T24- Yasemin Çongar Taraf gazetesindeki köşesinde PKK'nın silahı "Ramazan Ateşkesi" adı altında bırakmasının kalıcı bir barışa gidip gidemeyeceğini, bunu nasıl bir sürecin takip edeceğini değerlendirdi.
Çongar yazısında, durumun kalıcı barışa dönüşebilmesi için örgütü temsil eden bir Kürt siyasi liderle masaya oturulması gerektiğini bunun daha önce İngiltere-IRA arasında ve Endonezya-GAM arasında yaşanmış bir süreç olduğundan bahsetti. Türkiye'nin bu duruma uygun "resmi" muhattabının olmadığının altını çizen Çongar barışın siyasilerin sağlayacağı bir durum olduğunu belirtti.
Yasemin Çongar'ın 'Barışabildiler, barışabiliriz...' başlığıyla yayımlanan 17 Ağustos 2010 tarihli yazısının tam metni şöyle:
“Ramazan ateşkesi” barış için bir başlangıç oluşturabilecek mi, yoksa bu da, PKK’nın daha önce ilan ettiği altı ateşkes gibi, yeni ve daha kanlı çatışmalar öncesi bir nefes molasından mı ibaret kalacak?
Ateşkesin hayata geçmesine yönelik girişimleri ilk başta ve en kapsamlı biçimde yazan Yıldıray Oğur, pazar günü sürmanşetten duyurduğumuz yazısında, sadece hükümetin değil, ordunun yeni komuta kademesinin de bu ateşkesin sağlanmasından memnun, devamından da umutlu olduğunu belirtiyordu. Aynı şekilde, PKK ile dirsek temasındaki Kürt siyaseti de, ateşkesi “kalıcı” kılabilmek için harekete geçmiş görünüyor.
Demokratik Toplum Kongresi’nin eşbaşkanlığını yeniden üstlenen Ahmet Türk’ün çabaları, “ateşkes” ilanında etkili oldu; hükümet ve ordu bunun farkında. Ayrıca, diğer eşbaşkan Aysel Tuğluk’un da açıkladığı gibi, 21 ağustosta Diyarbakır’da yapılacak toplantı önemli, zira orada esasen, “Ateşkesin kalıcı olması nasıl sağlanır, çözüme giden yol nasıl açılır” sorularına cevap aranacak. Tuğluk, “Birleşmiş Milletler garantör olmalı, Avrupa Birliği de üzerine düşen rolü oynamalı” diyerek, “silah bırakmayı” içeren uzun erimli, kurumsallaşmış ve uluslararası denetime açık bir barış sürecini öngördüklerini ima ediyor.
Böyle bir sürecin telaffuzunun bile, Türk milliyetçilerinin tüylerini diken diken ettiğini biliyorum.”Barış” bütün basitliğine ve cazibesine rağmen, karmaşık bir kelime Türkiye için... Çünkü “barışmak” fiili, iki tarafın varlığının kabulünü şart kılıyor; savaşı ve savaşan tarafların mevcudiyetini itiraf etmeden, o tarafları barıştıracak adımların planlanması ve hayata geçmesi imkansız.
Neyse ki, Türkiye’de devletin içinde giderek daha hakim hale gelen bir “barış cephesi” var ve bu cephe, yine devletteki “savaş cephesi”ne rağmen, PKK ile savaşı bitirmenin yolunu aramaya, bunu çeşitli kanallardan konuşmaya başladı.
Bu arayış ve temasların resmiyet kazanmaması önemli değil, önemli olan, işin “resmi” safhasının, savaşan tarafların benimseyebileceği “yasal” şahsiyetler üzerinden, “meşru” zeminde ilerlemesine imkan yaratılması. Bunu sağlayacak olan siyasettir. Bütün barışları, savaşan taraflar yapar ama demokratik bir düzende “barış” savaşan askerlerin değil, o savaşa cevaz veren siyasetçilerin konuşmasıyla sağlanır. Barış masasına, siyasiler oturur, barış anlaşmalarını siyasetçiler imzalar.
Türkiye’dekine benzer uzun süreli silahlı isyanlarda ve gerilla savaşlarında da, durum farklı değildir. Britanya hükümeti IRA’nın komutanlarıyla “gayrıresmi” görüşmeler yürüttü ama asıl süreci IRA ile ideolojik ve organik bağa sahip yasal parti konumundaki Sinn Fein’le götürdü ve barış masasına da IRA komutanlarıyla değil, Sinn Fein’in lideri Gerry Adams’la oturdu.
