Politika

Ahmet Ümit: "İçimizdeki faşistlerden korkuyorum"

'Bu eylemler ülkeyi bölmeye yönlendirebilecek bir etki yaratıyor'

20 Eylül 2015 15:32

Yazar Ahmet Ümit, son dönemde artan çatışma ortamına ve kitapevlerine yönelik saldırılara ilişkin olarak, "İçimizdeki faşistler korkuttu beni. En tehlikelisi içimizdeki faşistler, en çok içimizdeki faşitlerden korkuyorum; çünkü en yıkıcı onlar. Çünkü şiddeti olağan hale getiren de onlar" dedi. "Bu eylemler ülkeyi bölmeye yönlendirebilecek bir etki yaratıyor" diyen Ümit, "Elbette bu insanları yönlendiren tıpkı 6-7 Eylül olaylarında olduğu gibi bir üst akıl var. Bir devlet işi, bir derin devlet işi meselesi, yahut bir karanlık güçler meselesi" ifadesini kullandı.

Cumhuriyet'ten Ceren Çıplak'ın sorularını yanıtlayan (20 Eylül 2015) Ahmet Ümit'in açıklamaları özetle şöyle: 

- Madem kitabevinde buluştuk, Gül Kitabevi’nin yakılmasını hatırlayarak başlayalım sohbetimize. Kürtlere yönelik saldırılar sırasında işletmecisinin Kürt olduğu düşünülerek yakılan onca yerden biri de Gül Kitabevi’ydi. Tarih boyunca nice kitap yakıldı, yasaklandı... 2015 yılındayız ve kitap yakmaya geri döndük. Toplumsal olarak çok mu geriye gittik birdenbire?

AKP’nin yönlendirmesiyle bir geriye gidiş söz konusu. Ülkeyi, dini referansların olduğu bir kültüre, eğitim politikasına yönlendirmeye çalışıyorlar. İşyerlerinin ve kitabevinin yakılması Madımak’ı çok çağrıştırıyor.

Bir de o anların fotoğraflarına baktığımız zaman toplumun içindeki öğretmen, komşumuz, arkadaşımız diyebileceğimiz profiller vardı. 8 Eylül gecesi başlayan yakma-yıkma olaylarında sizi en çok korkutan şey ne oldu?

İçimizdeki faşistler korkuttu beni. En tehlikelisi içimizdeki faşistler, en çok içimizdeki faşitlerden korkuyorum; çünkü en yıkıcı onlar. Çünkü şiddeti olağan hale getiren de onlar... Bu eylemler ülkeyi bölmeye yönlendirebilecek bir etki yaratıyor. Elbette bu insanları yönlendiren tıpkı 6-7 Eylül olaylarında olduğu gibi bir üst akıl var. Bir devlet işi, bir derin devlet işi meselesi, yahut bir karanlık güçler meselesi.

- Bir polisiye yazarı, komplo teorisyeni olarak düşündüğünüzde ‘katil kim’?

Bir cinayet işlendiği zaman bu cinayetten katili bulamıyorsak parmak izi vs. yok ise şu soruyu sorarız: “Bu işten kimin çıkarı var?” Bugün gelinen noktada görüyoruz ki terör, hükümet partisine de hükümete de yaramıyor. Kimsenin oyu artmadı. Yani demek ki terörle, şiddetle bir şey olmaz.

Bu işten bir çıkarı olanlar için sadece derin devlet de diyemeyebiliriz.

Bugün bulunduğumuz şu kanlı süreci başlatan olay, Suruç’taki patlamadır. Bunun arkasından da son derece bilinçli bir şekilde çok ilginç bir şeyle karşılaştık. İki polisimiz, PKK’nin çok da kullanmadığı bir yöntemle enselerinden ateş edilerek öldürüldü. Bunun ardından iş patladı.

Bugünü anlamak istiyorsak bu iki olayı tahlil etmemiz lazım. Bu iki olayın sorumluları bulunduğunda olayları anlayabiliriz.

- Bugünü anlamak için “şifre”leri verdiniz. Peki bugün anlayamadığınız şeyler var mı?

