Ayşe Arman'ın Hürriyet gazetesinde "Çocukları da alıp İngiltere’ye roman yazmaya gidiyorum" başlığıyla yayımlanan (5 Eylül 2010) yazısı şöyle:
32 dile çevrildi kitapları...
Müthiş bir başarı. ‘Aşk’, 500 bin sattı. Herkes ama herkes o romanı okudu. Şimdi filmi çekiliyor.
Bir Elif Şafak yılı yaşanırken; o, çocuklarını toplayıp, İngiltere’ye gidiyor, yeni romanını yazmaya, yeni bir başarıya imza atmaya.
Bu, onunla dördüncü ya da beşinci röportajım.
Her seferinde yüzüne bakar, “Sadece beyniyle var olmak isteyen bu kadın, aslında ne kadar güzel” derdim.
Onun, güzelliğini de fotoğraflamak isterdim.
Mehmet Turgut’un desteğini alınca şansımı denedim.
Doğan Kitap’tan Özlem, sahaflardan bir sürü eski kitap, yazı takımı, hokka, mürekkep, eski daktilo vesaire getirdi. Amacımız, bir yazarın delilik halini resmetmekti. Elif Şafak, deliren bir kadın pozu verecekti. Aslında kendi gerçeğini, yazarkenki halini çektirecekti...
“İmza fotoğrafında Hakan Yıldırım’dan olağanüstü güzel kostümler giyeriz birlikte” dedim.
Hayatında bir kere...
“Seni kırmam” dedi ama inanabiliyor musunuz, istemedi. Neden? Çünkü güzel oldu! Ben, fotoğrafının güzel çıkmasını istemeyen bir kadını ilk defa gördüm!
Allem ettik, kallem ettik, o kıyafetleri giydiremedik. Pardon giydi, aynada kendine baktı ve maalesef beğendi, o yüzden de çıkarttı.
Sonra kendi elbiselerini giydi.
Oysa bir fotoğrafta Michelle Phiffer gibi olmuştu, sonra
siyah peruk taktı ‘Aaa Angelina Jolie!’ oldu...
Ama güzel göründüğü fotoğraflar ona dert oldu.
Bu sayfada gördükleriniz onun izin verdikleri.
Bence her açıdan deli.
Sadece roman yazarken değil yani!
Yeni bir roman yazmak için İngiltere’ye taşınıyormuşsun. Doğru mu?
- Doğru. Benim hep böyle bir yanım var: Uzun süre bir yerde kalamıyorum. 3.5 seneyi aştı mı, gitmem gerekiyor...
Bu, bir kaçış mı?
- Yok, hayır. Ben bu şehri seviyorum. Çok yorucu bir enerjisi var ama sanat için iyi bir enerji. Çok besleniyorum. Ama ideal olan, bir ayağımın İstanbul’da, bir ayağımın başka bir şehirde olması. Gideyim geleyim, o benim için daha dengeli bir formül...
Peki ya çocuklar?
- Başka türlüsü mümkün mü, tabii ki onları da alacağım. Annem de gelecek. Ben de öyle büyüdüm. Annemle ikimiz, birlikte çok yolculuk yaptık, zorlukları vardı ama güzellikleri ağır bastı. İnşallah, onlara da sevdirebilirim.
Kaç oldular?
- Biri dört biri iki.
E peki hepiniz gidince, Eyüp’e n’olacak?
- O da göçebe olacak, sürekli gidip gelecek.
Onun için de zor bir dönem değil mi? Yeni bir gazete çıkaracak ve sen adamı bırakıp gidiyorsun!
- Doğru söylüyorsun ama Eyüp sıradışı bir insan. Beni tanıyor, buna ihtiyacım olduğunu biliyor ve saygı duyuyor. Baştan beri beni hep destekledi. Bizim ilişkimiz de zaten ayrılıklardan, hasretlerden beslenen bir ilişki...
Onu yalnız bırakmaktan korkmuyor musun?
- Uzun zamandan beri yoğun biçimde çalışıyor...
Yani, “Eyüp için bir ben varım, bir işi. Zaten başka kadınlarla ilgilenemeyecek kadar yoğun” mu demek istiyorsun?
