Kültür-Sanat

Canan Tan:Elimi öpen korsan kitapçılar var

En çok okunan yazarlar arasında 5'nci olan Canan Tan'ın korsan kitapları da yok satıyor

06 Eylül 2009 03:00
En çokokunan yazarlar arasında 5'nci olan Canan Tan'ın korsan kitapları da yok satıyor

Forbes dergisinin geçen günlerde yayımladığı, son bir yılın en çok kazanan 20 yazarı listesinde beşinci sırada yer alması dikkat çekti Canan Tan’ın. Aslında onunla ilgili fazla bir şey bilinmiyor. Çok ilgi çekici röportajları da olmamış bundan dolayı . Ancak Canan Tan kitapları, yıllarca raflardan inmiyor, korsan kitap satıcıları, “Çok ekmeğini yedik abla” diye yolunu çeviriyor. Canan Tan, en çok korsanı basılan yazarlardan da biri...

“Camianın şartı” olarak kabul edilenin aksine İstanbul’da da değil İzmir’de, Urla’da yaşıyor. “Sansasyonel bir hayatım” da yok diyen Canan Tan’ın aslında ilginç bir yaşam öyküsü var.Milliyet'in pazar ekinde yer alan söyleşiye göre, Bu yaşam öyküsünden izler, gözlemler kitaplarında hissediliyor.
Eleştirmenlerin ve edebiyat çevrelerinin “edebi” bulmadığı, “piyasa işi” diye nitelendirilen Canan Tan kitaplarını ve onun yaşamını Urla’daki evinde konuştuk.


Çok kazanan yazarlar arasındasınız, yani çok okunuyorsunuz ama sizi yalnızca belirli bir grup, takipçileriniz tanıyor. Özellikle mi buna dikkat ediyorsunuz?

Aslında bu bana devamlı soruluyor. Bunun birkaç nedeni var. 10 yıllık bir yazarın kitap sayısı ve yaşadıklarının basına yansıması farklıdır, birkaç yıllık yazarın farklıdır. Benim 10 yılı geçti ama mizahla başlayıp çocuk kitaplarıyla sürdü. Yazarlık 2003’te “Piraye” ile başlayan bir süreçtir benim için. Bunu düşünürsek demek ki altı yıl. 16 yıl olsa çok daha farklı olacak. Yanı sıra, gerçekten sansasyonel bir yaşamım yok. Düzgün bir aile yaşamım var. Hiçbir malzeme çıkmaz benden. Bir diğeri ise, bunu eksi olarak değerlendirirsek, benim İzmir’de yaşamam... İstanbul’da yaşayan bir yazar olsam farklı olurdu. Belli etkinliklere katılabiliyorum, yüzüm tanınmıyor.

En çok satan, en çok para kazandıran kitabınız hangisiydi?

Ben pek para kazanma konusunu bilmiyorum.


O zaman şöyle sorayım: Para kazanmaya hangi kitapla başladınız?


“Piraye”. Bana profesyonel bir yazar olduğumu ilk hissettiren “Piraye” oldu. Ondan önce İstanbul’a kitap fuarına gidiyordum ve hep cebimden harcıyordum. En çok satan da şimdi “Piraye” gibi görünüyor. 30 baskıyı geçti. Korsanları da saysak yüzlerce baskı olmuştur. Satan olarak değil de okunan olarak düşünürsek yine “Piraye”ydi sanıyorum. “En Son Yürekler Ölür” 10 günde 10 baskı yaptı, üçüncü gün korsanı çıktı. Şu anda 16’ncı baskıda. O hızla gitseydi şu anda kaçlardaydı? Korsanı benim belimi kırdı. Mesela “Piraye”yi alan “Bu kitap neymiş?” diye alıyor. Ağızdan ağıza da yayılıyor. Virütik bir olaymış gibi yayıldı.

Listede okuduğumuz gibi 550 bin TL geçti mi elinize hakikaten?


Forbes dergisi yazdı. Şöyle değerlendiriyoruz. Yayıneviyle konuştum. “Siz bana bu kadar para ödemiyorsunuz” dedim. Orada çok değişik hesaplar var. Ama bu en helal paradır. Hesap yapıldığı zaman stopajı düşürülüyor, vergisi düşürülüyor ve bize düşmüş hali geliyor. Ayrıca yazarların aldığı telif ücretleri farklı. Ben diğer çok satan arkadaşlarıma göre düşük görünüyorum, beşinciyim çünkü telif ücretim düşük. Ama kitap adedinde Orhan Pamuk’u geçmişim. Onun 189 bin, benim 259 bin. Benim için önemli olan okura ulaşmaktı. Ben çok okunan lafını seviyorum. Düşünülenin çok çok üstünde okunan bir yazarım.

