Amasya’nın Yavuz Selim Meydanı’ndaki Atatürk Anıtı’nda yer alan baltalı insan figürünün, 1915 olaylarında Ermenileri öldürdüğü öne sürülen ‘Gabaş Ali’ olduğu ortaya çıktı
Marmara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekan Yardımcısı, Profesör Doktor Ahmet Demirel, Taraf gazetesinde kaleme aldığı yazıda, Amasya’daki Yavuz Sultan Selim Meydanı’nda bulunan Atatürk Anıtı’nda yer alan baltalı insan figürünün, 1915 olaylarında çok sayıda Ermeni’yi öldürdüğü iddia edilen “Gabaş Ali”ye ait olduğunu ifade etti.
Ahmet Demirel’in Taraf gazetesinin bugünkü (19 Ocak) nüshasında yayımlanan “Atatürk anıtında baltalı katil” başlıklı yazısı şöyle:
'Atatürk Anıtı'nda baltalı katil'
Bir süre önce, tesadüfen, Amasya’daki çok figürlü bir anıt heykelin fotoğrafını gördüm. Anıtta Atatürk at üzerinde yerini alırken, atın hem ön ve arkasına, hem de her iki yanına çok sayıda insan figürü yerleştirilmişti. Bu insan figürleri arasında gördüğüm eli baltalı bir adam beni fena hâlde meraklandırdı. Öyle ya, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, 15 Mart ile 28 Eylül 1919 tarihleri arasında İngilizler tarafından işgal edilen Merzifon ilçesi dışında, Amasya, Osmanlı tarihinin hiçbir döneminde işgale uğramamıştı.
O hâlde, bu baltalı kişi kimdi acaba? O anıtta ne işi vardı? Bu balta neyi temsil ediyordu? Herhangi bir işgal, dolayısıyla işgalci sözkonusu olmadığına göre bu balta kime karşı ve neden kullanılmıştı?
Bu balta giderek kafamı iyice meşgul etmeye başlayınca anıt hakkında bir şeyler öğrenebilmek için küçük bir Google turu yaptım. Ânında anıtın adının Amasya Tamimi Anıtı, yapanınsa devlet sanatçısı unvanı olan ve 2007’de geçirdiği bir trafik kazası sonucunda hayatını kaybeden ünlü heykeltıraş Prof. Dr. Tankut Öktem olduğunu öğrendim. Vikipedi’nın aktardığı bilgilere göre, birçok kentimizde çok sayıda Atatürk anıtı yapan Öktem, eserlerinde Atatürk’ü bir kaidenin üzerinde yalnız göstermektense yarattığı toplumla göstermeyi tercih ediyormuş. Yine bu internet sayfasındaki bilgilere göre, anıtın ön tarafında yer alan iki din adamından biri Vaiz Abdurrahman Kamil, diğeri Müftü Hacı Hafız Efendi imiş; ama interneti ne kadar kurcaladımsa da bu baltalı kişi hakkında bilgiye ulaşamadım.
Bu sefer anıttaki bu iki din adamı hakkında bilgi toplamaya koyuldum.
İki din adamı
Anıttaki ilk din adamı Vaiz Abdurrahman Kamil Efendi, 1849’da Amasya’da doğmuş, Amasya Mehmet Paşa Medresesi’nde tahsil görmüş, 1900’de Amasya müftüsü olmuş. 1 Eylül 1915’te de yaş haddinden Amasya müftülüğü görevinden emekliye sevk edilmiş. 1921’de Müftü Hafız Tevfik Efendi’nin ölümü üzerine, Mustafa Kemal’in emri ile hayat boyu müftülük yapmak üzere tekrar görevlendirilmiş ve ölüm tarihi olan 31 Aralık 1941’e kadar Amasya Müftüsü olarak çalışmış.
