Yeni Akit yazarı Yavuz Bahadıroğlu, 7 Haziran seçimlerinde iktidarı kaybeden "AKP'nin yaşadığı oy kaybında Ayasofya'nın ibadete açılmamasının etkili olduğunu" öne sürdü.
27 Mayıs darbesinden önce Nurculuk hareketinin kurucu lideri "Bediüzzaman Said Nursi'nin Adnan Menderes'e Ayasofya'nın açılması yönünde bir mektup yolladığını" söyleyen Bahadıroğlu, şunları söyledi:
“Said Nursi Ayasofya’yı açmazsanız sonunuz hüsran olur, ikazını yapıyor. Yaklaşık beş ay sonra 'hüsran' geldi çattı: 27 Mayıs (1960) darbesi gerçekleşti. Zamanın şartlarında Demokrat Parti’nin yapamadığını yapmak, onun izinden giden Ak Parti iktidarına düşerdi. Yazık ki, o da yapamadı. Yine hüsran! Bereket versin, bu seferki “hüsran” sadece “şefkat tokatı” şeklinde geldi, yalnızca oy oranını düşürdü."
Yavuz Bahadıroğlu'nun Akit'te "Ak Parti’nin oy kaybında manevi sebepler de var" başlığıyla yayımlanan (24 Haziran 2015) yazısı şöyle:
Seçim sonuçlarını yalnızca maddi sebeplere bağlamak “pozitivist” bir yaklaşımdır. Bu bakış açısı Müslümana yakışmaz. Müslüman, maddi sebeplerin yanında “manevi” sebepleri de dikkate alır ve “kader”açısından da hayata bakar...
Takip edebildiğim kadarıyla, şimdiye kadar seçim sonuçlarına bu açıdan bakan bir “Müslüman” (yoksa “İslâmcı” mı demeliyim) yazar görmedim...
Herkes, “Ak Parti şunu şöyle yapmalıydı... Bunu öyle yapmamalıydı”havasında yazıyor. Bir bakıma, “Araba devrildikten sonra yol gösteren çok olur” deyimini hatırlatır tarzda kalem oynatıyorlar.
Seçim öncesi Ak Parti’ye “Çok iyi gidiyorsun, yola devam!” gazını veren de aynı kalemlerdi.
Neyse, bu hamur çok su götürür...
Gelin biz Ak Parti’nin, ekonomiyi düze çıkarmak, IMF borçlarını ödemek, enflasyonu düşürmek, sağlam bir bankacılık sistemi kurmak, Türkiye’yi vesayetten kurtarmak, içeride ve dışarıda meydana gelen olaylar karşısında dik durmak, Suriye muhalefetine ve Türkmenlere kol-kanat germek, yurtiçinde ve dışında nice ecdat yadigârı eserleri onarmak, İmam-Hatiplerin önünü açmak, başörtülü kadını sadece üniversiteye değil, memuriyete, hatta Meclis’e sokmak gibi, nice “olmaz”, “oldurulamaz”icraatlarına rağmen, oy kaybetmesine “kader” cihetinden bakalım...
Bilen bilir: Türkiye 1950 seçimlerine giderken çok fakirdi. Kasabalarda ve köylerde yaşayanlar aç ve bîilaçtı. Ayrıca da halkın üzerinde korkunç bir jandarma ve devlet baskısı vardı. Buna rağmen halk, demokratlardan ekonomik rahatlıktan önce “Ezan-ı Muhammedi” istiyordu...
Kasketliler, mitinglerde konuşan Demokrat Partili adayların sözünü kesiyor, “Ezan ne olacak ezan?” diye soruyordu. Çünkü ezan, 1932’den beri (tam 18 sene olmuştu) “Muhammedî” kimliğinden çıkarılmış, Türkçe okunmaya başlanmıştı.
Yani “Türkçe ezan” milletin içindeki en önemli “ukde” idi. RahmetliMenderes ezanı aslına döndürüp bu “ukde”yi kaldırdı. Böylece gönüllere taht kurdu. Millet ekseriyeti tarafından hâlâ hayırla yâd ediliyor.
Diyeceğim şu ki, Ayasofya’nın bugünkü kimliksiz hali de millet ekseriyetinin içinin “ukde”sidir!
Konu çok önemlidir: Önemli olmasaydı Bediüzzaman, Mehmed Âkif, Abdulhakim Arvasi, Necip Fazıl, Süleyman Hilmi Tunahan, Mahmud Efendibaşta olmak üzere, pek çok kanaat önderleri, açılması için çaba sarf etmezlerdi.
Bu konuda Bediüzzaman Said Nursi’nin Başbakan Adnan Menderes’e bir de mektubu var. Aslı, Emirdağ Lahikası’nda yer alan bu mektupta özetle şöyle diyor:
“...Ayasofya’yı muzahrafattan (süprüntüler, pislikler) temizleyip ibadet mahalli yapmaktır... Otuz sene siyaseti terk ettiğim halde, bu nokta hatırı için Namık Gedik’i görmek istedim ve geldim (Ankara’ya). Adnan Bey, Namık Gedik ve Tevfik İleri gibi zatların hatırı için başka yere gitmedim.”(Said Nursî, 25 Aralık 1959).
Ayasofya’nın açılmasına ilişkin başka mektupları da var, hatta birinde“Ayasofya’yı açmazsanız sonunuz hüsran olur” ikazını yapıyor. Yaklaşık beş ay sonra “hüsran” geldi çattı: 27 Mayıs (1960) darbesi gerçekleşti.
Zamanın şartlarında Demokrat Parti’nin yapamadığını yapmak, onun izinden giden Ak Parti iktidarına düşerdi. Yazık ki, o da yapamadı. Yine hüsran!
Bereket versin, bu seferki “hüsran” sadece “şefkat tokatı” şeklinde geldi, yalnızca oy oranını düşürdü.
Şimdi bize düşen, 481 sene “cami” olduğu için, artık “ebedi cami” olanFatih’in emaneti Ayasofya’ya en azından ayakkabılarla girmemek, Fatih’in, Ak Şemseddin’in, Molla Gürani’nin ve Âlişan Efendimiz tarafından müjdelenen fetih ordusunun alnının secdeye gittiği “secdegâh”lara kirli ayakkabılarla basmamaktır...
Mescid-i Aksa’yı, İsrail askerlerinin postallarından, belki bu dikkatimiz sayesinde kurtarabiliriz!
Bu da o işin “kader” cihetidir!