Korsanlarla birlikte tahmini bir satış rakam verebilir misiniz?


Dört-beş misli. Geçen sene bir korsan kitapçı bana şunu söyledi: “Sadece bu yaz ben bir kamyon kitabını sattım abla” dedi. “Çok ekmeğini yedim abla” diyen, elimi öpenler, “Bir çayımı iç” diyenler var. Neredeyse bana korsan kitap imzalama günü düzenleyecekler. Geçen yıl Çeşme’ye gittim, yol boyunca çarşı içinde altı-yedi tane kitapçı açılmış. Bunların hepsi korsan kitapçı. Bir tek yasal kitabevi yok ve kitaplar yerden tezgahlara terfi etmiş. İnsanlar da bilmiyor.


“21 yaşında İzmir’den Diyarbakır’a gelin gittim”

Nerede doğdunuz?

Ankaralıyım. Orada doğup büyüdüm...

İlk ne zaman yazmaya başladınız?

Ankara Kız Lisesi’ni dereceyle bitirdim. Çok başarılı bir öğrenciydim, fen kolunu bitirdim. Üniversiteyi 72’ncilikle, ilk 100’e girerek kazandım... Eczacılık fakültesini bitirdim. Ama lisede edebiyat öğretmenimle beraber okul gazetesini çıkaran bendim. Yani o zamandan başlamıştım. Lise son sınıfta, şiir yarışmasında kupam vardı. Hisar dergisinin düzenlediği bir yarışmaydı. Jüri üyelerinden birisi İlhan Berk’ti. Devamlı yazıyordum. Kompozisyonlarım çok iyiydi. Deneme ve öykülerim de vardı. Bir edebiyat öğretmenim fark etti. Evle ilgili bir kompozisyon ödevinde, ikiz kardeşimi yazmıştım. Oysa ben tek çocuğum. “Kurgulama yapabiliyorsun ifadelerin de çok güzel” dedi.

Neden eczacılık fakültesine gitttiniz? Aileniz mi etkili oldu?

Basın-yayın bölümüne gitmeyi istedim. Biraz ailem etkili oldu...

“Eşimle üniversitede tanıştık”

Babanız ne iş yapıyordu? Yazmaya ilgi aileden mi geliyor?


Babam İller Bankası’nda müfettişti. Bakan danışmanlığı da yaptı. Annem lise mezunu. Ama bankacıydı o da. Babamda ilgi vardı. Aziz Nesin okurdu çok. Mizaha ilgimi oradan aldım. Türkiye’deki ilk ve tek kadın mizah yazarıyım. Aziz Nesin ödülü, Rıfat Ilgaz ödülü nereden geliyor? O okuma alışkanlığından. Babam eczacılık bitirmemi, Ankara’da eczane açmamı istiyordu. Ama her şey fakülteden sonra farklı oldu. Eşimle tanıştım.

Fakültede mi tanıştınız?

Üniversitede tanıştık. İki sınıf farkımız var ama arada 6 yaş fark var. Eşim Diyarbakırlı. Ben okulu bitirince 21 yaşımı doldurmadan Diyarbakır’a gelin gittim. Piraye gibi...

Eşiniz ilk aşkınız mı?

Aşka girmeyelim. Bir röportaj yapmıştım. “Siz eşinize âşık mı oldunuz?” diye soruldu. Ben kitaplarımda da ondan söz ediyorum. Eğer insanın beyni, yani zekası yüreğinin önüne geçiyorsa, mantık daha baskın çıkıyorsa o kişinin körkütük âşık olma şansı biraz zayıf. Yani olmayabilir. Ben de kendimi o kategoride görüyorum. Ama tabii ki bazı şeyleri göze alarak Diyarbakır’a gittiğime göre aşk var... Ama orada çıkan başlık şu: “Canan Tan eşine âşık olmadan evlendi”. Güldük, adamcağızım da dedi ki “Ya ben biliyordum da bütün Türkiye öğrendi”. Yani böyle bir gol yememek için ben böyle aşk konusuna çok girmiyorum.

Aileniz evlenip Diyarbakır’a gidişinizi kolay kabul etti mi?

Hayır, tek çocuğum tabii ki. Ama bir de gitmesem ne olacak? Aklım kalacak. Diyarbakır’a gittim, 12 yıl kaldım. İki çocuğum oldu orada. Diyarbakır beni yazın konusunda geri bıraktı. En azından bir 10-15 yıl geri bıraktı.

