17 Temmuz 2015

Selanik, 'Ata'mızın doğduğu ev, bisiklet ve diğer şeyler...

Türkiye ve Yunanistan... İki halkın tabi tutuldukları zulüm aynı: Doğup büyüdükleri topraklardan kovulma diğer adıyla mübadele.

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak okula başlayan herkesin ilk öğrendiği yabancı sözcüktür Selanik. Hatta ezberlediği ilk cümle de "Mustafa Kemal Atatürk 1881 yılında Selanik'te doğdu" cümlesidir. Selanik önce sadece bir söz öbeğidir, sürekli tekrarlanır, her yerden aynı kalıp cümle içinde duyulur. Uzun yıllar sonra ancak bir yer, bir şehir adı olduğu anlaşılır. Sonraki aşamada bu sefer şu soru kafayı kurcalar:

"Hımm Atatürk Türk değil mi, niye Selanik'te doğmuş, Selanik Yunanistan'da?" (Gerçi insan düşününce Selanik'te doğduğuna şükrediyor... Düşünsenize Atatürk ya Niğde'de, Afyon'da, Gümüşhane'de, Rize'de ya da İzmir'de doğsaydı, patırtıyı duyabiliyor musunuz?)

Ortaöğrenim bu bilgiyle bitip üniversiteye geçildiğinde, 12 Eylül faşizminin büyük bir 'öngörüyle' zorunlu olarak koyduğu inkilap tarihi dersi alınır ve bu sayede taşlar yerine oturmuş olur: "Mustafa Kemal Atatürk 1881 yılında Selanik'te doğdu, çünkü o zamanlar Selanik Osmanlı İmparatorluğuna bağlı idi, sonradan Yunan oldu. Doğduğu ev Selanik belediyesi tarafından TC' ye bağışlandı ve sonra da müze yapıldı." O gün bugündür de müze. 

Selanik'e gelen her vatandaşın aklına ilk gelen şey işte bu evi bulup ziyaret etmek olur. Selanik Atatürk olarak çakılmıştır çünkü zihinlere. Biz de öyle yaptık, Keşan-Atina bisiklet turumuzun Selanik ayağında uyandığımız ilk sabah koştuk hemen Atamızın doğduğu evi ziyarete. Fotoğraflarının çekildiği taraftan geldiğimiz için görür görmez tanıdım evi, müze açık, giriş ücretsizdi. Sadece adınızı soyadınızı ve geldiğiniz şehrin adını yazmanızı istiyorlardı bir deftere.

Yavaştan kapıdan süzülüp evi dolaşmaya başladım. Evde pek bir şey yok desem yanlış olmaz. Daha çok, duvarlara asılan panolarda fotoğraflar ve yanında bilgiler veriliyordu. Bazı duvarlara da aynı posterler projeksiyonla yansıtılmıştı. Okumadım yazılanları resimlere de bakmadım, benim için  yeni bir şey yoktu. Öylece durdum karşılarında. 

Başka yerlere ve düşüncelere gittim ben. Atatürk gerçekten bu evde mi doğmuştu? (hatta bu odada doğdu diye kesin bir bilgi de veriliyor müzede) Son yıllarda tartışılıyordu bu bilgi. Doğsa da doğmasa da, bu evde büyümemişti, karga kovalamak için başka bir yere gitmişlerdi. Bisikleti var mıydı? (O zamanlar bisiklet var mıydı?) Sonra da olsa, hiç binmiş miydi? Olsa binerdi bence, modern bir insan çünkü.

Atatürk'ün bu evde doğup doğmamasının çok da bir önemi var mı, emin değilim. Bunu tarihçiler tartışadursunlar, bence çok önemli de değil, bir şekilde yazılıyor tarih, hele her şeyi sıfırlama iddiasını taşıyorsanız, oturup yazıyorsunuz tarihi. Yazılmış da zaten ve buraya da böyle bir not düşülmüş. "Atatürk 1881'de bu evde, bu odada doğdu."

Bu tarihi ev, aynı zamanda komşumuz Yunanistan'la olan gel-gitli ilişkimizde önemli bir figür olmayı başarmış bir ev. 
Türkiye ve Yunanistan. Bu iki ülkeyi birbirbirine yaklaştıran ve uzaklaştıran şey aynı aslında. Bu aynılık yüzlerce yılı birlikte yaşamaktan gelen bir aynılık. İki halkın birlikte tabi tutuldukları zulüm de aynı: Doğup büyüdükleri topraklardan kovulma, sürülme, diğer adıyla mübadele.

