Barış Acar- T24
http://prounodasi.wordpress.com/
Bu yazıya başlık atarken uzun uzun düşünmedim değil. Haksızlık mı ediyorum; incitici mi olacağım; çarpık mı görüyorum, bir de üstüne üstlük genelleştiriyor muyum acaba bu çarpık görüşü, diye. Bu adın bu yazıya neden konduğunu, nasıl bir anlam taşıdığını ve hangi sebeplerle kaçınılmaz olduğunu yazının sonunda gereçekçelendirebilirim umarım. Yine de benim açımdan sebatlı okurun daha baştan şunu bilmesi önemli:
Yazmasam olmayacaktı.
Geçtiğimiz hafta Galeri Artist Lab.’da Cansu Gürsu ve Uğur Güler için açtığımız “Tuval-Bedenler” sergisi dolayısıyla Ankara’daydım. İki genç sanatçı da, resmin ortadan kaybolduğu bir zaman diliminde bedenleri ile tuvali takas eden sanatçılardı. Yaşadıklarını tuvalde yaşıyorlardı. Boyayı tenlerinin astarına sürmekten korkmuyorlardı. Performans onların resmiydi. Onların dirimselliğini üstüme giyinip bir kez daha geçtim Ankara’nın sokaklarından. Hep ileri gösteren bir ok gibi aralarından geçtiğim binaları bir kez daha selamladım. Büyük yolculuklarıma başladığım Karanfil Sokağı’nda tanıdık yüzler aradım. Sevgi Soysal’ın romanları peşi sıra bütün ara sokaklarını bilebilmek için çaba harcadığım bu büyük, gri, vaktinden önce yaşlanmış kent neden bu kadar sessizdi? Nasıl oluyordu da bir türlü bitmiyordu kendine yabancılığı? Kendini acıtmak için bu akıl almaz çabası niyeydi?
Sorular üst üste yığıldıkça sessizliğin perdesi aralandı.
Bir salon kentidir Ankara. Sokakları boş ama kitabevleri, cafeleri, sinemaları, tiyatro salonları hınca hınç doludur. Onca insanın nereden çıkıp da buralarda bir araya geldiğine şaştığınız gibi, etkinlik bittiğinde nasıl olup bir anda buharlaştığına da şaşarsınız. Yıllar önce AST’ın salonunda “Bir Halk Düşmanı”nı izleyip, sonrasında o coşkulu insanları salonun dışında hiç bir şekilde tanıyamayacağımı fark ettiğimde anlamıştım bunu. Ankara, herkesten önce kendine yabancıdır.
Bozkırın mı etkisidir, bürokrasinin soluk benzinden midir, Ankara insanı yüzü karanlık karanlık gezer sokaklarda. Asık suratlıdan çok, gülmeyi hiç öğrenmemiş, gülümsemek nedir bilmemiş gibidir. Mutsuzluk onun iklimidir. Hele de Ege’den çıkıp gelmiş biri için ne zordur Ankara, Ankaralı. Deniz görürüm umuduyla tırmandığı her tepenin ardından ayaklarını sürükleyerek yürüyen, yorgun, bezgin insan yüzleri çıkar. Otobüs tutamaklarında, fatura kuyruklarında, konser salonlarında hep onlar vardır. Kendisine, hiç gelmeyen bir geleceğin penceresinden bakması öğretilmiştir. Yalnızca tarihsel bir varlık gibidir. Bu yüzden yaşadığı her günü tedirgin karşılamayı öğrenmiştir Ankara insanı. Bugünü kendisine vadedilmiş ve hiç gelmeyecek gibidir; şimdiki zaman kaçkınıdır.
Sanat ortamına da derinden sirayet etmiştir bu tarihsellik duygusu. Kendisine sürekli bir gecikmiş eylem olarak bakar. Travmatiktir. Taşralılığını unutmak için öylesine İstanbul’un gözlerine muhtaçtır ki, kendisinin neden kenarda kaldığından yakınırken bile aslında çocuklarını boğmak için hasımlarıyla yarışır gibidir. Yeni bir oluşum, farklı bir çıkış, aykırı bir imza karşısında tavrı görmezden gelmek, yok saymak, inkâr etmektir; yerin dibine batırmak ve sonunda muzaffer bir kumandan edasıyla taze ruhları galebe çalmak, tarihsel alışkanlıkları arasındadır. Bu, Ankara’dır. Ankara’nın kendini bulma, kendi benliğini kurma biçimi.
Ankara, öncelikle kendisini saymaz; önemsemez. Belki de cumhuriyet tarihi boyunca kurulmaya çalışılan özgüven hiç varolmamıştır onda. Bir dönem öykü dergiciliği nedir, nasıl yapılır, yapılmalı mıdır diye araştırırken, hayretle gördüm; Anadolu’da dergicilik başlıklı tartışmalar için bile İstanbul’dan Enis Batur’un konuşmacı olarak çağrıldığını. Çünkü biz, Anadolu olarak, kendi kendimizin taşrasıyızdır her şeyden önce. Merkezden görüldüğümüz kadar varlık kazanırız. Can Dündar’ın söylediği gibi şairlerini kaçıran bir kent olarak Ankara, bir dönem devrimin ruhunu bedeninde taşımıştır belki ama bugünkü ortak aklına bakıldığında bu ruhtan ne kadar uzakta olduğunu görmemek için kör olmak gerekir. Kendini sürekli İstanbul’un ötekisi olarak gören bu Ankara, söylemler evreninde bir başkent olduğunu sanmaktadır; oysa eylemler evreninde bundan çok uzakta olduğunun o da bilincindedir. Bu yüzden git gide içine kapanır. Başkalarına, kalabalıklara, kendine küser. Kendi kendini yutar.