İzmir’e Diyarbakır’dan gelişiniz nasıl oldu?


Bir doktor arkadaşım vardı. Yedi yıl Diyarbakır’da beraber olmuştuk. Çocuklarımızı beraber büyütmüştük. O buralıydı. Ve buraya geldikten yedi ay sonra kaybettim. Kanserden... İzmir’i çok sevdim. Biz zaten Diyarbakır’a iki yıllığına gitmiştik. Ama evdeki hesap çarşıya uymuyor. 12 yıl kaldık. Çocuklar ilkokulu bitirdikten sonra geldik.

Urla?

İzmir’de oturuyoruz. Urla ise çok hareketli değil. Sakin bir site ve tek başıma kullanıyorum sanki buraları. Bu sessizlikten kitaplar çıkmaya başlayınca değer kazandı. Burası bana biraz inziva yeri gibi geliyor. Okuyup yazdığım, dinlendiğim bir dönem oluyor. Maalesef bu yaz kötü şeyler yaşadım. Ayağım kırılmış ve yanlış bir teşhisle üzerine bastım iki ay.

“Lisede ders kitabının arasında Nazım Hikmet okurduk, yakalansak mahvolmuştuk”

Sizin en beğendiğiniz yazarlar kim? Sizin gibi ilk beşteki yazarları okur musunuz? Orhan Pamuk, Elif Şafak...


Hepsinin bütün kitaplarını okuyorum.

Edebiyat dünyasından kimlerle görüşüyorsunuz? Aranız iyi mi kötü mü?

Muzaffer İzgü, Ayşe Kulin... İstanbul’da olmadığım için tanışmadığım insanlar var ama tanıştığım herkesle de aram iyi. Yıldızım barışıktır. Peşin hükümle kimseye yaklaşmam.

Bir röportajınızda solcu olduğunuzu söylüyordunuz. Politik görüşünüz aynı şekilde devam mı ediyor?

Benim de politik görüşlerim var. Genç kızken lisedeyken, üniversitedeyken etkin bir pozisyondaydım. Zaten “Piraye”nin çizgisi de bellidir. Nazım Hikmet şiirleri de bellidir orada. Ancak ben politik yönümle ortaya çıkmaktan yana değilim. Öğrenciyken olaylara aktif olarak karışmışlığım yoktu. Ama lisedeyken bile kompozisyonlarım çok bıçkındı. “Acaba bu kompozisyon nereye gidecek?” diye merak ederdim. Nazım’ı yasaklı günlerinde okuyordum. Lisede ders kitabımın arasında okurdum. Arkadaşlarım arasında kitap alışverişi yapardık. Yakalansak mahvolmuştuk. Ama hiçbir konuda yasaklardan yana değilim. Türkiye’de komünist partisi kurulmasın diye yıllarca direnildi. Sanki komünist partisi kurulursa herkes komünist olacak. Kuruldu. Bugün örtü, türban serbet bırakılsa herkes türbana mı girecek? Hayır, tam tersi. Belki daha azalacak. Tabu olmaktan çıkacak. Geniş kitlelere hitap eden bir yazarım. Edebiyatçının işlevi budur. Kitap fuarlarında görüyorum, birisi göbeği açık pirsingli, birisi başı örtülü... Birbirlerine okudukları kitabın içindeki Nazım şiirlerini anlatıyorlar. Bu ne güzel bir uzlaşıdır. Bunu sağlamışım kitabımda.

“Piraye’ altı yıldır çok satanlar listesinde”

Yazmakla ilgili ilk ciddi girişiminiz nasıl oldu?

1990’da. Aslında çok fazla ciddi bir girişim değildi. Nasreddin Hoca Festivali’nde yarışmaya bir öyküyle katıldım. Mansiyon aldım. Sonra 1996’da Aziz Nesin yarışmasına dosya gönderdim. Tam anlamıyla mizah öyküsü dosyası. 14 öykü vardı. Basılmaya değer görüldü. Bir yıl sonra ki, ilginçtir bu kadar çok mizah yarışması yapılmaz, bu sefer de Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin Rıfat Ilgaz Gülmece Öykü Yarışması’nda birinci oldum. Ondan sonra da çocuk edebiyatı başladı.
Onunla da kendimi kanıtlamak zorundayım. İzmir Büyükşehir Belediyesi’nden hem roman hem öykü ödülü aldım. “Sokaklardan Bir Ali” çok bilinen bir kitabım. Yani 10’uncu baskılarında. Ardından klasik öyküler başladı. “Çikolata Kaplı Hüzünler”le Altın Kitaplar’a giriş yaptım. Roman istediklerini söylediler. “Diyarbakır’la ilgili bir roman bende yaşıyor” dedim. “O romanı istiyoruz” dediler. “Piraye”ydi bu...

