Cumhuriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Mustafa Balbay, Ergenekon davası ile Dreyfus davasını karşılaştırarak usule dikkat çekti.
Ergenekon davasında tutuklu olarak yargılanan Balbay, Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan (6 Mayıs 2009) “Önce hukuk” başlıklı yazısının sonunda “Dreyfus davası, Zola gibi “önce hukuk” diyenlerin artması ve sorumlu noktada bulunanların önyargılardan sıyrılmasıyla yön değiştirdi. Dreyfus aklandı. Rütbelerini geri aldı. Onuruyla, şerefiyle görevinin başına döndü” dedi.
Mustafa Balbay’ın yazısının tamamı…
Önce hukuk
Gündemdeki operasyon dalgalarıyla ilgili olarak yapılan bir dizi benzetmeden biri şu:
Dreyfus!
Ergenekon’un Dreyfus davasına benzeme olasılığından söz edenler arasında yargının en üst makamlarında görev almış kişiler de var.
Davanın özü artık herkesçe biliniyor:
Alfred Dreyfus, kendisine özünün ne oduğu tam olarak açıklanmayan gizli belgeler nedeniyle tutuklanır, yargılanır. Vatan haini ilan edilir. Yargılama sırasında gazetelerin önemli bir bölümü kararını çoktan vermiştir; Dreyfus suçlu!
Ve Dreyfus hüküm giyer.
Etkili ve cesur bir köşe yazarı davaya farklı açıdan bakar:
Emile Zola...
Yahudi kökenli olduğu için ayrıca hedef tahtasına konan Dreyfus’un mahkûmiyetini haksız bulan Zola, 13 Ocak 1898’de “Suçluyorum” başlıklı bir yazı kaleme alır. Yazının yayımlanmasından sonra Fransız kamuoyu allak bullak olur.
Yazının bir bölümünü paylaşmak isterim:
“Şekil gerçeğe tercih edilmemelidir. Vatan sadece toprak bütünü değildir. Bütün insanların tasada, kıvançta birleştiği toprak, vatandır. Adaletin olmadığı vatan düşünülemez.
...Kamuoyunu şaşırtarak onu çileden çıkarmak ağır bir suçtur. Sıradan ve gösterişsiz insanları zehirlemek, gerici ve hoşgörmezlik tutkularını Yahudi düşmanlığına sığınarak körükleyip azdırmak, suçların en ağırıdır. Eğer bu hastalık iyileşmezse insan haklarının özgürlükçü Fransa’sı yıkılacaktır.
...Tüm insanlık bilimi geleceğin gerçek ve adalet yapıtını oluşturmaya uğraşırken kılıcı çağdaş Tanrı haline getirmek büyük bir cinayettir.
Bir tek tutkum var. Bunca acılar çeken ve mutluluğa hakkı olan insanlık adına duyduğum aydınlık tutkusu. Coşkulu Protestan yüreğimden kopan çığlıktan başka bir şey değildir...”
Zola’nın bu satırlarını Adil Giray Çelik’in “Sokrates’ten Sıvas’a, Tarihin Yargıladığı Davalar” adlı kitabından aktarıyorum.
Yazıda altını çizmeden geçemeyeceğim pek çok tümce var. Biri şu:
Adaletin olmadığı vatan düşünülemez!
Adalet üzerine pek çok söz okudum. Zola’nın bu tanımı, adaleti tam da yerine koyuyor.
Bugüne gelirsek...
Özellikle medyamız açısından Fransa’nın 110 yıl önce yaşadıklarını kopyalıyoruz. Öyle yazılar, öyle demeçler okuyorum ki... En medyatiklerinden biri şu:
“Efendim, bazı usul hataları olabilir ama, işin esasına bakmak gerekir...”
Bu değerlendirmeye gerçek hukukçular çok güzel yanıtlar veriyorlar. Ben hukukçu değilim. İnsanlarımızın büyük bölümünün anlayabileceği bir dilden görüşümü paylaşmaya çalışacağım.
Bir futbol maçı düşünelim...
“Esas” olan nedir? Gol atmak. Ama bunun kurallara, yani “usul”e uygun olması gerekiyor. Bir futbolcu topu korner köşesinin yarım metre dışından çevirip ortalıyor. Arkadaşı da nefis bir kafa vuruşuyla topu filelere gönderiyor.
Tribünler ayakta!..
Müthiş bir gol.
Yorumcular da diyor ki: “Tamam, top yarım dışarı çıkmış ama hareket çok güzel.”
“Ama usulüne uygun değil” diyene de çıkışıyorlar...
“Ufak tefek usul hataları olabilir...”
Oysa usul, esasın kapısıdır. Yanlış kapıdan doğru yere gidilir mi?
İşte böyle bir tartışma ortamındayız.
Dreyfus davası, Zola gibi “önce hukuk” diyenlerin artması ve sorumlu noktada bulunanların önyargılardan sıyrılmasıyla yön değiştirdi. Dreyfus aklandı. Rütbelerini geri aldı. Onuruyla, şerefiyle görevinin başına döndü.
Gazetecisinden hukukçusuna, siyasetçisinden aydınına kadar herkesin “önce hukuk” diyeceği günlere...