Anıttaki İkinci din adamı Hacı Hafız Tevfik Efendi ise 1866’da Amasya’da doğmuş, Amasya Medresesi’nde tahsil görmüş, 1905’te Amasya Şeriyye Mahkemesi Başkâtipliğine tayin edilmiş. 1915’in ağustos ayının sonunda, Amasya Müftülüğüne aday olup görevinden ayrılmış. 15 Ekim 1915’te seçiminde 23 oy almasına rağmen, Hacı Mustafa Tevfik Efendi lehine adaylıktan çekilmiş. O çekilince Amasya’nın yeni müftüsü Gözlüklü lakabıyla tanınan Hacı Mustafa Tevfik Efendi olmuş. Müftü (Gözlüklü) Hacı Mustafa Tevfik Efendi’nin 1 Ekim 1918’de Darü’l-Hikmetü’l-İslamiyye’ye tayin edilmesi üzerine boşalan Amasya Müftülüğüne yeniden aday olmuş ve en çok oyu almış. Sivas Valiliği’nin 19 Ekim 1918 tarihli teklifi üzerine Meşihat Makamınca 26 Kasım 1918’de Amasya Müftülüğüne tayin edilmiş. Zile isyanının bastırılmasına aktif olarak katılmış, Amasya Müftüsü ve Amasya Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Başkanı iken 1921 yılı kasım ayı sonlarında zatürreeden vefat etmiş.
Milli Mücadele yıllarının ilk evresini, Atatürk’ün Amasya’ya gelişini, Amasya Tamimi’ni konu alan temel kaynaklarda bu iki din adamının adı geçer ve milli mücadeleye katkılarından övgüyle söz edilir.
Bir başka kaynak
Bu iki din adamı hakkında yazılanları okudukça, “tamam, Amasya Tamimi anısına dikilen bir anıtta bunlar olmayacak da kimler olacak” diyerek baltalının kim olduğu sorusuna cevap aramayı neredeyse bırakmış bir hâldeyken, aniden aklım bir meseleye takıldı: Hızla gözden geçirdiğim kaynaklardan birinde bu anıttakilerle ilgili olarak bir başka isim daha geçiyordu.
Derhal o makaleye döndüm ve yeniden baktım.
Yanlış hatırlamamışım!
Gerçekten de Mevhibe Savaş’ın Ankara Üniversitesi, Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü’nün dergisi Atatürk Yolu’nun Mayıs 1997 tarihli 19. sayısında yayımlanan “Mustafa Kemal, Amasya ve İki Din Adamı” başlıklı makalesinin 21 nolu dipnotunda aynen şöyle yazıyordu: “Selağzı, Amasya halkı arasında bu isimle tanınan yer Sinan Paşa Hamamı-Gümüşlü Cami-i ve Kesikbaş Evliyasının bulunduğu yerden geçen dere dolayısıyla bu isimle anılmaktadır. Yavuz Sultan Selim Han’ın ilk tahsile başladığı medresenin de burada bulunması dolayısıyla bugün Yavuz Sultan Selim Meydanı diye anılmakta ve Atatürk ile Milli Mücadeledeki arkadaşları ve Gabaş Ali’nin heykeli bulunmaktadır.”
Yazarın sözünü ettiği Amasya’nın en işlek caddelerinden biri olan Selağzı’ndaki bu heykel benim fotoğrafını gördüğüm anıt heykelden başka bir heykel değildi! Dolayısıyla kim olduğu hakkında hiçbir bilgi olmasa da anıttakilerden birinin Gabaş Ali olduğunu öğrenmiş bulunuyordum.
Bu durum merakımı yeniden alevlendirdi ve bu sefer Gabaş Ali’nin peşine düştüm. Kimdi bu şahıs; dahası çok sayıda figür bulunan bu anıttaki hangi figürdü acaba? Belki de eli baltalı kişi olan o kişi Gabaş Ali olabilirdi?
Kim bilir?
Google’a başvuru maalesef sonuçsuz kaldı. Tırnak içinde Gabaş Ali yazınca sadece bu makalenin bu dipnotuna ulaşılıyor; başka da bir bilgi yok.
