09 Ekim 2015

'Vatansever' sanatçılar, faşizm ve 'Kör Olmak'

Sanatçısınız ama ağzınızdan barış, barışmak sözü çıkmıyor; ezeceğiz, yok edeceğiz diyorsunuz

Nazım Hikmet’in İtalya’da faşist Musolini iktidarının en gösterişli yıllarında yazdığı “Taranta-Babu’ya Mektuplar” adlı kitabı, Roma’ya resim öğrenimi için gelip faşistler tarafından kurşuna dizilen bir Habeş delikanlısının, memleketindeki sevgilisi Taranta-Babu’ya yazdığı aşk dolu şiir/mektuplardan oluşur. Usta şairimiz, bir yandan sevgiliye söylenebilecek en güzel aşk dolu dizeleri sıralarken, öbür yandan Musolini İtalya’sını ekonomik, siyasal ve sosyal bütün boyutlarıyla önümüze serer.

Nazım, İtalyan yazıcıları olarak adlandırdığı yazar, aydın ve sanatçıların, faşizm yıllarında üç ayrı gruba ayrıldığını anlatır (Kitapta birinci ve ikinci grup yazıcılar hakkında bilgi verilirken üçüncü grup yazıcılardan söz edilmez).

Birinci grup yazıcılar, Nazım’ın deyişiyle “faşist edebiyatının dâhileri soyundan”dırlar. El Duçe’nin(Musolini) emrinde ve onun yolundan giden bu yazarlar, sermayeyle iç içe, açıkça faşizm propagandası ve savaş kışkırtıcılığı yaparlar.

İkinci grup yazarlar ise, olup bitenlerin farkında olan, bazen gözlerini başka tarafa çevirip duyarsız kalan, çoğu zaman da faşizmle demokratlık arasında gidip gelen yazarlardır. Nazım onlardan birinden şöyle söz eder: “Faşist miydi? Tam değil. Demokrat mıydı? Tam değil. Kafası da, kokainle harap olmuş uzviyeti gibi yarımdı. Onda tam olan bir şey vardı Taranta - Babu, şaşkın zavallı ve kökü kurumuş bir ağaç gibi, mütereddî bir insan soyunun örneği olması. Faşizme düşman geçinmiş. Sonra günün birinde el altından mahalle faşyosuna istida vermek istediği duyuldu. “

Taranta Babu’ya Mektuplar’ın benim aklıma düşmesinin nedeni, bir grup sanatçının, geçtiğimiz gün bir imza metniyle başlattıkları “Teröre hayır, kardeşliğe evet” kampanyası oldu. 283 sanatçının imzaladığı bildirilen metinde, “teröre hayır” denip onun bir şekilde ezilip yok edileceği vurgulanıyordu, fakat “evet” denilen “kardeşliğin” nerede olduğunu ben pek göremedim. Birçok sanat kuruluşu öncülüğünde başlatılan kampanyada, imzacılar arasında Bennu Yıldırımlar, Cihan Ünal, Zeliha Berksoy, Cihat Tamer, Dilek Türker, Ferhan Şensoy, Tarık Akan, Ediz Hun, Fikret Hakan, Sevinç Erbulak, Timur Selçuk, Müjdat Gezen ve Işık Yenersu gibi tanınmış isimler de vardı. (Adı önce imzacılar arasında yer alan sanatçı Onur Akın ise, kampanyada kendi adının izin alınmadan kullanıldığını belirterek, "Böylesine ırkçı, militarist, barış ve kardeşlik anlayışını da hiçbir sanatçıya yakıştırmıyorum. Sanat ve sanatçı her türlü terörü reddeder" şeklinde bir açıklama yapmıştı.)

