Ruşen Çakır
(Vatan, 29 Mart 2012)
İlk olarak, bu yazının başlığını apardığımız bir kitapla başlayalım: “Lüzumlu Adam: İshak Alaton”. Alfa Yayınları’ndan çıkan bu biyografinin çarpıcı bir altbaşlığı var: Hedefi belli olmayan yelkenliye hiçbir rüzgar yardım edemez.
Alaton’a hayatını meslektaşım ve arkadaşım Mehmet Gündem anlattırmış ama kitap boyunca sorularla hiç araya girmemiş ama böyle yaparak daha akıcı ve çok başarılı bir iş çıkarmış.
İshak Bey’le, Hıdır Göktaş’la hazırladığımız “Resmi Tarih Sivil Arayış” kitabı için yaptığım bir söyleşi vesilesiyle 1991 yılında tanışmıştım. Sosyal demokrasiyi tartıştığımız o kitabın en ilginç ve bugün hâlâ geçerliliğini koruyan söyleşilerinden biri olmuştu.
Kitapta beni en çok Yahudi aleyhtarlığının tavan yaptığı 1940’lı yıllarla, özellikle Varlık Vergisi faciasıyla ilgili anılar çarptı. Aşkale dönüşü babası Hayim Alaton’un oğluna söylediği şu sözlerdeki acıya bakar mısınız: “Ben devletime ihanet etmiş olsam mahkeme derhal idamıma karar verirdi. Peki devlet bana ihanet edince ne oldu...?”
İkinci olarak bir dergiyle devam edelim. Toplumsal Tarih’in Mart 2012 sayısında kapağa çıkarılmış olan Cemal Kafadar söyleşisinden söz ediyorum. Ayşe Yazıcıoğlu, en az altı bölümden oluşacak “Tarihçinin Odası” söyleşi dizisine muazzam bir giriş yapmış. Tabii bunda uzun süredir Harvard Üniversitesi’nde görev yapan, ama bir ayağı hep Türkiye’de olan, katı ve kapalı bir akademisyen hayatı yerine hep dışa açık, birbirinden farklı konularla yakından ilgili olan Prof. Kafadar’ın renkli kişiliğinin ve hoşsohbet yanının payı da büyük olmuş.
Cemal Hoca’yı, çalışmalarını ve bu kapsamlı söyleşiyi burada uzun uzun ele alma imkanım yok. Ama pekala bir alıntı yapabiliriz. Kafadar, ustalığına hayran olduğu marangoz Sait Usta’nın, o sıkça karşılaşılan “Ne kadar çok kitap var. Bunların hepsini okudun mu?” sorusunu sorduğunu belirtip şöyle devam ediyor: “Bunları senin marangozhanendeki aletler gibi düşün. Senin kaç tane tornavidan, kerpetenin, çivin, vidan vardır dedim hemen anladı. Alet kelimesinde aletleştirici bir ima var ama alet kötü bir şey değil. Yaşadığımız işten bir zanaat zevki alıyorsak o alet edevat bizim yoldaşımız.”
Son olarak elimde bir gazete: Radikal’in 26 Mart 2012 Pazartesi nüshasından, Ezgi Başaran’ın, yine kitaplarla yoldaş olan ve yine bir ayağı hep Türkiye’de olmakla birlikte yurtdışında yaşayan Prof. Nilüfer Göle ile söyleşisinden söz ediyorum.
Bir Yahudi okulunu basıp üçü çocuk dört kişiyi öldüren Muhammed Merah olayı, bizde, hiç de şaşırmayacağımız gibi pek bir ilgi uyandırmadı. O hep bildik “kimin yaptığını anlamak istiyorsak kimin işine yaradığına bakmalı” yaklaşımıyla bir dizi komplo teorisi üretildi, daha da üretilir.
Bereket dünya komploculardan ibaret değil. Hem ülkemizin en önde gelen sosyologlarından olması, hem İslam konusunda soğukkanlı, derinlikli ve çığır açıcı çalışmalar yapmış olması, hem de uzun süredir olayın patlak verdiği Fransa’da yaşayıp tam da bu tür konular üzerinde kafa yoruyor olması Nilüfer Hoca ile yapılmış olan bu söyleşiyi daha değerli kılıyor. Henüz okumamış olanlara bağlantısını verelim
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1082906&Yazar=EZGI-BASARAN&CategoryID=97 ve oradan bir alıntı yapalım:
“İslam ile terör hareketlerinin bağının kesilmesi lazım. Bakın 11 Eylül’den sonra ‘neo-şehit’ diye bir kavram oluştu. Çünkü bu tür terör olaylarına karışan kimselerin gerçekten ne kadar İslam’la ilişkisi olduğunu bilemeyiz ama hiç yoktur da denemez. Dolayısıyla bu kimselere ‘cihadist’in ötesinde yeni isimler aranıyor. Tüm bu olayları sosyal psikolojik sebeplerle açıklamamız mümkün değil. O nedenle sağcı görüşün parmak bastığı önemli bir yer var: İslam’ın bu yönünün tartışılması ve kınanması. Müslümanların kendisini kötü hissetmesi bir tarafa, şüpheli konumuna gelmeleri başka bir tarafa. Dolayısıyla ‘Müslümanlar bu terör olaylarını onaylamaz’ dedikten sonra radikalleşen İslam’ı tartışmaya açmak gerekiyor. Bu iş âlimlerle çözülse çok kolay olurdu. ”