Ekrem Dumanlı
(Zaman, 5 Mart 2012)
'28 Şubat' bugün olsa nerede dururdunuz?
'Bin yıl sürecek!' diye tarif edilen 28 Şubat'ın üzerinden 15 yıl geçti. Her sene o 'postmodern darbe' sorgulanıyor, eleştiriliyordu; ama hiçbir zaman bu seneki kadar rezil kepaze edilmemişti. Kuşkusuz bu seneki gümbürtünün somut sebepleri bulunuyor. O sebeplere değinmeksizin gürültüyü anlamak mümkün değil.
12 Eylül askerî darbesi üzerindeki dokunulmazlık, referandum sonucuyla kaldırılınca 1980'de darbe yapanlar kanun huzurunda hesap vermeye mecbur kaldı. O günlerde haksızlığa maruz kalanlar tek tek davacı oluyor; kendilerine yapılan zulmü mekân ve şahıs ismi zikrederek deşifre ediyor. Bu tablo şöyle bir gerçekle yüz yüze getirdi bizi: Aradan 30 sene geçse bile darbe yapanlar, o darbe şartlarını hazırlayanlar, darbeye destek verenler, darbe sonrası insan haklarını ihlal edenler, bir gün adalet karşısında hesap vermek zorunda kalıyor, kalacak.
28 Şubat darbesi ile ilgili hukukî sürecin işaret fişekleri, 12 Eylül darbesinin yargı huzuruna çıkarılmasıyla başladı. Zaten Ergenekon ve Balyoz davaları, hazırlık safhasındaki darbelerin bile adaletten kaçamayacağını gösteriyordu. Çünkü iddialara göre bahsi geçen örgütlenmelerde sadece darbeye niyet yoktu. Darbe için şartların hazırlanmasına yönelik fiili eylemler söz konusuydu. Askerî müdahalenin hukuk dışı bir uygulama olduğu ve hesabının sorulacağı bu kadar net anlaşılınca, 28 Şubat'ın sığaya çekilmemesi düşünülemezdi. Gazete sütunlarına yansıyan, televizyon ekranlarına taşan gerginliğin asıl sebebi bu.
'O haklıdır, bu haksızdır' gibi genelleme yapmak, bazı yanlışlara neden olabilir. Ancak çok açık bir gerçek var ki, 28 Şubat, öncesi ve sonrasıyla askerî bir operasyondu ve silahların gölgesinde toplum mühendisliği yapıldı. Sadece siyasete değil ülkedeki her şeye; sivil topluma, ticarete, bireylere vs. müdahale edildi.
Darbelerin faturasını sadece askerlere çıkarmak haksızlıktır. Bu ülkedeki bütün darbelerin özünde belli zümrelerin ekonomik çıkarı hesaplanmıştır mesela... Sultan Abdülaziz'in şahadetinden beri bütün darbelerde dış destek söz konusudur mesela... Askerden çok askerci birtakım adamların kışkırtmaları her darbe çalışmasının temel motivasyon unsurlarından biridir.
Tabii ki bir de medya!
60 darbesiyle başlayan medya destekli darbeler, maalesef kötü bir alışkanlık haline gelmiştir. '71 muhtırası, '80 darbesi, 28 Şubat, 27 Nisan e-muhtırası... Hepsi de medya desteğiyle gerçekleştirildi. Hiçbir darbe yoktur ki medya desteği olamadan teşebbüs edilebilsin. Darbe dönemlerindeki asker-medya ilişkisinin en keskin örnekleriyle gün yüzüne çıktığı, en pervasız hadise 28 Şubat'tır.
Hazır 28 Şubat dosyası bu kadar açılıp saçılmışken, gazeteciliğin evrensel ilkeleri ve kuralları üzerinde yeniden durmak ve darbe çığırtkanlığına bir son vermek gerekiyor. Bu konuda yapılacak ciddi bir tefekkürün Türk medyasına getireceği çok önemli kazanımlar olacaktır. Meseleyi sadece o dönemin etkin aktörleri üzerinden tartışmak bizi dört başı mamur gerçekle yüz yüze getirmez. En temel soru şudur: Doğası gereği dünyanın en özgürlükçü mesleğini ifa eden gazeteciler (dünyada görülmemiş bir şekilde) niçin askerî rejimlere sıcak bakmaktadır? Neden gazete sahipleri/yöneticileri kendini anti demokratik yapıların emir eri gibi görmektedir? Bu anlamsız tavrın içinde hangi girift ilişkiler bulunmaktadır?
Bağımsız yargı, 28 Şubat'ı nereye kadar inceler, hangi sinir uçlarına kadar dokunabilir ve o süreçten kim ne kadar etkilenir; onu şimdiden kestirmek mümkün değil. Bizim (gazeteci olarak) esas odaklanacağımız konu, Türk basınındaki darbe içgüdüsünün doğru teşhis edilmesi, o günahlardan arınma yollarının tespit edilmesi. Kadim Türk medyasının genlerinde darbe yandaşlığı var maalesef. Sadece medya mı? Hayır! Bizim aydınlarımızın önemli bir kısmının şuuraltında darbelere meşruiyet arayan bir virüs hep yaşatılmakta. Bu illetten kurtulmadıkça her puslu havada darbeci bir zümrenin hortladığını göreceğiz.