Kampanya metnini okuyunca imzacı sanatçılarımızın Nazım’ın belirttiği bu iki aydın tipinden hangisine gireceği konusunda doğrusu önce tereddüt ettim. Metinde yapılan vurgulara bakılırsa aslında hiç tereddüt etmeden sanatçılarımızı birinci gruba yerleştirmek mümkündü. Öyle ya, metin “Büyük milletimiz” diyerek önce milliyetçi duyguları okşuyor, ardından Türk Silahlı Kuvvetleri, Mehmetçik ve vatan savunması diye devam ediyor, “Mustafa Kemal’in sanatçılarıyız” (askerleriyiz), “Ya istiklal ya ölüm” diyerek de bitiyordu. Düşünsenize, ‘faşist bir ideolojinin görünümleri’ diye söze başlasak, daha ne söyleyebilirdik? Üstün bir ırk, militarizm, kutsanmış bir vatan, ulu bir önder, uğruna ölünecek bir değer... daha ne olsun?  Fakat isim listesine bakınca, yok bu kadarı fazla diye düşündüm, belki hafifletici nedenler bulunabilirdi, örneğin, imzacı sanatçılarımızın bir çoğu, ‘solcu’luklarıyla isim yapmışlar, hatta askeri darbe dönemlerinde çeşitli şekillerde zarar bile görmüşlerdi. Belki de, olsa olsa Nazım’ın ikinci grup yazıcılar dediği gruba girerlerdi. Kitapta, faşizmle demokrasi, sanat yapmakla ruhunu şeytana satmak arasında gidip gelen şairlerden birinin şiirinde söz edilen ‘körlük’ bulaşmış olabilir miydi acaba bu sanatçılara? Şöyleydi bu şiir:
 

Kör olmak

 

Kör olmak ne iyi şeydir, 
ne güzeldir sevmek karanlığı. 
Ne yalın bir kılıç gibi bir ışık 
ne renklerin ağırlığı 
ve ne şekillerin kalabalığı... 
Ne güzeldir sevmek karanlığı...

Kör olmak ne iyi şeydir. 
Kapalı gözleriniz 
                 çevrili içinize, 
kıyısında oturup bakarsınız 
içinizde dalgalanan denize. 
Kapalı gözleriniz çevrili içinize..

Kör olmak ne iyi şeydir. 
Körlerdir ki yalnız 
             kendi yürekleriyle baş başa kalırlar. 
Ne kimseye kendi gözlerinden verirler 
ne kimsenin gözlerinden alırlar. 
Körlerdir ki yalnız 
             kendi yürekleriyle baş başa kalırlar.

Ne güzeldir sevmek karanlığı. 
Karanlık allah gibidir ve tek başınadır. 
Karanlık ölüm gibidir 
                         rengi yok 
                                ahengi yok 
                                      dengi yoktur karanlığın.

Dağıtın yanınızdan sopalarınızla 
karanlığın peygamberleri, körler, 
                                                  kalabalığı.. 
Kör olmak ne iyi şeydir 
ve ne güzeldir sevmek karanlığı..

283 sanatçının imzalayıp duyurdukları çağrı metnine bakınca imzacı sanatçıların, Nazım’ın, Musolini döneminde İtalyan yazarlarının bir bölümüne atfettiği türden bir ‘körlük’ yaşadıklarını düşündüm.

Yaşanan savaşı tek tarafı olan bir “teröre karşı vatan savaşı” olarak görüyorlardı, oysa bu savaşa sadece bir ‘terör’ sorunu olarak yaklaşıldığı için yıllardır bu kadar kan döküldü, dökülmeye devam ediyor. Evet körler.

“Saltanat düşkünlerine, diktatör özentilerine boyun eğmeyeceğiz!” deyip, diktatör özentisinin kanlı savaş planlarını alkışlıyorlar, ortalığı kan götürüyor. Onlar körler.

“Ülkemizi böldürtmeyeceğiz!” diyorlar ama, ülkenin bir bölümü onlar için zaten yok.

Kürt yok onlar için. O çok kutsadıkları Türk Silahlı Kuvvetleri’nin “Kart-kurt” zihniyetinden bir adım önde değiller.
Kürt sorunu diye bir şey de yok onlar için. Körler.
Onlara kalırsa sadece terör var. PKK terörü var. Sadece asker, polis ölüyor. Körler.