- Olur mu canım öyle şey! Bu, “Hiç kimsenin ayağı kaymaz” demek gibi bir şey. Öyle büyük laflar tabii ki, hiçbirimiz edemeyiz. Ama gönülden bir bağımız var ve ben o bağa güveniyorum.
Ona mı güveniyorsun, kendine mi bu ayrı kalma konusunda, ben tam anlayamadım...
- Ben her konuda Eyüp’e kendimden daha fazla güveniyorum!
Karavanla gezeceğiz şoför annem olacak...
Önce eş, önce anne, önce yazar... Hangisi?
- Birinciliği, üçüne birden veremez miyim?
Bu cevap bile, senin için ileri bir adım! Sen eskiden yazarlığı her şeyden önde tutardın...
- E yok. Hepsi değerli, hepsi önemli. Eyüp’ün eşi olmayı da, anneliği de çok seviyorum, çok önemsiyorum ve ailemden çok besleniyorum.
Çocuklar seni hep yazarken görünce ne yapıyorlar?
- Çocuklar ilginç, sevdikleri insanı, olduğu gibi kabul ediyorlar aslında. Saçını mavi görse, seni öyle kabul edecek, annelerinin normali bu zannedecek. Beni de yazar olarak gördüler ve öyle kabul ettiler.
Sen yazarken gelip tuşa basıyorlar mı?
- İkisinin de oyuncak bilgisayarları var, ben yazarken onlar da yazıyor. Sevimli bir görüntü. Bir de kitap imzalamaya bayılıyorlar. Özellikle kızımız. Bir gün geldim, “N’apıyorsun sen?” dedim, evdeki bütün kitapları imzalamış.
Kişilikleri nasıl?
- İkisi birbirinden o kadar farklı ki. Kız, dışa dönük, sanat meraklısı, sosyal, müzik seviyor. Oğlan ise içe dönük. Düşünceli. Ve hep düşünceli? Tamamen farklı şekillerde ifade ediyorlar kendilerini. Şimdiden görebiliyorum. Gerçi bu aralar oğlanın ifade biçimi ısırmak. Henüz konuşamadığı için sevincini de, öfkesini de ısırarak ifade ediyor...
Bir anne, oğluyla farklı bir ilişki mi kurar?
- İki çocuğum da, beni çok dönüştürdü. Ama oğlan, beni daha iyi erkek karakterler yaratmaya teşvik etti, ediyor. Yurtdışındaki ve Türkiye’deki edebiyat eleştirmenleri benim romanlarımda hep aynı şeyi vurgularlar: Kadın karakterlerimin çok canlı, güçlü, dinamik ve renkli olduğunu ama erkek karakterlerim daha zayıf olduğunu...
Belki de babasız bir evde büyüdüğün içindir, olabilir mi?
- Olabilir. Benim kadın karakterlerim hep daha bir ön planda oldu. Şimdi şimdi onun değiştiğini hissediyorum. Bu yeni romanda mesela bir erkek karakter üzerine yoğunlaşıyorum. Bunda da oğlumun payı çok. Henüz iki yaşında ama yine de çok!
İngiltere’de tuttuğunuz ev nasıl bir şey?
- Küçük, güzel, mütevazı. Şehirde ama ben İngiltere’de de seyahat etmeyi düşünüyorum. Karavanla...
Şaka yapıyorsun!
- Yoo, valla ciddiyim.
Sen mi kullanacaksın?
- Ben araba kullanmayı bilmiyorum ki... Annem Şafak Hanım kullanacak.
E o zaman sen, ‘Karavan Öyküleri’ de çıkartırsın aradan! Şafak Hanım’ın Elif Şafak’ın soyadının mucidi olduğunu biliyor mu insanlar?
- Zannetmiyorum herkesin bildiğini...
Babana tepki miydi bu: “Senin soyadına bile ihtiyacım yok, ben annemin adından kendime soyad yaparım!” mı?