Bu arada anıtın 12 Eylül 1980 darbesi sonrasındaki en fırtınalı dönemde, 1981’de dikildiğini öğrendiysem de bu yeni bilginin bulmacayı çözmemde bir yararı olmadı.
Tam vazgeçmişken...
İyice tıkanınca anıtı kurcalamayı, Gabaş Ali’nin de baltalı adamın da izini bulmaktan tamamen vazgeçtim.
Hiçbir bilgiye ulaşamıyordum!
Aradan epeyce zaman geçti.
Bu kez Amasya üzerine yazılmış bir yüksek lisans tezi elime geçti. Şenol Susoy’un 2008’de kaleme aldığı bu tez “Milli Mücadele Yıllarında Amasya” başlığını taşıyor.
Başladım okumaya.
Tabii ki içinde doğal olarak ne bu anıttan ne de Gabaş Ali’den söz ediliyor. Ama tezin kapağını açar açmaz karşınıza çıkan Özet bölümü şöyle başlıyor: “Amasya, Kurtuluş Savaşı sırasında Sivas Vilayetine bağlı bir sancak idi. Amasya Sancağı’nda Rum ve Ermeni azınlıklar da yaşamaktaydı. Ermeniler, bir Ermeni devleti kurmak istiyorlardı. Rumlar ise Pontus devleti kurmak için faaliyet yapıyorlardı.” Birkaç cümlenin ardından Özet şöyle devam ediyor: “Amasya halkı Kurtuluş Savaşı’na katkılarda bulundu. Bunda Amasya Müftüsü Hacı Hafız Tevfik Efendi ile Amasya Vaizi Abdurrahman Kamil Efendi’nin çok büyük etkisi oldu.”
Bu iki müftü anıtta olan kişiler. Milli Mücadele’ye katkılarından, diğer kaynaklar gibi, bu tezde de ayrıntılı olarak bahsedilmiş.
Yine de Amasya’daki Rum ve Ermeni varlığının ve Milli Mücadele dönemindeki “yıkıcı” faaliyetleri daha tezin ilk cümlesinde yer aldıysa bu önemli bir konu olmalıydı; belki de aradığım sorunun cevabıyla ilgili birtakım ipuçlarını buradan elde edebilirdim.
Merakla okumaya devam ettim.
Tahmin ettiğim gibi, tezin izleyen sayfalarında Osmanlı döneminden Milli Mücadele dönemine Amasya’daki Ermeni ve Rum nüfusu hakkında oldukça ayrıntılı istatistikler var. Mesela tezdeki sayılar doğru ise, 1880 yılında Amasya sancağının genelinde 190.960 Müslüman, 14.326 Ermeni ve 6.739 Rum yaşıyormuş. Kemal Karpat’ın Osmanlı İmparatorluğunun Nüfusu adlı kitabında 1906 yılı için verdiği sayılara göre Amasya genelinde 207.336 Müslüman, 26.120 Ermeni ve 23.633 Rum yaşıyormuş. 1967’de yayımlanan Amasya İl Yıllığı’na göre 1914’te Amasya sancağında 202.246 Müslüman, 23.079 Ermeni ve 24.560 Rum varmış.
Bu kadar çok gayrimüslim olunca bunların çocukları için okullar olması doğal bir beklenti. Nitekim tezde bu konuda da önemli bilgiler var. Şöyle deniyor: “Amasya’da gayrimüslim okullarında okuyanlar dillerini ve tarihi geleneklerini üstün tutmayı öğrenip Müslüman komşularına karşı üstünlük duygusu beslemeyi öğrenmişlerdi. Amasya sancağında ve kazalarında oldukça fazla gayri Müslim okulları vardı. Bu okullar 1921 yılına kadar kendi eğitim anlayışlarına göre öğretimlerine devam ettiler. 1921 yılında kapanmak zorunda kalmışlardı.”