Neredeyse 40 yıldır süren, 40 bin insanın öldüğü söylenen, binlerce köyün boşaltıldığı, yakıldığı, şehirlerin demografik yapısını değiştiren bir sorun, onlara kalırsa, İstanbul’dan atılan birkaç savaş kışkırtıcısı, kanlı sloganla yok olacak. Körler.
On binlerce insanın kaybedildiği, anaların, sevgililerin, çocukların sevdiklerinin mezarlarından bile mahrum bırakıldıkları bir sorun yok. Diyarbakır cezaevi yok. Şırnak, Cizre, Varto yok. Sadece teröristler var. Sadece ‘kutsal vatan toprağı’nı bölmek isteyen cani teröristler var. Körsünüz.
F16 uçaklarıyla üzerlerine bomba yağdırılan 34 Roboski çocuğu yok. Körsünüz.

Günlerce süren sokağa çıkma yasakları yok. Buzdolaplarında saklanan ölü çocuk bedenleri yok. Körsünüz.
Cesetleri üzerine basılıp fotoğraf çektirilen insanlar, o insanların anası, babası, kardeşleri, sevenleri yok.
Ölü bedenleri çırılçıplak soyulup sergilenen kadınlar yok.
Panzere bağlanıp sürüklenen cesetler yok.
Kafası koparılmış gençler, onların ortalıkta dolaşan fotoğrafları yok.

Size kalsa vicdan zaten hiç yok. Körsünüz.
Kürtlerin demokratik talepleri yok. Onlar sadece terörist.
Ana dilde eğitim istekleri, eşit vatandaşlık istekleri, özerk yerel yönetim istekleri yok.
Kürtlerin sizin önlerine koyduğunuz sandıklarda kullandıkları oylar yok.
Onların tercihleri, temsilcileri yok. Körsünüz.
Sanatçısınız ama ağzınızdan barış, barışmak sözü çıkmıyor.
Ezeceğiz, yok edeceğiz diyorsunuz. Konuşmak yok.
“Kardeşliğe evet” diyorsunuz. Gerçekte kardeşlik filan yok sizin için. Körsünüz.
Kürt halkının her şeye rağmen barış ve birlikte yaşama isteğini görmüyorsunuz.
Evet evet körsünüz...

Kampanya haberi
http://www.radikal.com.tr/kultur/sanatcilardan_terore_hayir_kardeslige_evet_kampanyasi-1447114

 

@ymbymb

Yazarın Diğer Yazıları

Bergama Tiyatro Festivali’nde “Zaman, Zemin, Zuhur”

İzmir’de sıcaktan bunaldığımız günlerde Bergama’da olmak, her taraftan tarih fışkıran sokaklarında yürümek, rüzgârlı akşamlarında hafif bir ürpertiyle antik tiyatroda oyun izlemek düşüncesi hep çekiciydi benim için. “Zaman, Zemin, Zuhur”la tiyatro izlemeyi ve oyun metinleri okumayı seven biri olarak aslında geç tanıştım sayılır. 2006’da ilk baskısı, 2016’da ikinci baskısı yapılan kitap, bu yıl Kolektif Kitap tarafından yeniden yayımlanmıştı

Galileo, Descartes ve doğruyu söylemek

Galileo ve Descartes aynı dönemde, aynı otoriteye karşı, hakikati söylemek açısından iki farklı tutum geliştirirler

PAL İzmir'de iklim için düşünen bedenler

PAL İzmir (Performans Araştırmaları Laboratuvarı) tarafından düzenlenen ve atölye yürütücülüğü Michael Maurissens'in, sanat yönetimini Serenay Oğuz'un üstlendiği "İklim adaleti için düşünen bedenler" başlığıyla 21-24 Nisan tarihlerinde, dansçılar, görsel sanatçılar ve kamera aracılığıyla hareketi keşfetmekle ilgilenen herkes için açık çağrıyla düzenlenmiş olan, Screendance Workshop'un kapanış filmleri gösterimi beni bu düşüncelere sevk etti