Ahmet Şık
Henüz yazdığım son yazının (http://www.habervesaire.com/news/2030/) mürekkebi kurumamıştı. İstediğim gibi değildi ama meramımı da anlatabilmiştim sanırım. “Ergenekon ve iktidar arasında kalmak” başlıklı yazıda Ergenekon adı altındaki soruşturma ve davalar zinciriyle mevcut iktidarlar arasında mesafeli durmanın zorluğu anlatılıyordu. İktidarlar dediğimin farkındayım. Çoğul olmasının nedeni malum, çünkü bu ülkeyi yöneten sadece AKP değil. Hadi daha spesifik hale getirerek söyleyelim ki yazının konusu da bu zaten, ülkeyi yöneten diğer güç kısaca cemaat diye anılan kesim. Bu tezimde de ısrarlıyım. Nasıl ki AKP’den önce ülkeyi asker yönetiyorduysa şimdi de sivil bir iktidar yönetmiyor. Bakmayın siz üzerlerindeki kıyafetlerde apolet olmadığına, onların zihniyetleri üniformalı, kafaları apoletli. Uzun lafın kısası, onlar da dini teamüller çerçevesinde bir emir komuta zincirinden oluşan bir başka askeri düzen. Ergenekon ve türevi bilumum soruşturmayı yürütenler de bu hiyerarşinin parçaları.
Gazeteci değil provokatörmüşüm!
Öfkeli bir giriş oldu farkındayım. Öfkeliyim. Nedeni Hürriyet gazetesinde yayımlanan bir haber ve bu haberden yola çıkılarak yapılmış bir başka “haber”. Önce bu paçavra yazıya yer verip sonra da öfkemi yatıştırsın diye size açıklama yapayım. Soner Yalçın’ın tutuklanmasıyla ilgili Hürriyet gazetesinde çıkan bir haberde adım geçince “medyasavar” adında bir sitede beni hedef alan bir yazı yayımlanmış. “Vay Ahmet vaaayyy. Bu hiç Şık olmadı” diye de başlık atmışlar. (http://www.medyasavar.com/ozel_haber/10400-Vay-Ahmet-vaaayyy-olmad.html)
Birlikte okuyalım:
“Ahmet Şık, provokatör gazeteciydi, Alper Görmüş'ten 'beslenen' liberal oldu. Peki Soner Yalçın dosyasında işi ne...
90'lı yıllarda muhabirlik yapanlar Ahmet Şık'ı çok iyi tanırlar... Daha basın yayında okurken Cumhuriyet'te polis muhabirliği yapıyordu. O yıllar İstanbul Basın Yayın'da etkili olan DHKP/C kontenjanından olduğu bilinirdi. Onur Akın gibi, Murat İde gibi, Semra Kardeşoğlu gibi...
Örgüt bir yandan üniversitelerdeki sempatizan çocukları sokağa döküyor, diğer yandan biraz palazlanan sempatizanlara bankaları soyduruyor, taşeron suikastlar yaptırıyor, kan döktürüyordu...
Ahmet Şık'ın görevi polisi provake etmekti. Muhabir kisvesiyle katıldığı her eylemde mutlaka polislere 'Köpek', 'işkenceciler' gibi laflar atarak gözaltına alınmasını sağlar, sonra da gazetecilere, ‘Niye beni kurtarmıyorsunuz’ diyerek, onları 'işbirlikçilikle' suçlardı...
Gazeteci kimliği, örgütçü kimliğinden hep sonra gelirdi...
Ahmet'in tavırları, 'protest'ten daha çok 'provokatör'ceydi... Polislere sadece eylemler sırasında değil, gazetedeki haberlerinde de saldırıyordu.
Ahmet birgün ortadan kayboldu, yıllarca da ortalarda görünmedi. Örgütçü kimliği nedeniyle güvenlik kuvvetleri tarafından sıkıştırılmaya başlanınca Fransa'ya kaçmıştı.
Döndükten sonra 'daha bir akıllanmış' görünüyordu Ahmet. Nokta dergisini kapanmaya, yayın yönetmeni Alper Görmüş'ü de mahkeme salonlarına götüren meşhur 'darbe' haberlerinde, Ahmet Şık imzası görünce, Ahmet'in, üniversite yıllarında kol kola olduğu DHKP/C'li arkadaşlarından farklı olarak, 'ulusalcı' değil, 'liberal' bir çizgiye daha yatkın olduğu yönünde kafalarda fikir oluşmuştu.
Hatta Nokta dergisi kapandıktan sonra, hamisi Alper Görmüş onu işsiz bırakmamış, liberallerin kalelerinden biri olan Bilgi Üniversitesi'nin yayın organında işe yerleştirmişti...
Soner Yalçın'la ilgili soruşturma dosyasında, Ahmet Şık'ın adının, hükümete zarar vermek için Haziran ayında yapılacak seçimler öncesinde hazırlanan kitap için çalıştığı yönündeki iddialar, ‘İşte gerçek Ahmet Şık budur’ dedirtiyor.