- Hayır, öyle bir reddediş değil. Yazarlıkla ilgili bir karar. 18 yaşında öykülerimi yayınlatmaya başladığımda, kendimi yeniden isimlendirmek istedim. O dönem bilmiyordum ama 19. ve 20. yüzyılda pek çok kadın yazar meğer bunu yapmış. Epey bir isim düşündüm kendime. Sonra o kadar da uzağa gitmemeye karar verdim, zaten Şafak’ın kelime anlamını da seviyorum. Ama esas dürtüm, kendimi yeniden yaratmak ve adlandırmaktı. İnsanların birden fazla isimleri olması gerektiğini düşünüyorum. Yaşlandıkça, yıllandıkça yeni isimler almalı insanlar. Osmanlı’da soyadı uygulaması olmadığı için verilen lakaplar bana çok sıcak geliyor mesela. Bazen fiziksel özelliklerine göre, bazen huylarına göre, ‘Dilisivri’, ‘Boynukısa’ gibi. Aslında ismimizi, yaşamadan bilmiyoruz, yaşadıkça geliyor. O yüzden doğuştan bize verilen ismin yanı sıra istiyorum ki, başka başka isimlerimiz olsun, biz o isimleri kazanalım, hak edelim...
Evin delisi benim
Babanla durumun nedir? En son bıraktığımda feciydi...
- Bak, o konuda da bir ilerleme kaydettim. Torunlarını görsün istedim, geldi gördü. Her zaman da kapım açık. Benim babamla yaşadığım kırgınlık, çocuklarımı etkilesin istemedim. Onlar tarafsız bir şekilde başlasın, ilişkilerini kendileri kursun. Çok sık olmamakla birlikte üvey kardeşlerimle de artık görüşüyorum. Ama onları da daha sık görmek isterim. Onları merak ediyorum, tanımak istiyorum. Keşke beraber büyüyebilseydik...
Babanın, ikinci eşinden olan kardeşlerinle aranızda fiziksel olarak benzerlik var mı?
- Olmaz mı? Var tabii. Beni de şaşırttı ama boy pos bayağı benziyoruz.
Babanla bir araya gelmek, senin için kolay olmasa gerek. Ağladı mı baban, torunlarını görünce?
- Çok sevindiğini ve duygulandığını biliyorum. Ben de duygulandım tabii...
Ve orada, her şeyi dengeleyen bir Eyüp var değil mi?
- Evet. Maşallah diyeceğim, inanılmaz sakin ve yapıcı bir kocam var. Sadece köşe yazılarında değil, evinde de yapıcı bir adam. Evinde farklı, kamusal alanda farklı biri değil.
Evin delisi kim?
- Tabii ki ben. Eyüp beni yatıştıran, sakinleştiren, yumuşatan insan. İngiltere’nin de bana iyi geleceğini düşünen zaten o.
Neden İtalya değil, Güney Fransa değil, İngiltere?
- İngiltere olmasının temel sebebi iklim. Ben güneşli, yazlık yerlerde mutsuz oluyorum. Enerjim düşüyor. Tek istisna Arizona. Ne kadar güneşli olsa da, orada garip bir şey var. Hüzün ve ağırlık var. Belki de çöl yüzünden. Ben tatile filan gittiğimizde bile ciddi krizler yaşıyorum.
Çocuklarla tatil köylerine gidiyor musunuz?
- Tabii tabii. Ama mümkün mertebe, gölgede duruyorum. Geceleri çıkıyoruz. Gündüz çıkmak istemiyorum. Güneşin altında uzanma fikri, bana feci geliyor. Esiyorsa, gideyim bir yürüyelim, sonra yazayım, biraz karanlık olsun hava, mümkünse yağmur yağsın. Kurt havası olsun!
Eyüp “Yarabbi! Ben bu kadını nereden buldum?” demiyor mu?
- Diyordur, diyordur. Çünkü o tam tersi, güneş seven, aydınlık seven bir adam. İçi de öyle. O yüzden tatillerde ciddi krizler yaşadığımız oluyor.
Çocuklarla yüzmek filan...
- O tür şeyleri seviyorum ama yüzeyim çıkayım. Oralarda zaman kaybetmeyeyim. Yavaşlığı, durağanlığı, ataleti sevmiyorum. Ama Eyüp yine bir şekilde hallediyor, problemi çözüyor.
