Gündem

Ayşe Böhürler: Medya sınıfı

Medya özgürlüğü son günlerde en çok tartıştığımız konu oldu.

04 Şubat 2012 02:00



Ayşe Böhürler
(Yeni Şafak - 4 Şubat 2012)

Medya sınıfı




Medya özgürlüğü son günlerde en çok tartıştığımız konu oldu. Türkiye'nin uluslararası sıralamadaki kötü karnesi haklı ve önemli bir tartışmaya neden oluyor. Ancak bunu tartışanların birçoğunun geçmişleri, bu tartışmanın haklı yönlerini lekeliyor.


Her şeye rağmen gazetecilerin işten çıkarılmasına ya da istifa edecek hale getirilmelerine, tüm gazetecilerin aynı torbaya konularak suçlanmasına, meslek haysiyetleri ile oynanmasına, işlerinden olmalarına, yazdıklarından ötürü hapse girmelerine karşı birisiyim. Ayrıca aile sorunlarından cinayetlere, faşizmden ateizme her mevzuda medyanın suçlanmasını da kolaycı bir tutum olarak görürüm.


Ancak her demokrasiyi benimsemiş kişide olması gereken özgürlükçü tutumum, merkez medya gazeteciliğine eleştirel bakmama ve onların bugün ve geçmişte yaptıklarını analiz etmeme de mani olmaz, olmamalı da.


Merkez medyanın dışındaki yayın organlarında çalışmasaydım belki de bugün "fikir özgürlüğü" üzerine konuşanların ikiyüzlülüğünü yeterince fark edemeyebilirdim.


Bizim cenahın gazetecileri "Kanal 7'deyken, Yeni Şafak'tayken, Selam'dayken, Milli Gazete'deyken, Zaman'dayken, Samanyolu'ndayken" diye başlayan cümleler kurduklarında, o günlere ilişkin eminim ki anlatacakları çok şeyler vardır.


Muhabir başörtülü diye röportaj vermeyenler, hakaret edenler, çamur atanlar, her şeyden önemlisi de adam yerine koymayanlar... Bugün hepsi birden fikir özgürlüklerini korumaktan söz ediyorlar. Gerçekte ise eski imtiyazlarını kaybetmekten şikâyet ediyorlar.


Yaşadığımız zaman diliminde medyada "kese döner sap döner, gün gelir hesap döner" atasözünün gerçekleşmesine şahitlik ettik. Bu şahitlikler sadece bizim hafızalarımızda saklı değil. Saldırganlıkları, iftiraları, özel hayatlara tecavüzleri, her konuda sadece onlar bilgi sahibiymiş gibi konuşup yazmaları, lüks otellerden çıkmadan sokakları analiz etmeleri, kendi aralarında top çevirerek sürdürdükleri tartışmalarda kestikleri ahkâmlar kayıtlarda saklı.


Her zaman Ortadoğu'yu, Arap dünyasını, Amerika'yı, Türkiye'yi en iyi onlar bilirlerdi.


O yıllarda bazı kanallara İslamcı kesimden gazetecilerin çıkması ya bildik birinin desteği ve iteklemesi ile ya lütfedelim, ya da çıkartıp dövelim üslubu ile yapılırdı. Uzmanlık sadece merkez medya mensuplarına has bir özellikti. Kısaca merkez medya white supremacist (beyaz ırk üstünlüğü yanlısı) bir tutum içinde diğerleri adam yerine konmazdı. Bunu da kimse sorgulamaz, gazetecilik etiği, meslek dayanışması mevzuu dahi edilmezdi. "Bizden değil nasılsa, vur gitsin" üslubu hâkimdi.


Cem Karaca'nın "işçisin sen işçi kal" şarkısındaki gibi diğer medyada çalışan gazetecilerin yeri ve haddi her fırsatta bildirilir, sınıf dayanışması bu konuda her türlü etiğin önüne geçerdi. Dönemin isimlerini yazdırmış yayın yönetmenleri, TV yöneticileri, sınıfçı medyayı temsil eden yazarlar elbette Ertuğrul Özkök ile sınırlı değildi. Bu kişiler o zamanlar entelektüellik şartı gibi görülen kısmen sol sosuna bulandırılmış ama gerçekte statükonun resmi görüşünü temsil eden ve inançlı kesime düşmanlıklarını ortaya koyan yayın üsluplarını saklamak gereğini hissetmezlerdi.


Başörtülüleri karafatmalara benzeten yazarlarına ses çıkarmayan, İslam adı geçen her şeye hakareti normal gören, bu doğrultuda haber yapmak üzere muhabirleri kışkırtan bu yayın yönetmenleri, yazarlar hala medyada aktif olarak çalışıyorlar. Bu değişime uyum sağlayamayanları, düşmanlıklarını kamufle edemeyenleri çaptan düşse de...


Eski güce çok hizmet verip dönme ihtimali bulamayanların bir bölümü ise bizzat kendi çalışma arkadaşları tarafından dışlanıyorlar. Bunlar dışında kalanlar ise konumlarını önceleyip gücün yanında yer almaya devam ediyorlar. Yani satışlar devam ediyor...


Gazetecilerin tutum değişimlerini iktidarın ilk yıllarından beri yakından gözlemiş birisiyim. "Yaşamayı bilmeyen köylüler Türkiye'yi nasıl yönetecek" üstenciliğinin en fazla hakim olduğu yıllardır bu yıllar. Bu tutumun bugün de çok değiştiğini zannetmiyorum. Bazı medya mensuplarının hâkim, üstenci, buyurgan, öğreten üslupları hala devam ediyor. Geçmişte İslamcıları, Kürtleri, Ermenileri sisteme boyun eğdirmeye zorlayanlar bugün fikir özgürlüğünü öğretmeye kalkıyorlar. Fikirlerini değiştirmiş gibi yapmaları da gücün yanında hizalanma konusundaki sınıfsal tutumlarını sürdürdüklerini apaçık gösteriyor.


Dertleri Hrant vurulduğunda Hrant değildi, bugün de değil. Hrant hiç bir yayın organına çıkamaz, sadece Kanal 7 ekranlarında konuşma hakkı bulurken de aynı kişiler medyadaydı. Ama Hrant'ı görmüyorlardı. Ya da Ahmet Kaya'yı ya da Ahmet Taşgetiren'i...


Kendi yakın çevreleri dışında kimseye ilişkin en ufak bir hassasiyetleri olmadığından kuşku duymadığım, yıllarca medya emekçilerini sömürenlerin şimdi Hrant'ın ya da onların arkasına sığınarak özgürlük havarisi kesilmelerini kendi tarihleri ile çelişkili buluyorum. Türkiye'de asıl değişmesi gereken medyanın (white supremicist) hâkimlerinin tarafı değil, tutumlarıdır.


Bu tutumları nedeni ile bugün gazeteciler ağır bedeller ödüyorlar.


Eğer bu ikiyüzlü, medya egemeni anlayışına topyekûn karşı olmazsak, fikir özgürlüğü medyada kalıcı bir zemin bulamayacaktır. Taraf değiştirmiş bir medya bizi kandırmasın. Önemli olan güç ile orantılı yer değiştiren medya değil, demokrasi ve özgürlük savunusunda samimi olan bir medyayı oluşturmaktır.


Tek tek kişilerin hiç bir önemi yok. "Kim" değil "nasıl bir anlayış hâkim olmalı?" sorusu önem taşımalıdır. Önemli olan medya hâkimliği sistemine teslim olmamaktır. Ancak o zaman tüm fikirler özgürce yazılabilir ve tarih herkes için keser döner sap döner, gün gelir hesap döner tekrarından kurtulur.