Tezi hazırlayan Susoy’un, Selahattin Tansel’in Mondros’tan Mudanya’ya Kadar adlı kitabının birinci cildinin 91. sayfasından aktardığına göre “1920 yılında Merkez Ordusunun Amerikan Kolejine ansızın yaptığı baskında büyük Yunanistan, Büyük Ermenistan ve Pontus Devletine ait haritalar, örgütsel kitaplar ve bazı kayıtlar ele geçirilmiştir”.
1920’de, üstelik bir okulda, bu tür dokümanlar ele geçtiğine göre, bu kalabalık gayrimüslim nüfus Milli Mücadele öncesinde birtakım faaliyetler içinde olmalıydı?
Peki, gerçekten ne yapmıştı bu Ermeni ve Rumlar?
Tezi kaleme alan Susoy Amasya’da Ermeni Faaliyetleri başlıklı altbölümde bu soruyu şöyle cevaplandırıyor: “Ayastefenos antlaşmasıyla Ermeni sorununun ilk defa uluslararası alanda gündeme gelmesi ile başlayan süreçte Ermeniler batılı devletlerden aldıkları destekle geniş çaplı propaganda ve eylemlere giriştiler. Aynı zamanda Osmanlı devletinin parçalanarak kendilerine vaat edilen hayali Ermenistan’a ulaşabilecekleri günü beklemeye başlamışlardı. Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşına girmesi Ermeniler için ‘... Artık Türkiye Ermenileri adını taşıyan o kanlı tarihe son verme zamanı’ olarak değerlendirildi. Bu fırsattan yararlanmak ve her Ermeni’nin, ‘Vatani vazifesini yapmak ve Türklerin başını ezmek için’ mücadeleye girişmesi gerekliydi. Ermeni komiteleri 1913-1914 yılları arasında bir yandan propaganda ve teşkilatlanma çalışmalarına hız verdiler. Diğer yandan da hızlı bir şekilde silahlandılar. Çünkü onlara göre ‘silah meselesi önemli bir iştir ve bunun gerekliliğini herkes bilmektedir’ Ermeniler, I. Dünya Savaşından sonra Osmanlı Devleti’nin aczini görerek isteklerini daha da artırdılar. (...)”
Ve tehcir
Yukarıdaki pasajda olayların anlatım zinciri 1914’ten 1918’e atlamakla birlikte, tezin izleyen bölümlerinde 1915’i akla getiren bazı pasajlar da var. Mesela 1919 ilkbaharında durum şöyleymiş: “Atatürk’ün Havza’da bunduğu sıralarda, Merzifon’daki Ermeni tehcirinden sorumlu olanları cezalandırmak için biri Rum olan iki kişilik heyet oluşturulmuştu. Bu sebeple Merzifon’daki ittihatçı ve diğer milliyetçiler sinmiş görünmekteydiler. Zara tehciri ile alakalı olan o zamanki Merzifon Kaymakamı Dadaylı Hüseyin Hüsnü Bey, Merzifon’un işgalinden önce kaçmak mecburiyetinde kalmıştı. Tehcir sırasında belediye reisi olan Deli Hasan Zade Hüseyin Bey ve İttihat Terakki Fırkası’nın reisi Salihbeyzade Hüseyin Bey bu tahkik heyeti tarafından tutuklanmış, diğerleri için ise gıyabi tutuklama kararı çıkartılmış, tehcirle alakalı sayılan birçok ittihatçının da Malta’ya sürülmeleri bir gün haline gelmişti. Salihbeyzade Hüseyin Bey 15-20 kadar hapishanede kaldı. Yine Ermeni tehciri ile ilgili görülen, bu sebeple Hırka Köyüne kaçan Jandarma Başçavuşu İskender Haki Bey de yakalanıp hapsedildi. Numan (Özer) Bey ise iki süngülü asker, bir İngiliz subayı, Osmanlı ordusundan kaçmış bir Ermeni mülazımı tarafından; ‘son zamanlarda İttihat ve Terakki Cemiyetinin eşya ve defterlerini sen muhafaza ediyormuşsun. Bunları bize teslim et. Ayrıca Ermenileri katletmişsiniz’ denilerek dükkânındayken alınıp tutuklandı.”
