Son 15 yılın en iyi 'felsefi bilim kurgu' filmleri

08 Aralık 2014 16:43

1999 yılında çıkan The Matrix ve serinin sonraki filmleri, izleyicileri yeni bir türle tanıştırdı: Felsefi bilim kurgu. Geleceğe dair sorgulamaları içeren ve çoğunlukla distopik öğelere yer veren bu türün en iyi 11 örneğini sıraladık.

Stanley Kubrick’in ölmeden çok uzun bir süre önce başladığı, fakat ana karakteri canlandıracak bir çocuk oyuncu olduğuna inanmadığından, CGI teknolojisinin gelişmesini beklediği AI’ı, ustanın ölümünden sonra Spielberg vizyona taşıdı. AI: Artificial Intelligence yıllar sonra dahi sizinle kalacak, efsanevi bir film değildi. Ama yukarıda yaptığımız tanıma birebir uyuyor olması, bizde biraz eğer Kubrick ölmeseydi, yine parsayı Matrix’e bırakmaz; sinema dünyasının trendlerini tek başına (daha önce yaptığı gibi) değiştirirdi izlenimi uyandırıyor. O yüzden de listeye yerleştirdik.

Nereden baktığınıza göre Cloud Atlas ya son yılların en büyük kapsamlı projelerinden ya da bilim kurgu tarihinin en hayal kırıklığı yaratacak işlerinden biriydi. Cloud Atlas kitabı, her zaman 'filmi çekilemeyecek eserlerden biri' olarak görüldüğünden, belki de Wachowski’ler ve Tom Tykwer’ın bu çabası yine de takdire şayan olarak görülebilirdi. Ama aynı sene yine 'filmi çekilemeyecek' zannedilen Life of Pi gelip herkesin aklını başından alınca, Cloud Atlas’ın son zırhı da biraz çatırdadı. Ama yine de, daha iyi anılmayı hak eden başarılı bir yapımdı.

4.5 milyon dolarlık bir bütçeyle çekilen film, 7.5 milyon dolar gibi bir gişe elde etti. Anlayacağınız, 2001'de vizyona giren, Richard Kelly’nin yönettiği bu garip bilim kurgu filmini kimse izlememişti. Fakat 2005-2006 senelerinde internet ile tekrar bulduğu popülarite, onun en efsane repliklerinin 'MSN iletilerine' kazınmasına sebep olmuştu. Bilim tarafı pek atlanır Donnie Darko’nun; ama hem tabanıyla, hem tarzıyla bambaşka bir filmdir.

Michel Gondry’nin, yine 2005-2006’da MSN’den birbirini 'titreten' nesle nüfuz etmiş eseridir Eternal Sunshine of the Spotless Mind. Türkçeye 'Sil Baştan' diye çevrilen yapım, tam yukarıdaki tabire uyan, 'başka' bir bilim kurgu filmidir. Lazerler uçmaz, uzay gemileri çarpışmaz, maceralar yaşanmaz; ortada fütüristik, ileri bir teknoloji vardır ve bunun felsefi, şahsi, duygusal etkileri tartışılır.

Spike Jonze’a en iyi senaryo Oscar’ı kazandıran Her, temelinde çağımızın bazı meselelerini oturtan bir bilim kurgu filmi; öyle ki izlerken reddedilemez bir şekilde tüm bilim kurguların bunu yapması gerektiği hissine kapılıyorsunuz. Nasıl ki İkinci Dünya Savaşı dönemlerinde yazılan bilim kurgu eserler tiranlık ve özgürlük meselelerini ele alan fütüristik toplumlar yaratmışlardı, Jonze’un da hedefi hayatımıza hafiften giren insan soğukluğu, teknoloji nüfuzuydu. Ve kim ne derse desin, bu film Joaquin Phoenix ile Scarlett Johansson olmasa mümkün olmazdı.

Danny Boyle’un 28 Gün Sonra filmi de aslında bu listeye girebilir, fakat onun 'korku filmi' yönü, bilim kurgu yanına kıyasla daha ağır basıyordu. Sunshine’ın da gerilim dozu yüksek sahneleri boldu, ama hiçbir zaman hedefinden şaşmıyordu film. Eğer siz felsefi bir bilim kurgu filmi çekiyorsanız, ana meseleniz de hayatın anlamı, yalnızlık ve dünyadaki yerimiz gibi konularsa; filmi tecrübe eden insanların, bu tecrübeden kilit değişikliklerle dönmüş olmasının bir numaralı kıstas olduğu söylenebilir.

Yönetmen Alfonso Cuaron, Y Tu Mama Tambien’den sonra, önce Harry Potter’ın üçüncü filmini çekti. Geçen sene de Gravity ile en iyi yönetmen Oscar’ını aldı. Aradaki filmi ise Children of Men’di. Distopik bir toplumu, ölesiye kusursuz yansıtmıştı Cuaron; filmin dertleri de, hisleri de tam yerinde ve içtendi. İkisini de sinemada yakalamak bu kadar nadirken üstelik.

Shane Carruth’un kendisi yazıp, yönetip, müziğini yapıp, kurgusuna yetişip, sanat yönetmenliğini üstlendiği; bir de başrolünde oynadığı film, yaklaşık 7 bin dolara çekilmişti. Ne bir pazarlama bütçesi, ne büyük fragmanları vardı çıkmadan önce. Sundance’e gitti ve oradan Özel Jüri Ödülü ile döndü. Yavaş yavaş bir kült oluşmaya başladı etrafında. Kesinlikle siz anlayasınız diye basitleştirme çabasına girmediği hikayesi, keşfettikçe daha da derinleşiyor, daha etkileyici hâle geliyordu. Zaman yolculuğu bizce hiçbir filmde bu kadar güzel ve bu kadar derin ekrana taşınmadı. Eminiz bu konudan.

District 9’ı bu kadar ön plana çıkaran şey, ünlü yönetmen Peter Jackson’ın, Neill Blomkamp’a destek vermesi oldu. İyi ki de olmuş, yoksa son on beş yılın en iyi, en felsefi, en siyasi ve Matrix’in açtığı yoldan en gururla ilerleyen bilim kurgu filmine belki de hiç nail olamayacaktık.

Moon, tek başına filmi götüren Sam Rockwell’e hiçbir zaman yük bindirmemeyi başarırken, Clint Mansell’in müziğiyle tüm filmi dansa kaldırıp, muhteşem görselliğiyle akla hayale sığmayacak bir 'Ay' portresi çiziyor. Filmin aynı zamanda yazarı da olan Duncan Jones, şu sıralar ünlü bilgisayar oyunundan uyarlanacak olan 'Warcraft' ile meşgul.

Darren Aronofsky'nin filmi, ölüm ve yaşamın aralarındaki ince çizgiyi, ölümün yarattığı huşuyu büyüleyici bir şekilde ekrana yansıtıyor. Bir yandan geçmiş, bir yandan günümüz, bir yandan da çok ileri bir gelecekte geçen hikayenin temeli; aslında yeni fikirler, yeni teknolojiler ve yeni çarelerin temelindeki şeyi; ölümü erteleme veya durdurma amacını sorgulamak. Film bir kenara çekilip, en sonunda size şunu diyor: Ölüm huşuya giden yoldur. Korkma. Hayatına hayran olmanın sebebidir ölüm. (Yiğitcan Erdoğan / Radikal)