Dünyanın farklı yerlerinde, uluslararası kurumların denetiminde tamamına erdirilen hemen bütün barış ve silahsızlanma süreçlerinde, yine savaşan tarafları temsil eden siyasi liderlerin katılımları ve imzaları esas oldu. Türkiye, halihazırda, Aysel Tuğluk’un ima ettiği türden bir barış sürecindeki “resmi” muhatabını bulabilmiş değil. Ama bulacaktır... Yeter ki, mevcut savaş cephesi buna engel olmayı başaramasın.
Türkiye’nin son birkaç yılına gözünü, kulağını kapatmayan herkes, bu savaş cephesinin varlığını da, ikiye ayrıldığını da biliyor artık. Bir kolu devletin içinde bu cephenin, diğer kolu PKK’nın içinde... Abdullah Öcalan’ın “Ramazan ateşkesi”ne destek verirken söylediği “Gerçekten tedirgin oluyorum, Ergenekonvari savaş lobileri tekrar devreye girebilir” sözünü yabana atmayın.
Reşadiye’den Dörtyol’a, Dağlıca’dan Hantepe’ye kadar, yaşananların hakiki bir savaş değil, sahte bir savaş, bir provokasyon, bir şike olduğunu düşündüren olayları es geçmeyin.
Daha önceki bütün ateşkeslerde olduğu gibi, “Ramazan ateşkesi”nde de, bunun bir barış fırsatı olmasını isteyenleri tedirgin eden asıl tehlikenin adı, Öcalan’ın doğru teşhisiyle, “Ergenekonvari savaş lobileri”dir. Öcalan’ın söylemediği ama sanırım bildiği şey, bu Ergenekonvari lobilerin devlet kadar, örgüte de nüfuz etmiş olduğudur. Tehlikeyi büyüten de esasen bu.
Ama bu tehlike bile, barışın “hayal,” barış sürecinin “imkansız” olduğu anlamına gelmiyor. Aksine, iyimser olmamızı gerektiren ciddi bir avantajımız var bugün. Bir kere, Türkiye savaşı ve savaşın “sahte” yüzünü yeterince tanıyor artık; “savaş cephesi”nin oyunlarının farkına varmamız bugün dünkünden çok daha kolay. Ayrıca, son yıllarda, dünyanın çeşitli yerlerinde hayata geçirilmiş başarılı “barış süreci” örnekleri ve bu örneklerden çıkarabileceğimiz çok somut bazı dersler var.
Ben kendi hesabıma, “Ramazan ateşkesi” günlerinde bu örnekleri daha iyi öğrenme ve öğrendiklerimi bu sütunda paylaşma niyetlisiyim. İlk durağımız da, Açe olsun. Hani, Sumatra’nın kuzey ucunda yer alan ve 2004’teki tsunami felaketinde 226 bin insanını yitiren Açe... Nüfusunun yüzde 99’u Müslüman olan bu bölgede, otuz yıl süren ve on beş bin insanın ölümüne yol açan savaşı bitiren anlaşmanın metni şimdi elimde; hepi topu yedi sayfa.
Tam beş yıl önce 15 Ağustos 2005’te Helsinki’de imzalandı bu anlaşma. Altındaki imzalardan biri, “Endonezya Cumhuriyeti Hükümeti adına” ibaresini taşıyor ve ülkenin o günkü Hukuk ve İnsan Hakları Bakanı Hamid Awaludin’e ait. “Şahit” olarak eski Finlandiya Cumhurbaşkanı Martti Ahtisaari’nin imzası var; “Müzakere Sürecinin Kolaylaştırıcısı” olduğu da not düşülmüş.
Üçüncü imza ise Malik Mahmud’a ait... Hemen üzerinde temsil ettiği örgütün adı yer alıyor: Kısaca GAM olarak bilinen Gerakin Aceh Merdeka, yani “Özgür Açe Hareketi.” Mahmud’un unvanı ise adının altında tek kelimeyle ifade edilmiş: “Leadership” yani “önderlik.” Açe meselesinin ayrıntılarını, Barış Anlaşması’nın hangi gizli ve açık müzakerelerden sonra sağlandığını, GAM’ın Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği’nin gözetiminde nasıl silahsızlandığını ve siyasileştiğini yarın anlatacağım...