Elbette var. Benim anlayamadığım olay şu, özellikle iktidar partisinde öyle bir şey görüyorum ki “Kaybedersek sonumuz olur” havasındalar. Neden? Ben anlayamıyorum. Ya kaybet, hatta dinlen biraz. Yeni bir hükümet gelsin, sen de toparlan... Bu arada eleştirilere de “Ya benimsin, ya toprağın” sözüne benzer bir yaklaşım var.

-  Peki eleştirilerdeki dil değişti mi?

Gezi’den önce AKP rahattı. Bir yerde dil daha tertipli daha uygundu, fakat Gezi’den sonra bir panik başladı. Gezi onlara şunu gösterdi; bu ülkede çok dinamik bir yapı var. Çok dinamik, muhalif bir uç var ve bu muhalif güç sizi engelleyebilir... Gençlerle uzlaşılabilirdi, o zamanki Başbakan Erdoğan, gençlerin yanına otursaydı “Arkadaşlar ne istiyorsunuz?” deseydi, gençler de “Burası Gezi olarak kalsın” deseydi başka olurdu, ama ne yaptı, “Siz kimsiniz” dedi. İşte ordan itibaren bu dil hızlı bir şekilde değişmeye başladı...

- “Yüzde elliyi zor tutuyorum” dedi, peki zorla tutulan yüzde elliye sizce ne oldu?

“Yüzde 50’yi zor tutuyorum” söylemi bugün geldiğimiz o nefret, küfür, şiddet, tehdit, iftira söyleminin başıdır. Bunu dedikten sonra öteki yüzde 50’yi sindirmeye çalıştı. Peki ne oldu? Bu yüzde 50, yüzde 60 oldu, zor tuttuğu yüzde 50 de yüzde 40’a düştü. Demek ki kabalık bir işe yaramıyor. Bu kadar güce rağmen işe yaramıyor.

- Siz neyi zor tutuyorsunuz? Kendinizde neye zor hâkim oluyorsunuz?

Her akşam aynı adamları televizyonda görüp bu insanların yalan bir şekilde konuşmaları inanılmaz sinirimi bozuyor. Sabah böyle bir ülkede uyanıyor olmak hakikaten moralimi bozuyor. Romanımı yazarken konsantre olamıyor. Her gün gelen şehit haberleri, ölümler moralimi bozuyor. Bütün bunlara rağmen bu politikayı uygulayan insanların yüzde 40 oy alması ise çok şaşırtıcı. O zaman Nâzım Hikmet’in şu sözleri aklıma geliyor: “Kabahat senin / demeğe de dilim varmıyor ama / Kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!”

- “Agatha’nın Anahtarı” hikâyeniz de giderek popülerleşen gerçek bir “kaçış oyunu”na uyarlandı. Daha önce bunu oynadınız mı?

Hiç oynamamıştım. Aslında bu oyunun ilginç bir şekilde edebiyatla çok bağlantısı var. Bu oyunlarda, yazarların kurguları önemli bir işlev görüyor.

Bu hikâyeden yola çıkarak bir oda hazırladık. Bu odaya giriyorsunuz ve odayı üzerinize kapatıyorlar. Odadakilere bazı ipuçları veriyoruz. Bu ipuclarından yola çıkarak 1 saat içinde odadan çıkmaya çalışıyorsunuz. Yaşadığınız hayatın gerçekliğinden kopuyorsunuz bu oyunla.

- Bizim de hayatın gerçekliğinden kopmaya biraz ihtiyacımız var sanırım. Öyleyse kaçış oyununu burada oynayalım mı? Mesela Türkiye’nin barış ve demokrasi anahtarı olsun bizim hikâyemizde. Odadan çıkabilmem için hangi ipuçlarını veriyorsunuz bana?

Türkiye’yi barışa götürecek şeyler belli. İnsanların çözmesi gereken bazı kavramlar var; hoşgörü, şeffaflık, demokrasi, herkesin kendi kimliğini özgürce ifade edebilmesi, güçler arasında eşitlik, siyasilerin eğitim düzeylerin artması, partilerde entelektüellerin artması... Bunları birleştirirseniz o zaman barışa ve demokrasiye çıkarsınız ve rahatlar ülke.