Ramazanoğlu'nun Zaman gazetesinde "Yorum" sayfasında "Camilerde kadının yeri neresi" başlığı ile yayımlanan (3 Mayıs 2011) yazısı şöyle:
2008'de Afrika'ya gitmek için sarıhumma aşısı yaptırmak gerekiyordu, Karaköy'deki Hudut ve Sahiller Sağlık Genel Müdürlüğü'ne gitmiştim. Karaköy Yeraltı Camii'nde sahabelerin medfun olduğu bir türbe var.
Gerçi mezarlarının İstanbul'da olduğu söylenen 29 sahabeden hangilerine dair iddiaların doğru olduğu bilinemiyor. Fakat ben aşıdan sonra bir ihtimal, bir hayal de olsa ziyaret etmek istedim ve camiye girip daha Fatiha'mı okumadan genç bir adam, orada durmamamı, kadınların yolu tıkadığını söyledi kaşlarını çatarak. İkindi vakti geçmişti ve kimsecikler yoktu ortada ya neyse, Amr bin As'ın (ra) huzurunda tartışmaya mahal vermemek için uzaklaştım oradan.
Eski bir Bizans kulesinden camiye dönüştürülen kadim yapıda kocaman bir mermer sütunun ardına durup dua etmeye başladım bir şevkle, kimseye bir zararım yoktu, hacmimi de oldukça küçültmüştüm şanlı saadetli geçmişin büyüklüğünü düşünerek. Orta yaşlı bir adam gelip burasının erkeklere ait olduğunu söylediğinde, 'Namaz vakti değil, ziyaret yapıyorum.' diye cevapladım sükûnetimi koruyarak. Üçüncü bir adam gelip 'Hanımefendi, kadın yerine gidin!' dediğinde işaret edilen mahfile gidip namaz kılayım bari diye yöneldim ki, ortada bir kafes. İnanılacak gibi değil, biliyorum ama gördüğüm şey, tahtadan kocaman bir kafesi andırıyordu gerçekten. İçerisi, sıkışık vaziyette oturan, namaz kılan kadınlarla doluydu. Haliyle camiden tamamen kopuk vaziyetteki bu tuhaf ve film sahnesi gibi çarpıcı ortamda insanlar konuşuyordu kısık sesle de olsa. Maneviyatın m'si bile yoktu doğrusu. Birkaç gün sonra zor durumdaki Afrikalı kardeşlerinin yanına uçacak bir yolcu olarak içimi derin bir kötümserlik kaplamıştı. Bu aşağılanma hissiyle mekânı hemen terk etmeyi düşünürken bir başka adam kafesin kapısını destursuzca açarak, 'Kesin sesinizi, ne biçim kadınlarsınız!' mealinde hakaretler yağdırıp kapıyı yüzümüze çarptığında konuşmak için çıktım dışarı ama nafile. Adam kaybolmuştu. Caminin imamına bir mektup yazdım, dünya camilerinden güzel örnekleri zikrettim, eseflerimi bildirdim, imzamı attım ve kendisini bulup eline tutuşturdum. Açıkçası konuşacak halde değildim. Eminönü'ne kadar nasıl geldiğimi anlatmak istemiyorum.
Bir Ramazan akşamı da Sibel Eraslan'la birlikte Sultanahmet Kitap Fuarı'ndan çıkmış ve akşam namazı kılmak için sadece birkaç turistin dolaştığı saatte camiye girmiştik. Güzel bir avizenin altında namaza durmuştuk ki; genç bir adam geldi ve namazımızı hemen bozmamız gerektiği, yoksa bizim için iyi olmayacağı, komiserin bizi kameradan izlediği gibi tuhaf şeyler söylemeye, bize değecek kadar yakınımızda dikilmeye başladı.
Bardağın taştığı an. İşyerinde namazımı kılmaya niyetlenmişken yol beni alıp Sofular Caddesi'ndeki 17. yüzyıl Bağdat valimizin yaptırdığı Kambur Kara Mustafa Paşa Camii'ne götürmüştü. Avluda bir hıçkırık. Ses daha camiye giremeden, sol taraftaki perdeyle ayrılmış yerden geliyor. Bir evde çalışan, engelli iki çocuğu olan emekçi bir kadın. İşten çıkmış, perdeli yeri de görememiş, içeri girmeye cesaret bile edememiş, bakmış kimse yok, halı olan dış mekânda namaza durmuş. Camiden çıkan bir adamın ayakkabıları elinde gözünü kırpmadan ona bakarak başında dikilmesi, eğilip doğrulmasını izlemesi, selam verir vermez azarlayarak perdenin arkasını göstermesi, cahil kadın muamelesi yapması, 'sırf sana bunu söylemek için bekledim' diye bir de itham etmesi, zoruna gitmiş işte. Bu hikâyeler yüzlerce.