Oysa Ankaralılar cesurdur -çünkü Anadolu’dan güç alan bir merkez olarak ona yüz sürenler zaten cesur kimselerdir- ama Ankara bu cesaretten nasibini almamıştır -çünkü bu cesur kimlikleri yan yana getirecek kurumsal yapılanmalardan, bir araya gelişlerden, örgütlenmeden ölesiye korkmaktadır-.
“Ankara, entelektüeldir,” söylemi yıllardır dillerden düşmeyen bir efsanedir. Büyük üniversitelerin Ankara’daki baskısıyla oluşmuş, etkisi kendisinden çok sonra da hissedilebilen yazarlar, düşünce insanları, öncü sanatçılar tarafından taçlandırılmıştır bu efsane. Oysa yakından bakıldığında bu lafın bile İstanbul’da yaşayanlar tarafından üretilmiş olduğu dikkati çekecektir. Entelektüel, birikimli, dönüştürücü bir Ankaralı olmak için Ankara’nın dışında olmak gerekmektedir. Ankara kendini unutarak bulur.
Üstüne üstlük bir Ankara körlüğünden de söz edilebilir. Dışarıyı algılayamama, etrafında nelerin olup bittiğinin farkına varamama durumudur bu. Eylemsizlik onu öylesine dondurmuştur ki, kendi gündemini ülkenin gündemi sanma yanılgısına öyle kapılmıştır ki, dünyanın dönmekte olduğunu bile zar zor kabul eder.
Ankara, iki tarafa da kapalı olan hüzünlü bir çıkmaz sokaktır. Sokağının çıplaklığıyla örter yalnızlığını. Karların altında Gençlik Caddesi’nden Yılmaz Güney Sahnesi’ne dönerken ansızın önünüzü keser “Dön Gel Sokağı”. Tüm metaforları içine dönüktür. Bütün pencereleri çıkmaz sokağının oluşturduğu avluya yüzünü dönmüş, kendi üstüne kapanmış bir kenttir Ankara. Kaçışsızdır.
Ankara, mülk almak için ele güne borç yapan ama gardan eve taksiye binmekten sakınıp elinde bavulları ailesini kilometrelerce yürüten bir babadır. En yakınındakine keskin kılıçtır.
Peki ya İstanbul, Ankara’dan bir çıkış olabilir mi?
Bunun üzerine uzun uzadıya konuşacak son kişiyim büyük olasılıkla. Yalnızca, Attila İlhan’ın İstanbul’u gözlerimin önünden geçerken, -her metropolün olduğu gibi- üstüne çöken kültür-politikaları tarafından sürekli yeni bir marka olarak içeriklendiğinden, onun da kendisi olma şansını sonsuza dek yitirmiş olduğunu düşünüyorum. Buna karşın İstanbul, insanın yüzüne ayna tutan bir kent. Sınırlarından hücum etmiş ne kadar insan varsa o kadar aynası olan, bu yüzden baştan aşağı kendi yansımasında parlayan bir kent; içi kıpır kıpır bu yüzden. Ankara ise bütün yansımaları yutan bir karadeliğe benzetilebilir.
Sözü bu kadar uzatmışken, topu, yazının başlığını kendisinden devraldığım, Baudrillard’a atsam çok mu ayıp etmiş olurum:
“Foucault’daki iktidar kavramı unufak edildiği zaman bile yapısal özelliklerini koruyan, kutuplaşmış, kusursuz bir soy ağacına sahip, sürekliliğini açıklayabilmenin olanaksız olduğu ve gizliden gizliye suçlanmasına karşılık hala aşılıp geçilememiş; mikroskobik noktalar ya da noktacıklar halindeki görünümlerinin bile bir bütünlük, bir bölünmezlik izlenimi verdiği bir kavram olmayı sürdürmektedir ve bu iktidar kavramının nasıl tersyüz edilebileceğiyse pek belli değildir.”
İşte, Ankara burasıydı. Baudrillard’ın Foucault’su benim Ankaramdı. Devasa cüssesiyle karşımda olduğunu bildiğim halde dokunamadığım, öfkelendiğimde tek bir yumruk bile atamadığım, sokaklarını adım adım gezip hakkında öyküler yazsam da, meydanlarından eylemlere katılsam da asla beni evladı olarak kabul etmemiş kocaman ama görünmeyecek kadar içimize işlemiş bir iktidar.
Ankara, Ali Şen’in hepimizi alıp dondurma yemeğe götürdüğü Gençlik Parkı’dır. O bile artık kendine yabancıdır.
Bir gıdım olsun nefes alabilmek için Ankara’nın dışını bulmak gerekir. Yaşayabilmek için Ankara’yı unutmak…
NOT: Bu yazı, “Proun Odası” üstbaşlığını verdiğim ve bir sanat tarihçisi olarak sanat eleştirisinin bugünü üzerine odaklandığım bu dizinin son yazısı. Çağdaş sanatın bugünü için güncelliği ıskalamadan ama gazeteciliğin genellikle kulak ardı ettiği kavramsallıktan da ödün vermeden -“bugün için tarih” mottosuyla- bir eleştiri kurulabilir mi sorusu benim açımdan tam olarak yanıtlanmadan kalacak. Kapısına kilit vurup gitmiyorum ama kimsenin girmeye istekli olmadığı bir oda gibi penceresinden atlayarak terk ediyorum onu. Belki, bu sıklıkta olmasa da, Proun Odası’nın kapıları yeniden açabilir. Henüz kesin bir şey söylemek zor. Yine de o güne dek, Lissitzky’nin çağrısına, sanatın içinde yaşayabileceğimiz bir oda olabileceğine inanmayı sürdürün lütfen.