"Provokatör, örgütçü, ulusalcı...”
Şimdi bu yazının neresini düzelteyim bilemedim. Hani neredeyse sadece adımı doğru yazmışlar. Eğer ki bu yazıyı kaleme alan, kendisine bu bilgileri veren ve polis olduğundan emin olduğum kişiyle karşıma çıkma cesaretini gösterirse iddialarının hepsini tartışmaya hazırım. Hatta tartışmaya konu etsinler diye bir ipucu da vereyim: Ahmet Şık, 40 yıllık yaşamında aklı ermeye başladığından bu yana Sosyalisttir. Yani hiçbir zaman liberal olmamıştır.
İki gazeteci, 3 polis müdürü denklemi
Bu yazıya konu olan haber Soner Yalçın’ın tutuklanmasıyla ilgiliydi. Hürriyet’te, “PKK’yı ön plana çıkarttın” (http://www.hurriyet.com.tr/gundem/17064558.asp?gid=233&srid=4079&oid=1&l=1)
başlığıyla19 Şubat Cumartesi günü yayımlandı. Odatv baskınında bilgisayarlarda yapılan incelemelerde bir takım dokümanların ele geçirildiği anlatılan haberin en sonunda, “Eklemeden çekinme” ara başlığıyla duyurulan bölümde ise adım şöyle geçiyordu. “Sabri Uzun adlı world belgesinde ise şu ifadeler yer aldı: ‘Şık-Sabri kitap başlıklı belgede Sabri’nin kitap konusunda çekincesi var. İkna etmeye çalışalım. Kitabı seçimden önce yetişmeli. Nedim, Ahmet Şık konusunda görüşsün. Kitaba çalışırken cesur olun. Çıkarma ve ekleme yapmaktan çekinmeyin. Bu kitap Simon’dan daha kapsamlı olmalı. Nedim’i kutlarım. Ahmet’i çalıştırsın. Hanefi çıkacak ve Sabri’ye katılacak. Emin ve Sabri’ye moral verin. Sabri adıyla çıkmasına zorlayın. Seçimden önce yetişsin.’ Bu belgeyi de Soner Yalçın haberi olmadığı iddiası ile kabul etmedi.”
Bahsi geçen Ahmet ben oluyorum. Nedim ise, dürüstlüğüne kefil olduğumu her ortamda söylediğim nesli tükenmekte olan birkaç iyi gazeteciden biri olan Nedim Şener oluyor. Sabri, eski Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Sabri Uzun; Emin, garip bir uyuşturucu kaçakçılığı soruşturmasına komployla adı karıştırılarak görevden alınan eski Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Emin Arslan; Hanefi ise tahmin edeceğiniz üzere cemaati hedef alan kitabı sonrasında sosyalist bir örgüte yardım yataklık ettiği iddiasıyla kendisini cezaevinde bulan ülkücü gelenekten yetişme eski polis müdürü Hanefi Avcı. Nasıl denklem ama?
Kitabım odatv’nin bilgisayarında
Bu isimlerle ortak bir noktam var elbet. Nedim, öncelikle arkadaşım ve aynı zamanda meslektaşım. Ne o beni çalıştırır ne ben onu. Zaten gazetecilik geçmişimizi bilenler için de fazla söz söylemeye gerek yok. Adları geçen polis müdürlerini de tanırım. 3’ü de yakın zamanda piyasaya çıkacak kitabımda yer alan isimler. Zaten benim adımı Soner Yalçın’la ilgili yürütülen soruşturmaya dâhil eden de halen üzerinde çalıştığım bu kitap. Hürriyet’teki haberde odatv baskınında bilgisayarlarda bulunduğu söylenen “000Kitap” başlıklı doküman da kişisel bilgisayarımda aynı adla kaydedilmiş bulunan çalışmamın kendisi oluyor.
Kafanız karıştı değil mi? Anlatayım.
Avcı’yla tanışma
Hanefi Avcı’yla tanıştığım sıralarda, tıpkı şimdi olduğu gibi Türkiye’nin yine derin devletiyle hesaplaştığı iddia edilen Susurluk günleriydi. Avcı da o süreçte önemli bilgiler aktaran polis müdürü olarak medyada sıkça boy gösteriyordu. O günlerde çalıştığım Radikal gazetesinde “İşkencecim şimdi demokrat” başlığıyla manşetten yayımlanan bir haberde Avcı’nın kurbanlarından biri olan Şaban Dayanan’ın hikâyesine yer verilmişti. Birkaç gün sonra da haberin devamı yayımlandı. Avcı ve Dayanan yüzleşmişti. İşkence karnesi hayli kabarık olan Türkiye için önemli bir haberdi ama ilki kadar değer görmediğini söyleyebilirim. O günden sonra Hanefi Avcı’yla bir daha yüzyüze hiç görüşmedim. Nadiren telefonla ve her seferinde benim aramamla hal hatır sorduk o kadar.