Eminönü'nden Unkapanı'na giderken bir cami var: Yavuz Er Sinan Camii. Fatih zamanında yapılmış, İstanbul'un en eski camilerinden biridir ve üst katında güzel bir alan olmasına rağmen caminin dış avlusundaki kapalı alan gösteriliyor kadınlara. Üvey anne-baba tarafından cezalandırılan çocuklar gibi ruhsuz bir yere gönderiliyor kadınlar. Üsküdar'daki Mihrimah Sultan Camii'nin kadın yerinin boğuculuğunu gördükçe hem Mimar Sinan'ın hem de yaptıran sultanın ruhlarının acı çektiğini düşünüyorum doğrusu. Konya'daki Alaaddin Keykubat Camii de böyledir. Yer geniş ama asılan perdelerin pejmürdeliğinin medeniyetimizle hiçbir ilgisi yok. Taksim'deki biricik caminin kadınlar için abdest alacak yeri olmaması mesela. Oysa binlerce genç kadın oraya muhtaç ve birahanelerin karşısında bir yere yönlendiriliyorlar ne yazık ki. Daha temizlik eşyalarıyla dolu veya çamaşır serili, sıvaları dökülmüş baraka gibi mekânları saymıyorum bile.
Güzel örnekler de vermeli hakkaniyet namına. Kadınları mekânın büyülü ve ulvi atmosferinden, tezyinatından, enginliğinden, hüzün saçan avizelerden, sedeflerden, akustikten ve daha birçok şeyden en önemlisi de erkek din kardeşleriyle yol arkadaşlığından koparmadan mekânın insanca paylaşılabildiği camiler.
Bu konuda Bursa Ulu Camii, dünyanın en güzel örneklerinden olsa gerek. Paravanlar kadını korur, şefkatle muhafaza eder ama atmosferi doyasıya solumasına da imkân verir. Üst kattaki zarif bir tülle ayrılmış bölümüyle Orhangazi Camii, güzelim Muradiye Camii, Saraybosna'daki camilerin başta Başçarşı olmak üzere hemen hepsi, Gaziantep'teki birçok cami, İstanbul'dan Bağlarbaşı'ndaki Şakirin Camii, yine Diyarbakır'daki Ulu Cami hemen aklıma gelen, yüzümüzü ağartan camiler.
En çarpıcı tecrübeyi ise Mescid-i Aksa'da yaşadığımı söyleyebilirim. Hiçbir perde, bariyer, paravan yok ve birkaç saf bırakıp erkeklerin arkasında namaza duruyor Filistinli kadınlar. Hatta daha da ilginci, bizim havsalamıza fazla gelecek olanı, mescidde bir köşede erkek hoca talebelerini almış yüksek sesle ders yapıyor, biraz ötede birbirlerini görebilecek şekilde Filistinli bir kadın, öğrencilerine Kur'an'ı tefsir ediyor ya da güncel bir mesele hakkında konuşma yapıyor. Seslerin, duaların, kardeşlik duygularının ve kurtuluş mücadelesinin birbirine karıştığı ulvi bir ortam.
Türkiye, gariptir, farklı tecrübeler içinden taassubu, kadına sürekli yerini bildirip izbe yerlere sürüklemeyi tercih eden ülkelerden. Bunun sebebi Batı'yla çok travmatik bir şekilde karşılaşmanın yarattığı korunma duygusu olabilir. Sanırım Müslümanların bu ülkede kendine olan, kardeşliğe olan duyguları aşındı. Birilerinin değerleri koruması gerektiği, bunun için uygun olanın, kadınları mümkün olabildiğince gözden ırak tutmak olduğu düşünüldü. Yoksa bir kadın bir camiye adım attığı anda sanki birilerinin özel mülküne, tahsisli alanına, şahsi hanesine tecavüz edilmiş gibi bu teyakkuz neden?
Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, bu konudaki duyarlılığıyla sanırım binlerce kadını ağlatmıştır. NTV'den Nilgün Balkaç'a verdiği söyleşide, camilere gelen bütün başörtülü, başı açık mümin kadınlardan özür dilemişti onlara ayrılan bu izbe, estetikten mahrum, camilerin tezyinatından cemaatten ve imamdan uzak mahfiller için. Bu konudaki girişimlere, iyileştirme çalışmalarına destek vermek için yazmak istedim.
Kadın mahfilleri, dünya kamuoyunda İslam'ın kadına bakışıyla ilgili karmakarışık düşüncelerin berraklaşacağı, billurlaşacağı aynalar. En iyi çözüm hareketli, zarif, hafif oymalı tahtadan adam boyunu geçmeyen paravanlar olabilir. Bu konuda medeniyetimizin bir nişanesi olarak usul ve üslup birliği olmalı ve şu dünyadan gelip geçerken birkaç dakika namaz için konakladığımız yerlerde olsun her türlü ayrımcılıktan, ast üst ilişkisinden, vesayetten, hükümranlıktan uzak durabilmeliyiz.