Üç gün yazmayayım, yazı beni eve sokmaz
Yazım süreci nasıl bir süreç?
- Dengesiz! “Her gün dokuzdan üçe kadar yazacağım” diyebilenlerden değilim ben. Öyle bir düzenim, öyle bir alışkanlığım yok. Kafama estiği zaman, kalemime geldiği zaman, gece de olabilir, sabaha karşı da...
Bir hafta yazamazsan...
- İnanılmaz bir suçluluk! Mideme kramplar giriyor. Zaten bir hafta ara vermişsem, dönebilmek için, yazının kapısında epey bir yalvarmam lazım. Üç gün gitmeyeyim, dördüncü gün beni eve sokmaz, yazı öyle bir şey!
Peki en ıstıraplı dönem...
- Başlangıçlar. Başlarken çünkü ben de tam olarak bilmiyorum ne yaptığımı. Kafamda bir kurguyla, bir mühendis gibi çatısını önceden kurarak yazmıyorum. Genelde bir resimle başlıyorum, bir sahneyle. Bazen hakikaten bir fotoğraf geliyor gözümün önüne, zınk diye. Ve ben merak ediyorum o fotoğraftaki kadın kim? Adam kim? O fikrin peşine düşüyorum, o fotoğrafın içine giriyorum. O yüzden başlangıçlar çok sancılı.
Eyüp her sayfayı okur
Vahiy gibi bir fısıldama mı geliyor?
- Bunu açıklaması zor. Bence yazar, yazının kontrolünü elinde tutan insan değil. Ben yazının üstünde değilim, kuklacı gibi ipleri elinde tutup oynatan ben değilim. Çoğu zaman, ben de bilmiyorum ne yaptığımı. Bazen yaratıcı gibiyim, bazen araç gibi. Bazen nereden ne geliyor, nasıl geliyor, ben de bilmiyorum. Ama yaratım aşamasında, akıl dışı şeyler olduğu kesin.
Sen ıkınarak mı yazarsın, sakınarak mı?
- Akıtarak!
Güzelmiş! Peki ne kadar deli bir hal bu?
- ‘Aşk’ı yazarken, parmağımın yanındaki etleri nasıl yolmuşsam, bir tırnağım tamamen düştü. Parmaklarım feci bir hal aldı. Birkaç kitabımda da, kafam yara doluydu...
Neden?
- Kaşımaktan. Öbek öbek yara oldu. Deli bir hal yazım süreci. Ama etrafıma zararım olmaz, sadece kendime. Yemek yemeği bile unuturum. Kendi kendime çok konuşurum. Boston’da bir kafede yazıyordum mesela, birden bire korku ve şaşkınlıkla bana bakan 4-5 öğrenci gördüm. Meğer, yarım saattir beni izliyorlarmış. Demek ki, yine konuşuyordum kendimle. Onların yüzünde gördüğüm şey, tuhaftı. O zaman anlıyorsun ki, yazma hali bir tür delilik...
Peki huzur ne zaman?
- Yazdıkça! Delilik ve huzur bir arada. Yarattığım karaktere aşık olduğumda, onu hissettiğimde, bir garip huzur gelir içime.
Akşam, Eyüp’e anlatıyor musun, “Şu bölümün şurasını şöyle çözdüm” diye...
- Anlatmaz mıyım? Onun başının etini o kadar çok yiyorum ki. Hem de romanın her aşamasında. Başlarken ayrı, ortasında ayrı, sonunda ayrı. Bir sürü şeyi didikliyorum, soruyorum, fikir alıyorum, zaten her sayfayı okuyor...
O da yazıyla uğraşan biri. Ama sen, ‘deha’ olansın aranızda. Siniri bozulmuyor mu?
- Kulvarlar farklı. O gazeteci. Onun da gazeteciği, o gazeteci bakışı, beni büyülüyor. “Şu masayı tarif et” de, Eyüp bu masayı bambaşka tanımlar, mümkün olduğunca minimize ederek. “En can alıcı yerini nasıl minimize ederim ve sunarım”; o öyle düşünür. Bu inanılmaz bir yetenek ve bende de işte o yok. Ben de sana bu masayı anlatırım ama detaylara boğarak...
