Yaşam

Balık hafızalı medya Aydın Gün'ü unuttu

Bir ülkenin basını, neredeyse tümü balık hafızalı olup, sanat olaylarını ölü balık gözleriyle izleyebilir mi? Bizde bu tür durumlar olabiliyor, geçtiğimiz günlerde

31 Ocak 2010 02:00
Bir ülkenin basını, neredeyse tümü balık hafızalı olup, sanat olaylarını ölü balık gözleriyle izleyebilir mi? Bizde bu tür durumlar olabiliyor, geçtiğimiz günlerde yine oldu..

Basınımızın bellek ve bilgi kaymasını bu kez Şakir Eczacıbaşı'nın ölümü üzerine izledik..

Haberlerden ve köşecilerden Şakir Bey'in İstanbul Kültür Sanat Vakfı ile bu şehri (İstanbul'u) nasıl ihya ettiğini öğrendik, bir kaç kişi dışında Nejat Eczacıbaşı'yı hatırlatan olmadı, Aydın Gün'ün adı ise İKSV ile birlikte hiç anılmadı..

Köşeciler içinde Güneri Civaoğlu gibi yaşını fazlasıyla almış, sanattan sıklıkla dem vuran biri bile 'Yıllarca Nejat Eczacıbaşı Sanat Festivalleriyle Türkiye'ye ışık tuttu. Onu yitirince Şakir Eczacıbaşı bu misyonu üstlendi' diye yazıyordu... Bu genel yaklaşımlardan dolayı 1973'ten beri izlediğimiz binlerce konseri, nice filmi, sergileri, oyunları Eczacıbaşıların seçkisi zannedebilirsiniz, hatta yemin etseniz başınız ağrımaz... Yani bir sanat kurumunu sanatçıların değil, sanatsever zenginler yaratabilirmiş gibi...

İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı 1973 yılında Nejat Eczacıbaşı ve 17 işadamının girişimiyle kuruldu. Nejat Bey ilk iş olarak Aydın Gün'ü arar, ancak Ankara Operası'nı yönetmekte olan Aydın Bey bir yıl sonra gelebileceğini söyler.. Nitekim 1974'te kurucu genel müdürü olarak başa geçen Aydın Gün onlarca yıl bizi 'dünyalı' yapan binlerce etkinliğe imza attı, taa 1992 yılında Nejat Bey'in 'Sen ölümlüsün Vakıf ölümsüz olsun' kararıyla görevden alınana kadar..

Aydın Gün'den önce konser ve sanat etkinlikleri Batı'ya gidebilen küçük bir azınlığın tekelinde iken onunla birlikte bir dolmuş ile ulaşabileceğimiz mesafeye geldi, evimizden çıkıp Joan Baez'ı, Bob Dylan'ı, Martha Graham'ı, Alvin Alley'ı, Mourice Bejart'ı, Pina Bausch'u, New York Filarmoni eşliğinde Zubin Mehta'yı izler olduk..

12 Eylül'ün zifiri karanlığından çıkıp Şili'nin devrimci grubu İnti İilimani'yle coştuk.. Aydın Bey ile konser salonları paralıların tekelinden çıkıp, Konservatuar öğrencilerine ücretsiz açıldı, onun  'domates çalmaya değil, konser izlemeye geliyorlar' demesinden sonra öğrenciler bir daha boynu bükük gönderilmedi evlerine..


'Bir Festivalimiz eksikti' diye manşet atılan yıllar

Hürriyet gazetesinin 'Bir Festivalimiz eksikti' diye manşet attığı yıllardı, en ünlü köşeciler bile 'aç millete konser ne gerek' türünden ucuz  numaralar çekiyorlardı. Cumhuriyet gazetesindeki arkadaşlar ile Milliyet'ten ben katılmazsak basın toplantısı olmazdı. Sanatçı ordusunun karşısında biz bir kaç genç not tutar, soruları vakıf yetkilileri sormak zorunda kalırdı..

Aydın Bey, Nejat Bey'in desteği ile bu ilgisizlikten ve sevgisizlikten yılmadı, çıtayı her yıl biraz daha yükseltti. Sinema günlerini, sinema Festivali yaptı, derken 'oğlu için yapıyor' diye tonla eleştiri almasına rağmen Bienal'i hayatımıza kattı, derken tiyatroyu.. Bu şehre bir modern sanat müzesi kurma fikri de ondan çıktı. Feshane'yi hayata geçirmek istedi, dönemin belediye başkanı ile vakıf anlaşamayınca olmadı. O başka.. İstanbul Kültür Vakfı'dan ayrıldıktan sonra da Yapı Kredi Sanat Festivalleri'ni yarattı, 200'ü aşkın etkinliklik gerçekleştirdi, Leyla Gencer Şan Yarışmasını hayata geçirdi...

İKSV'den önce ise Türkiye'de operanın kurucusu kabul edilen Carl Ebert'in asistanı olarak Türkiye'de sahnelenen ilk operada 'baş tenor' olarak sahneye çıkmıştı. Aydın Gün, 1959'da İstanbul Operasını kurmuş, 1965'te Ankara Operası'nın başına geçmişti.. Aydın Bey Ankara ve İstanbul operalarını yönetmekle kalmamış, sahneye çıkmış, 25 yıl boyunca Konservatuarlarda öğrenci yetiştirmişti...

Cemal Reşit Rey Konser Salonu'nu boş koltuklarla alıp bir kültür merkezine dönüştüren ve yaptığı repertuar ile ayağa kaldıran da yine Aydın Gün oldu..

Peki izlek olarak yapmayı değil yıkmayı seçen, bir sinema salonunu, pastaneyi bile yaşatamayan Türkiye ona teşekkür etti dersiniz?

Etmedi... 1990'lı yılların sonunda Şaşkınbakkal'da bir bankta yanyana oturmuş etrafa bakarken, yaşadığı hoyratlığa gerçekten şaşıp kaldığını, yüreğinin üşüdüğünü hissettim. Pek bir şey söylemedi ama çekip gitti, ölmek için, bir daha dönmemek üzere Berlin'e...

Türkiyeli kendisini karanlığa itenlerden hesap sormayı bilmediği gibi, karanlıktan çıkarmaya çalışanları da bilmiyor...