İşkence söyleşisi ve cemaat örgütlenmesi kitabı
Kitabının yayımlandığı 2010 Ağustosundan sonra da birkaç kez daha görüştük. Cemaatle ilgili yazdıklarını “çok içeriden” bir sistem eleştirisi olarak çok önemli bulduğumu söyledim kendisine. Kitabın meslek anılarını oluşturan ilk bölümde işkencecilik geçmişiyle yüzleşememesini ise büyük bir eksiklik olarak gördüğümü de kendisine ilettiğimde bana, “İşkence bu kitabın konusu değildi. Başlı başına bir kitap olabilecek bu konuyla ilgili keşke birisi benimle söyleşi yapsa. Devletin bizi nasıl yetiştirdiğini, işkence yapanları nasıl koruduğunu, bu anlayışın bir devlet sistematiği olduğunu anlatırım o kitapta” demişti. Ben o söyleşiyi yapmaya hazırdım ve Avcı’ya da söyledim.
Yine kendisini ilgilendiren bir başka kitap çalışması daha yapmak istediğimi de aktardım. O da zaten bitmek üzere olan, Emniyet’teki cemaat örgütlenmesini anlatan kitabımdı. Avcı’yla ilgisi ise hem kitabında bahsettiği hem de kendisinin de kurbanları arasında yer aldığı, komplolarla ayağı kaydırılan polis müdürlerinin başlarına neler geldiği de yazdığım kitapta yer alacaktı ve aldı da. Anlayacağınız, odatv baskınında ele geçirildiği öne sürülen belgede Sabri, Emin, Hanefi diye adları geçen polis müdürleriyle birlikte adımın geçmesine neden olan hikâye budur.
Kitabim odatv’nin bilgisayarına nasıl gitti?
Peki, o belgenin ve bitmemiş kitabımın kopyasının orada işi ne? Ben de bilmiyorum. Önümde iki seçenek var. İlki birilerinin inandırılmaya çalışıldığı gibi Ergenekon güdümünde olduğu öne sürülen Soner Yalçın'la ortak hareket ediyor olmam. Beni birazcık tanıyan, gazetecilik geçmişimi kıyısından köşesinden takip edenler dahi bu ihtimalin gerçek olmayacağını anlar. Yalçın’ın kendisi mi öyle bir bilgi notu yazdı onu da bilemem. Yazdıysa da doğru yapmamış. Ama sorgusunda öyle bir yazıdan haberi olmadığını söylediğinin de altını çizmek gerek. Bu vurguyu avukatlarının, odatv’nin bilgisayarlarına suçlanmalarına konu olan virüslü elektronik posta gönderildiği açıklamalarıyla birlikte değerlendirdiğimizde ise aklıma yatan diğer ihtimal oluyor.
Telefonlarım yıllardır dinleniyor. Bu kitap çalışmasına başladıktan sonra da daha sıkı izlendiğimi biliyorum. Bilmediğim tek şey bu dinleme ve takibin yasal olarak yapılıp yapılmadığı ki hâkim kararı alındıysa da buradan o kararı talep edenler ve de izni verenler hakkında suç duyurusunda bulunuyorum. Neyse, eğer Yalçın’ın avukatlarının iddiası doğruysa üzerinde çalıştığım kitaptan haberdar olanlar ki eminim kitabımın konusunu oluşturan yapının mensuplarıdırlar, çalışmamı bir şekilde ele geçirip o bilgi notuyla odatv’nin bilgisayarlarına da yüklemiştir. Zaten ben de buna inanıyorum.
Kitabımın daha çıkmadan, Ergenekon etiketiyle itibarsızlaştırılmaya çalışıldığını anlayacak kadar zekâm var. Bunu yapmaya çalışanlar ne beni, ne gazeteciliğimi, ne siyasal duruşumu ne de Ergenekon soruşturmalarına bakış açımı bilmiyorlar. Ya da, Ertuğrul Mavioğlu’yla birlikte kaleme aldığımız “Kırk Katır Kırk Satır” üst başlıklı 2 ciltlik kitabımızı iyi okumuşlar ve anlamışlar. Ben de anlıyorum ki telaşları bu yüzden. Aslında diyecek çok şey var ama yeterince uzun oldu. Malum sitede gazetecilik yapıldığı iddiasıyla kaleme alınan paçavrada hakkımda, “Gazeteci kimliği, örgütçü kimliğinden hep sonra gelirdi...” diye yazan cemaatçilere ve Ergenekoncu olduğumu düşünenlere vereceğim yanıtla bitireyim: “Bu suçlamalarla anılmak, cemaatçi ya da Ergenekoncu olarak anılmaktan daha onurludur.”