyor. Geri kalan çoğunluğu ise kendini sağda konumlandırıyor. Dolayısıyla sağdaki partiler seçim kampanyası yapmasalar bile yüzde 25-30 oy alabilecek durumdalar. Buna karşın CHP sol parti olarak algılandığı için etkili bir seçim kampanyası yapsa dahi yüzde 25-30 oyu ancak çıkartabilecek durumda gözüküyor. Lider etkisi olabilir tabii; liderin kişiliği, sevecenliği, insanlara ulaşma yeteneği, onları bir şekilde partinin içine çekme yeteneği birtakım farklılıklar yaratabilir. Ama bunların da sınırları var. Çok büyük bir başarı elde edebilmesi mümkün değil. Bülent Ecevit ile karşılaştırma yapmak çok doğru değildir, çünkü Bülent Ecevit'in liderliğe yükseldiği dönemde, Türkiye'de çok ciddileşmeye başlayan bir sendika hareketi vardı. Ecevit de o sendika hareketinin ortaya çıkmasını sağlayan bakan olarak algılanıyordu. Türkiye'de 2,5 milyon sendikalı işçi vardı. Bu da oransal olarak bakıldığında her 5-6 işçiden birine tekabül ediyor. Bu sendikalar, askeri darbe döneminde, zor kullanılarak, sendika liderleri hapse atılarak, bir kısmı öldürülerek yok edildi. Şu anda Türkiye'de 800 bin civarında sendikalı işçi var. Türkiye'nin nüfusu ise, bu dönemde, 1970’lerin 2.5 kat arttı.
- Ciddi anlamda oransal gerileme yaşanmış.
Türkiye'nin halen 26 milyon çalışanının ancak 800 bin civarı sendikalı. Dolayısıyla örgütlü bir işçi hareketine dayanmayan sosyal demokrat hareketi Avrupa'da yok, bu durumda olup da dünyada başarı olan bir sol parti de yok. CHP'nin durumunu 1970'lerle kıyaslayamayız. Bunları aşacak bazı değişiklikler yapabilir mi? Teorik olarak mümkün. Ama bugüne kadar şapkadan tavşan çıkarabilme becerisi çıkartabilecek bir örgütlenme göremedik henüz.
'CHP ideolojisini değiştirebilir'
- Teorik olarak neler olabilir? Sizin anlattıklarınızdan liderden daha ziyade yapısal sorun olduğu ortaya çıkıyor?
Yapısal sorun çok ciddi boyutta. Sağa kayar, ideolojisini değiştirir. Avrupa'daki partiler yaptılar. Mansur Yavaş ile Ankara'da başarılı sayılabilecek bir netice aldı. Türkiye'de pek sınıf olmadığı düşünülürse, daha çok ezilenlerin savunucusu olabilir. Fakat bir dönem, Sosyal Demokrat Halkçı Parti döneminde, Kürt hareketi ile çok yakın bir çalışma yapıldı fakat bu yaklaşım bir nevi bozgunculuk olarak algılandı ve SHP ciddi oy kaybına uğradı. Böyle de maliyeti var. Ama karşılaştırdığınız zaman sağdaki partilerin, siyaseti bir koşu yarışı olarak düşünürseniz, Türkiye'nin ideolojik atmosferinde bu yarışta birkaç tur önden başladığını düşünebilirsiniz. Buna karşılık sol partilerin sırtlarındaki yükle, üç tur arkadan gelip bunları geçmesi bekleniyor. Pek eşit bir yarışmış gibi gözükmüyor doğrusu.