'Artık bu ülkede darbe olmaz' sözü olsa olsa bir iyi niyet göstergesi ya da istikbale dair ümit dolu bir beklentiden ibarettir. Darbelere direnme şuuru gelişmedikçe, en kötü demokrasinin en 'iyi darbe'den daha iyi olduğu gerçeği yüreklerde perçinlenmedikçe, bu ülkede darbe tehlikesi geçmiş sayılamaz.
Daha açık söyleyeyim: 28 Şubat'ın o küflü ve kasvetli şartları bugün oluşturulsun, maazallah, dün yaptığı darbe kışkırtıcılığını aynen belki de daha şiddetli yapacak bir zümre hâlâ var bu ülkede. Ergenekon davalarında gördük bu riski. 27 Nisan muhtırasına 5 yıl önce destek verenler, 28 Şubat'ın coşkun kitlesinden arda kalan küçük bir topluluk değildi. Esas o darbeci zihniyetle yüzleşmek gerekiyor. O anlayış yıkılmadıkça yapılan her eleştiri 'günah keçisi' bulmaktan öte bir anlam ifade etmeyecek.
Krizden çıkarılacak en önemli ders
MİT yetkililerinin ifadeye çağrılması ile başlayan kriz üzerine çok şey söylendi, yazıldı. Şimdi daha net anlaşılıyor ki, kimi değerlendirmeler fevkalade sübjektif, duygusal, kırıcı, incitici özellikler taşıyor. Hatta sanal âlemde sarf edilen dengesi kaçmış bazı laflar memleketin tımarhaneye döndüğünü tescil edecek kadar ölçüyü şaşırmıştı.
Aslında her kriz âkil insanlar vasıtasıyla savuşturulabilir. 'Nakil adam', 'âkil adam' olamaz ki! Âkil adam olabilmek için dava adamı olmak gerekir. Âkil insan demek, onca kışkırtmaya rağmen sağduyuyu elden bırakmayan, büyük fotoğrafın sorumluluğunu asla unutmayan, çilekeş insan demektir. Her olay karşısında kendini kaybedip infaz mangasında görev yapıyormuş gibi davranan kişilerden kanaat önderi de çıkmaz, âkil ve arif insan da. Hadiselerin sıcaklığı ile yanıp kavrulan ve o kavruk yazıları kaleme alan pek çok insan, on sene sonra o konuşulan sözlerden, yazılan yazılardan mahcup hale gelecektir. Nereden mi biliyorum? Tarih şahittir ki güncel olaylara aklı selimle, fikri selimle, kalbi selimle yaklaşamayan herkes, kaderin ortaya çıkaracağı büyük fotoğraf karşısında hep mahcup olmuştur ve olacaktır. Makbul olmak makul olmaktan geçer; makul olmak için de akla, irfana, tefekküre, izana, insafa ihtiyaç vardır...
PANORAMA
Gazetemizin 25. kuruluş yılı münasebetiyle düzenlenen mütevazı kutlamalar devam ediyor. Sıra İzmir'deydi. Gönül rahatlığı içinde paylaşmak isterim ki İzmir'deki program harikaydı. Salon dolmuş, davetliler resepsiyon alanına taşmıştı. Her kesimden insan oradaydı. İzmir milletvekili iki bakanımızın (Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım ve Kültür Bakanı Ertuğrul Günay) iştirak ettiği kutlamaya İzmir valimiz, İzmir belediye başkanımız, sivil toplum kuruluşları katılmıştı. Gazetemizin neden İzmir'de en çok satan, hatta Ege Bölgesi'nde (bir şehir hariç; orada da ikinci) tirajı en yüksek gazete olduğunu yerinde görmüş olduk. Teşekkürler İzmir, teşekkürler Ege, teşekkürler Türkiye...
İzmir'e bir teşekkür borcumuz daha var. Bu seferki İzmir polisine. Gazete dağıtıcısı bir arkadaşımıza (İzzet Kantaş) sabahın erken vakti çarpıp kaçtılar. Arkada babasız kalan çocuklar ve eşini kaybetmiş bir hanımefendi kaldı. Bir de gönül dostları... Polis, kaza esnasında ortaya çıkan birkaç kırık parçadan yola çıkarak kazaya sebep olup dağıtıcı kardeşimizi ölüme terk eden araca ulaştı. Sabır ve ciddiyet isteyen uzun inceleme sonunda arabayı da buldular, sürücüyü de. Şoför şimdi adalet huzurunda. Yaptıkları titiz çalışmadan dolayı emniyet güçlerine teşekkür ederiz...
Nedense bu ülkede sağlıklı bir tartışma ortamı oluşturulamıyor. Bazen biri bir şey uyduruyor; diğerleri de ona ayak uydurup ezberden konuşmaya devam ediyor. 28 Şubat tartışmalarında bariz gerçekleri inkâr edercesine Fethullah Gülen Hocaefendi'yi suçlayanlar bile oldu. Oysa o darbenin en büyük mağduru bizzat Hocaefendi'dir. Bu kadar aşikar bir konuyu bile bazıları çarpıtabiliyorsa söylenecek söz kalmıyor. Belki her şeyi ma'şeri vicdana havale etme gereği bu yüzden sıkça hissediliyor. Neyse ki bu millet mağdurlar ile mağrurlar arasındaki farkı gayet iyi biliyor...