Birinci ay ikinci baskı çıkarken korsanı da çıktı. Genelde bir kitap çıkar, tutunur, altı ay çok satanlar listesinde gezinir, sonra hızla iner. “Piraye” 6 yaşında ve hâlâ çok satanlar listesinde. Hâlâ korsanların en çok satanı. “Piraye”den sonra “Eroinle Dans” yazıldı. Sonra “Yüreğim Seni Çok Sevdi” oldu. O da 2007’nin en çok satan kitabıydı. Sonra “Söylenmemiş Şarkılar” çıktı. “En Son Yürekler Ölür” de geldi. Bu arada başka çocuk kitapları oldu arada. Beni dinlendirecek “Türkiye Benimle Gurur Duyuyor” diye bir mizah öyküsü kitabım oldu.

Futboldan çocuk kitabına, mizahtan aşka kadar geniş bir yelpazeniz var. Bundan sonra bir polisiye roman gelir mi mesela?


Olabilir... Aslında hiperaktif, yerinde duramayan bir insanım. Roman yazdığım sürece kahramanla özdeşleşiyorum. “Piraye”yi yazdığım sürece Piraye’yim. Aslı’yım, Eylül’üm... Ama son noktayı koyduktan sonra Canan’a dönüyorum. Aslında espriyi, gülmeyi seven bir insanım. Ama bir insan 24 saat gülemez de ağlayamaz da. O dengeyi ben kendi içimde kuruyorum. Sadece aşk yazarı olarak tanınmak istemiyorum. Kitaplarımın içinde aşkın yanında çok değişik olgular var. Kitaplarımı okuyanlar görüyor. Örneğin eroin, organ nakli hiç işlenmemiş konular. “Söylenmemiş Şarkılar”ın içinde 14 öykü var. 14 öykünün içinde sadece ikisi aşk öyküsü.

Okurlarınız daha çok erkek mi kadın mı?


Erkek de var kadın da. Erkek okurlarımın çokluğu beni mutlu ediyor.


“Edebiyat TRT’ye çıkıp iki saat havanda su dövenlerin mi elinde?”
Kitaplarınız için söylenen “Edebi değil, piyasa kitabı” eleştirilerine ne diyorsunuz?

Eleştiri kurumuna saygım var ancak çok küstah ve terbiyesizce, seviyeyi düşürerek yapılan eleştiriler var ki bu çok can acıtıcı. Özellikle “Çok satan kitaplar” diye üzerine basıp küfürler yazan eleştirmenlere. Bana ve eserlerime saygı duymuyorsan en azından okurlarıma saygı duyacaksın. Devamlı kadın yazarlara yükleniliyor. Elif Şafak’la başlıyor, Canan Tan’la sürüyor, gidiyor... İstanbul Kitap Fuarı’nda söyleşi başlığı aldım: “Kitapları çok satan yazarları asmalı”. Benim için kim okursa okusun değerlidir. Okur düzeyim de o kadar kötü değil. Herkes okuyor. Edebiyatı bir kriter olarak ortaya kim koyuyor? Edebiyat TRT’nin programlarına çıkıp iki saat havanda su döven, asık suratlı insanların elindeyse, yok ben onlardan değilim. Bana benim okurum, pırıl pırıl gençlerim “Edebiyatın gülen yüzüsün” diyorsa benim için ölçü budur. Eğer edebiyat yaşamım 10 yıl daha sürerse, benim bu gençlerim eleştirmen oldukları zaman göreceğiz ne olduğunu.

“Klavye hızıma yetişemiyor, önce el yazısıyla yazıyorum”


Sizce okurları neyle etkiliyorsunuz? Neyle dokunuyorsunuz insanlara?

Bilmiyorum ama dilin yalınlığı sanıyorum ve içtenliği... Yani zorlama yok. Geniş araştırmalar yapıyorum. “Eroinle Dans”ta AMATEM’den bilgi aldım. Hatta bana “AMATEM’de yattınız mı?” diyenler oldu. İncecik bir bıçak sırtıdır o. Heveslendirmekle özendirmek var. Ona çok dikkat etmek gerekiyordu.