İşin daha da ilginci, tezden öğrendiğimize göre, Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti de bu olayla bağlantılı olarak kurulmuş. Tezde şöyle deniyor: “Bu sırada Erkân-ı Harbiye Miralayı Ömer Lütfi Bey, Mehmet Fevzi Bey’e yolladığı mektupta Merzifon tarafına önemli bir kişinin geleceğini, bu kişileri ancak O’nun kurtarabileceğini yazıyordu. Mehmet Fevzi Bey Mustafa Kemal Paşa 25 Mayıs’ta Havza’ya gelince durumu O’na bildirdi. Mustafa Kemal Paşa, tahkik heyeti başkanına çektiği telgrafta: ‘Dosyaları adliyeye bırakarak vazifenizi terk ediniz. Aksi halde cebir kullanmaya mecbur olacağız’ diyordu. Heyet başkanı Rum üyenin muhalefetine rağmen Mustafa Kemal Paşa’nın emrini yerine getirdi. Belediye reisi adliye tarafından kefaletle tahliye olur. Bu durum İttihatçıların tekrar faaliyete geçmesine [neden oldu], bir müddet sonra da müftü Vehbi Efendi’nin başkanlığında Merzifon Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ni kurdular.”
Yeni nüfus verileri
Böylece yeni bir açılım yapmış oldum. Benim aradığım sorunun cevabını hâlâ bulamamıştım ama kendimi bir anda 1915’te Amasya’da yaşanan tehcirin boyutunu tespit etmeye çalışan yeni bir konumda buldum.
İşe cumhuriyet döneminde yapılan ilk genel nüfus sayımının sonuçlarına bakarak başladım. 1927’de ilk kez yapılan bu nüfus sayımından ortaya çıkan veriler tehcirin boyutunu açıkça gözler önüne seriyordu.
1914’te Amasya genelinde 23.079 Ermeni yaşarken, 1927’de bu sayı 938’e düşmüştü. Müthiş bir azalma!
Rumlara ilişkin sayılar ise çok daha çarpıcıydı. 1914’te Amasya genelinde 24.560 Rum yaşarken, 1927’de biri Merkez öteki de Merzifon’da olmak üzere Amasya genelinde toplam iki (evet sadece iki) Rum kalmıştı!
Nereye gitmişti bu kadar insan?
Cevabı belli zaten... Yıkıcı faaliyette bulundukları ifade olunan Ermeniler tehcire tabi tutulmuş ve devletin başvurduğu bir güvenlik tedbiri olarak, devlet koruması altında Suriye’ye göç ettirilmiş olmalıydılar. Belki bazıları bu uzun yolculuk sırasında, yolda salgın hastalık veya bütün koruma önlemlerine rağmen, kontrol edilemeyen bazı başıboş çeteler tarafından öldürülmüş olabilirlerdi, ama çoğu tehcirin son durağı olan Suriye’ye sağ salim varmış olmalıydılar!
Rumların da belki bir bölümü muhtemelen tehcire tabi tutulmuş olabilirlerdi; Milli Mücadele sonrasında Yunanistan’la bir nüfus mübadelesi yapıldığına göre büyük çoğunluğu da bu büyük nüfus alışverişi sırasında gitmiş olmalıydılar. Yani Amasya’da 1927’de iki Rum’un kalmasına şaşırılmalıydı elbette, ama bu sayının neden bu kadar azaldığına değil, bu iki kişinin bu zorunlu göçten nasıl istisna tutulduklarına şaşırılmalıydı!
Nüfustaki azalma da herhalde böyle açıklanabilirdi.
Zaten bu meselenin anıt heykelle de ilgisi nereden olacaktı ki?
Böylece meseleyi bir kez daha kapattım.