Peki yazarken en çok ne sinirini bozuyor?
- Biz yazıyı hep yaratmak olarak düşünüyoruz. Halbuki yazı, bir o kadar da yıkıcı bir eylem. Ve vazgeçebilmeye dayanan bir eylem. 50 sayfa yazarsın, sonra o 50 sayfanın 30’unu atman icap eder. Kalan özdür, güzel olan. Ben bunu zamanla anladım. İnsan, yazdığına kıyamıyor. Ama kıyması gerekiyor...
Yazılar uçtu
Arada yazdıkların uçuyor mu? Teknolojik sakarlıklar...
- Öyle çok krizlerim oldu. Bilgisayar çöktü. Gece yarısı, ağlayarak teknik servis bulmaya çalıştım.
Gece de mi kafan hep romanla meşgul...
- Tabii tabii. Rüyamda cümleler yazıyorum. Hem Türkçe hem İngilizce. Sonra bir sürü garip garip kelime görüyorum, var olmayan kelimeler. Sabah uyandığımda şüpheye düşüyorum, açıyorum sözlüğü bakıyorum, öyle bir kelime var mı, ne anlama geliyor diye. Tabii olmadığını görüyorum...
Romanlarımı fırınlarda yazıyorum
Yazarken sana hükmeden unsurlar?
- Mürekkep, kahve, sözlük, kitaplar, müzik... Ses ve koku çok önemli... Yazarken başka duyularımın da harekete geçmesi gerekiyor. Mümkünse yemek masasında yazayım, börek pişsin mutfakta, yemeyeyim ama kokusunu duyayım. O yüzden evde mutfağın yeri benim için çok önemli. Ben ya mutfakta ya da pastacılarda çalışıyorum.
Nasıl yani?
- İstanbul’da beni tanıyan pastacılar, ekmekçiler var. Benim bir kenarında oturup çalıştığım fırınlarım var. Alıştılar bana. Bazen habersiz gidiyorum, bazen haber vererek. Onlar cheesecake yapıyorlar ya da ekmek, un kurabiyesi; ben de yazıyorum. Un kurabiyesinin enerjisi muhteşem mesela, yapıp getiriyorlar...
Evde yazarken çocuklar girerse odaya...
- Problem değil. Hep gürültü patırtı içinde yazdığım için, bölünerek çalışmaya alışığım. Havaalanlarında, trenlerde, uçaklarda da yazıyorum ben.
Ne kadar araştıran bir romancısın?
- Çoook. Ödevimi iyi yapmaya çalışıyorum, bunu önemsiyorum. Bir de akademisyen yanım var, belki oradan gelen bir şey. ‘Mahrem’i yazarken mesela, 1600’lerin Sibiryası’yla ilgili küçük bir bölüm vardı, ne bulduysam okudum. ‘Aşk’ta masaya konan her bir yemek için, ne kadar çok kaynak taradığımı anlatamam. Hiçbir şey düşünülmeden yazılmamıştır, kadın kahramanımın sofraya koyduğu salataya kadar düşünüyorum...
Yok efendim kocasından ötürü yok efendim medyada göründüğü için...
‘Aşk, senin için bir dönüm noktası mıydı?
- Yeri çok özel. Ama diğerlerinin de öyle. Ama en güzeli de henüz yazmadığım kitap.
Kaç dile çevrildi kitapların?
- 32. ‘Aşk’, Amerika’da ve İngiltere’de yeni çıktı. Ayrıca, Danimarka ve Norveç’te, Balkan ülkeleri ve Uzakdoğu’da. Fransa’da da bambaşka bir isim altında çıktı.
Bu kadar sevilmesinin sence sebebi ne?
- O sebep bence birden fazla. Her kitapla birlikte genişleyen bir okur kitlem oldu. ‘Pinhan’dan beri takip eden okurlarım var. Kimisi ‘Mahrem’le tanıştı benimle, kimisi ‘Aşk’ sırasında. Sonra içinde yaşadığımız dönemin ruhu da önemli, bir manevi arayış çağındayız. Tabii ki Mevlana ve Şems de büyük etken. Onlar o kadar güzel insanlar ki, onlara karşı büyük bir merakımız, açlığımız ve onları tanımaya ihtiyacımız var. Anlatım tekniği de bence önemli, daha duru bir dil kullandım. ‘Aşk’ta fazla edebi dil oyunları yok, sakinlik ve tevazu var.