İnsanların “Eroinle Dans”ı okumasını çok çok istiyorum, özellikle bugünlerdeki gelişmelerden sonra. “En Son Yürekler Ölür”de Dokuz Eylül Üniversitesi’ndeki organ nakli koordinatörleriyle konuştum. Adı arabesk diye eleştirildi. Oysa o araştırmalarda en son kalbin durduğunu öğrenmiştim... Örneğin “Piraye”de de gözlemlerim vardı. Belirli bir konu vardı. Diyarbakır vardı....

“Genelde gündüz yazarım, tek şartım evde yalnız olmak”

Oradayken düşünüyor muydunuz “Bir gün bunları yazarım” diye?

Düşünüyordum ama kitabımın adı “Piraye” olmayacaktı. “Kızkısırı” olacaktı. Bu adı taşıyan bir olgu var, bunu gördüm, yaşadım. Ben değildim ama İstanbul’dan gelmiş yüksek öğrenimli bir kadının bir kızı oluyor. Arkadan ufak, tedaviyle geçecek bir rahatsızlık geçiriyor. Ama başka çocuğu olmayınca “kızkısırı oldu” deniliyor ve üzerine çatır çatır kuma getiriliyor. Kitabı yazmaya başlayınca Piraye karakteri ön plana çıktı, adı da “Piraye” oldu.

Bütün kitaplarınızda kendi yaşadıklarınızdan izler var mı?

Fazla değil. Bir insan kendisiyle tek kitap yazar, o da anı-kitap olur. O da yazarlık değildir. Kurgulamayan insan yazmaz. Gözlemlerim olabilir. Gittiğim yerler birebirdir. Bir de okurlarım yavaş yavaş fark ediyor, şiirlerim var kitaplarımda. Bir anlamda kahramanlarıma kiralıyorum şiirleri. Ama bir konu başlıyor bende ve olgunlaşmadan bu bir yıl sürer, iki yıl sürer, üç yıl sürer. “Piraye” gibi 12 yıl sürer. Olgunlaşmadan yazmaya oturmuyorum. Tamamen o sancılı dönem toplanıyor ve ondan sonra yazmaya oturduğum zaman bilgisayarın hızı buna yetişmiyor. Ben oturuyorum, kalemle kağıtla müsvedde kağıtlara son derece hızlı yazıyorum.

Önce kağıda mı yazıyorsunuz?

O hıza klavye yetişemiyor. Yazıyorum, temize çekiyorum. Ondan sonra bilgisayara aktarıyorum. Her kitaptan sonra bel fıtığım nükseder. Yazma sürem, kitabına göre değişiyor. “Kamp dönemi” diyorum bu döneme. Birkaç ay sürebiliyor. “Çikolata Kaplı Hüzünler” altı yılda yazıldı. Demlene demlene.

Yazarken yaptığınız özel şeyler var mı?

Sigarayı 1,5 yıl önce bıraktım. Ondan sonra yazdığım ilk kitap “En Son Yürekler Ölür”dü. Başlangıcında üç günde bir sayfa yazdım. O zaman da “Ben sigarasızlıktan mı yazamıyorum?” diye geçti aklımdan ama onu aştım. Tek şartım yalnızlık. Evde kimse olmayacak. Genelde gündüz yazıyorum. Bazen karakterler bana isyan ediyor ve kalemim beni başka yere götürüyor. Tiyatro oyuncusu gibi, yapımcı gibi hissediyorum kendimi. Hastalıklı bir dönemim oluyor. Yazarken farklı bir kişiliğim oluyor. Farklı bir dünyada, hayal dünyasında geziyor gibiyim. Yani gerçekler biraz daha uzak kalıyor o süre içinde.

“İstanbul beni çekiyor ama gitmek konusunda kararsızım”

Edebiyat camiası çoğunlukla İstanbul’da yaşıyor. Siz de gitmeyi düşünüyor musunuz?
Çok büyük bir baskı var. Kitabı bu kadar çok satan bir yazarın İzmir’de yaşıyor olmasını düşünemiyorlar. İki kez Ankara’dan bana etkinlik için uçak bileti yollandı, ikisi de İstanbul-Ankara. Aslında çok çekiyor. Bilemiyorum zaman içinde ne olur? Günışığına çıkan, çalışmalarımın yüzde 60’ı. Bunun yüzde 100 olması için İstanbul’a gitmek gerekiyor ama kararsızım. İzmir’de yaşıyorum, İzmir’de yaşamaya da direneceğim. Nereye kadar giderse... Bu şehrin dinginliğini seviyorum ben.