Zaman gazetesi yazarı Ali Bulaç, Başbakanlık raporuna göre Türkiye’ye göç eden Suriyelilerin sayısının 1 milyon 200 bini aştığını, ancak sadece 219 bin kişinin kamplarda kaldığını belirtti. “900 bin Suriyelinin ise çeşitli şehirlerde ve oldukça zor şartlarda hayatta kalma mücadelesi veriyor” diyen Bulaç, "mali gücü yerinde olan her zenginin bir Suriyeli aileyi sahiplenmesini" önerdi.
Bulaç'ın "Suriyeliler, acil! Her muhacire bir ensar!" (21.07.2014) başlıklı yazısı şöyle:
Başbakanlık’ın hazırladığı rapora göre Türkiye’ye göç eden Suriyeli nüfus 1 milyon 200 bini aştı; bunların sadece 219 bini 22 kampta kalıyor. 900 bin Suriyeli çeşitli şehirlerde ve oldukça zor şartlarda hayatta kalma mücadelesi veriyor.
Neredeyse her kaldırımda, parkta, açıklık yerde sürünen, açlıktan nefesi kokan kadın ve çocuklar var. İnsanın içini paramparça ediyorlar. Açık alanlarda insanlık dramı yaşanıyor ama Uluslararası Kriz Grubu’nun (ICG) raporunda belirttiği gibi “Kaynaklar ve sabır azaldıkça güvenlik sorunları artıyor; Türkiye’nin mülteciler için takip ettiği ‘açık kapı’ politikası sınırlarına yaklaşıyor.”
Bu tespitler doğru, nitekim Kahramanmaraş, Gaziantep, Adana ve daha öncesinde Ankara ve başka yerlerde Suriyelilere gösterilen tepkiler durumun gelecekte vahim gelişmelere yol açabileceğinin işaretlerini veriyor. Bugün yarın evlerine dönerler beklentisi yanlış, çünkü Soli Özel’in de dikkat çektiği üzere uzmanlara göre, bir yerde iç savaş başladı mı 15 yıldan önce bitmez. Bu demektir ki Suriyeliler kalıcı. 19 ve 20. yüzyılda savaş ve tehcirler dolayısıyla Balkanlar’dan ve Kafkaslar’dan Anadolu’ya olan kitlesel tehcirlerin bir benzeriyle karşı karşıya bulunuyoruz. Şu anda Suriye nüfusunun yüzde 25’i ülkeyi terk etti, bu sayı giderek artacak. O halde kalıcı bir mülteci politikası geliştirmek, mültecileri yerleşik hale getirmek için çeşitli tedbirler almak gerekir.
Suriyelilerin en acil ihtiyacı a) Barınma, b) Gıda, c) Düzenli hayat, d) Çalışma izni, e) Eğitim (Arapça-Türkçe), f) Sosyal haklara sahip olup bunları rahatça kullanabilmeleri. Bu ihtiyaçlar karşılanmadığı takdirde dilencilik, hırsızlık, gasp, saldırı, fuhuş, kayıt dışında sömürü ve organize suçlara (mafya) Suriyelilerin de etkin olarak dahil edildiği durumlarla karşı karşıya geleceğiz.
Ankara ve Maraş olayları gösterdi ki yüzyıllık ırkçı kültür halkta kök salmış. Alman ırkçılarının Türklere ve göçmenlere gösterdikleri tepkinin benzeri, hatta daha vahim olanı açığa çıktı. Alman ırkçıları Türklere karşı örgüt düzeyinde ve bireysel vahşi eylemler düzenliyorlar. Ankara ve Maraş’ta ise gruplar düzeyinde, kitlesel saldırılar oldu. Allah’tan şehrin İslami örgütleri ortak bir bildiri yayınlayarak Suriyeli misafirlere sahip çıktı. Ancak bu ırkçı öfkenin üstünü örtemez. İş piyasasındaki pastanın gayrı nizami paylaşılmasından dolayı çıktığı düşünülen söz konusu öfke yüz senedir beynimize zerk edilen “Arap düşmanlığı”yla bir araya geldiğinde ırkçı-faşist nefrete dönüşüyor. İttihatçılıktan ve Kemalizmden tevarüs ettiğimiz esaslı hastalıklarımızdan biri bir türlü Arap, Kürt ve İranlıyı kendimizle eşit görmememiz. Bu, bizi ümmetin bir parçası olmaktan koparıyor. Her nedense kendimizi ümmetin lideri, çobanı görüyoruz (Allah’ın seçtiği kurtulmuş millet). Bu zihniyeti terk etmedikçe, ne Batı’ya ne İslam’a ait olacağız. Suriyeli mülteciler bu hastalığımızın tedavisi için bir fırsat olmalı.
Devlet, belediyeler, STK’lar, yardım ve hayır kuruluşları, vakıflar, aileler ve bireyler düzeyinde yapılabilecek işler vardır. Ben inanıyorum ki devlet ve belediyeler aklı başında organizasyon yapabilseler bir ölçüde sorun çözülür. Ama asıl çözme noktasında olanlar yardım kuruluşları, aileler ve tek tek şahıslardır. Hayır kuruluşlarımız birbirleriyle yarış halinde Endonezya’dan Afrika içlerine kadar yardım ulaştırıyorlar. Tabii ki hayırlı işler yapıyorlar ama kaldırımlar üzerinde açlıktan kırılan Müslümanların önceliği var. İsteseler kendi aralarında işbölümü yapıp tek bir aç bırakmazlar.
Binlerce kilometre ötedekinden önce gözümüzün önündeki açtan sorumluyuz. Sorunun çözümü kolaydır. Bu ülkenin yüzde 99’u Müslüman ama ne Müslümanca düşünüyor ne Müslümanca amel ediyor. Efendimiz (sas) Medine’ye hicret eden Mekkelileri “Muahat” sistemiyle kolayca topluma entegre etti, iki farklı insan grubundan bir ümmet çıkardı.
Şöyle yapabiliriz: Mali gücü yerinde olan her zengin -Sünni, Alevi, Arap, Kürt ayrımı yapmadan- bir aileyi sahiplenmeli. Onlara uygun bir ev kiralamalı (500 TL), her ay da 500 TL infak etse bin liraya bir aileyi kurtarır. Tek başına gücü yetmeyen bir, iki aile bir araya gelip bir ailenin sorumluluğunu üstlenmeli. Unutmayalım, hepimiz bu dramdan sorumluyuz. “Her muhacire bir ensar” düsturuyla bu sorunu çözebiliriz.