Hakkında bir sürü şehir efsanesi var... Haşin eleştirilere ne diyorsun?
- Üzülüyorum haliyle. Sen inanılmaz bir emekle, aşkla, şevkle çalış, geceni gündüzüne kat, aylarca, yıllarca uğraş. Yok efendim kocasından ötürü, yok efendim medyada göründüğü için, yok işte sosyetik arkadaşları olduğu için desinler. Allah’tan ciddiye almamayı başarabiliyorum.
Sosyetik arkadaşlarla kastettikleri Serdar Erener ve Nil Karaibrahimgil filan mı? Gerçekten, çevren değişti mi?
- Bir yanım çok asosyal benim, o damar bende hiç değişmedi. Yalnızlığını seven bir insanım. Ama evet Serdar’la, Nil’le, Sertab’la kafa dengi güzel bir ekibimiz var. Dostluktan beslenen bir enerji. Çok da kıymet veriyorum o dostluklara. Sahici dostluklar. Kimin ne iş yaptığıyla ilgisi yok.
Evlat edinmek istiyorum
Kocandan hep hayranlıkla bahsediyorsun..
- Evet çünkü ona hayranım, fikirlerine, yazılarına.
Ne kadar oldu evlilik?
- Beş seneyi geçti ama öncesi de var. Toplam dokuz sene...
Çocuk meselesini kapattınız mı?
- Evet ama ben evlat edinmek istiyorum. O kadar çok sevgiye muhtaç çocuk varken, bizim de verecek o kadar çok sevgimiz varken, neden olmasın? Ben ‘öz, üvey, benim kanım, benim genim’ bu tür şeyleri aşamamız gerektiğini düşünüyorum.
Eyüp ne diyor bu duruma?
- İtirazı yok, güzel şeyler söylüyor. Benim kadar fanatik olmasa da destekliyor.
Kalp kıran bir erkek olacağım
Gelelim yeni kitaba...
- Aslında ‘Aşk’tan sonra müthiş bir zorlanma yaşadım. Ne yazacağım, nasıl yazacağım? Her kitapla birlikte sorumluluğun da artıyor. Okurlardan o kadar çok e-mail geliyordu ki, “Aşk 2’yi yazacak mısınız, devamı gelecek mi?” diye. Ben, her kitapta farklı bir şey yapmayı seviyorum. Kendimi tekrarlamayı seviyorum. ‘Aşk 2’ olmayacak.
Peki ne olacak biraz tüyo ver...
- ‘Aşk’ta aşkı anlattım, yeni kitapta sevdiklerimizi kırmayı anlatmak istiyorum. Aşkla kırdıklarımızı...
O zaman bunu yapan bir erkek karakter...
- Evet, erkek olacağım bu romanda. Ve kalp kıran bir erkek. Hem de fena şekilde... Çok severek yarattığım, daha önceki karakterlerime hiç benzemeyen bir karakter.
İçimdeki cadıyı seviyorum
Siyah saç sana yakıştı...
- Evet, ben de sevdim. Enerjisi hoşuma gitti. Her an boyatabilirim.
Angelina Jolie’ye benzedin...
- Teşekkür ederim de, senin dışında benzeten olmadı Ayşecim!
Olur mu Mehmet Turgut da saçlarının dalgalı fönlenmiş halini Michelle Pfeiffer’e benzetti?
- Ya siz beni böyle dolduruşa getirin!
Valla biraz makyaj ve saç numarasıyla acayip değiştin. Ama senin hoşuna gitmiyordur güzel kadın olmak...
- (Sessizlik)
Peki cadılık hakkında ne diyeceksin?
- Yazarken o kadar değişiyor ki kişiliğim, sanki beynimin başka kapıları açılıyor. Ve yazarken çok sesli oluyorum. Bir tür delilik. İçimde cadılar da var, deliler de. İçimdeki cadıyı seviyorum...