Osmanlının son dönemlerinde İttihat ve Terakki Partisinin başlattığı Türkleştirme politikaları  Cumhuriyet sonrasında da alınan önemli kararlarla devam etti.1930 yılına kadar( müzede böyle yazıyor) başarıyla sürdüğü ve tamamlandığı söylenen 'mübadele' aslında hiç bitmedi. Özellikle Türk tarafı için bitmek bilmeyen bir gayr-i müslimler ve farklı etnik kimliklerden memleketi arındırma veya asimile etme mücadelesi olarak devam etti. Bu mücadelenin bir devlet politikası olarak aynı ruhla halen sürdürüldüğünü söylemek de abartılı olmaz. Çünkü bizde gayr-i müslimler çoktu ve toplumsal yaşamın içine öylesine işlemişlerdi ki  bir türlü sökülüp atılamıyorlardı.

Şimdi hatırlayalım, bisikletimle ziyaretine geldiğim ve şu an odalarında dolaştığım Atatürk'ün doğduğu ev olarak resmi tarihe kayıtlanan bu ev, 6-7 Eylül olayları için kıvılcımın çakıldığı ev olmuştu. 1955 yılında Kıbrıs'ta başlayan Türk-Rum çatışmalarına çözüm bulmak için Londra'da yapılan toplantılara katılan dışişleri bakanı Hasan Polatkan başbakan Adnan Menderes'e Türk tarafının elinin güçlendirilmesi getektiğini söylemiş, başbakan da hemen zaten epeydir hareketlenmiş olan 'Kıbrıs Türktür' derneğiyle resmi olmayan temaslara geçmişti. Hazırlıklar tamamlandığında eksik olan kıvılcımı da devlet çakmıştı. Son derece beceriksizce TC istihbarat teşkilatı tarafından Atatürk'ün Selanik'teki evinin bahçesine bir bomba atılmış, sadece evin bir iki camının kırıldığı olay Istanbul'da onbinlerce yıldırım gazete baskısıyla halka " Ata' nın evi bombalandı" diye duyurulmuştu. Nasıl olduysa İstanbul ve İzmir de halk bir anda sokağa dökülmüş ve gayr-i müslim vatandaşlara ait onbinlerce işyeri ve ev önce tahrip edilmiş arkasından yağmalanmıştı. Tarihimize kara bir leke olarak eklenen bu günlerden sonra binlerce gayr-i müslim vatandaşımız ülkesini, doğup büyüdükleri topraklarını terk etmek zorunda kalmıştı.

Evin içini gezmeyi bitirince bahçesindeki banka oturup olayı kurgulamaya çalıştım. Bombacı çocuk ne taraftan sallamıştı bombayı? Nereye düşmüştü, hangi camlar kırılmıştı? O sırada hangi duygular içindeydi? Atatürk'ü seviyor muydu? Şöyle mi düşünüyordu içinden ' devletimizin çıkarı için gerekeni yaparım'. O sırada gazetelerin dizgileri yapılmış, baskı adetleri, dağıtım yerleri belirlenmiş miydi? Sopalar, bayraklar, sloganlar hazır mıydı? Evler, dükkanlar, kiliseler belirlenmiş miydi? Görev kutsaldı devlet için yapılıyordu, gerisi teferruattı. Öyle ya devlet için kurşun yiyen de kurşun sıkan da aynıydı. 

Bu çocuklara ne çok iş yaptırdı devlet baba. 1 Mayıs'larda, Kahraman Maraş'larda, Bahçelievler'de, Malatya'da... Görev hep aynı ve geçen yıllarda hiç değişmedi. Diyarbakır'da, Lice'de, Sivas'ta, Roboski'de, hep aynı, yüce devleti ve onun çıkarlarını iç ve dış düşmanlara karşı korumak, özellikle de iç düşmanlara...

Atamızın evinde belki daha güzel şeyler gelmeliydi aklıma, ama gelmedi. Belki şöyle dağıtabiliriz konuyu. Selanik güzel bir şehir, herkes İzmir' e benzetiyor. Burası Alsancak, burası kordon filan diye. Doğrudur epeyce benziyor, insanları, yemekleri, evleri de benziyor, müzikleri de. Benzememesi düşünülebilir mi? İzmir gibi Selanik de yanmış, az şey biliyorum bu konuda. Bugünlerde Yunanistan sıkıntılı günler yaşıyor. Selanik de öyle, solgun görünüyor, makyajı akmış, bakımsız ve sevgisiz kalmış bir yıldız gibi. Selanik için bisikletli bir yaşam çok olanaklı ama bu konuda önemli bir girişim görünmüyor. Bu güzel şehir de otomobil uğultusuna teslim olmuş gibi. Şehrin Alsancak'a benzeyen yerleri güzel ve hareketli, daha çok turizme dönük işletmeler var her yerde. Sokaklarda sık sık bir şeyler satmaya çalışan ya da dilenen göçmenler çıkıyor karşımıza.  Theo Angelopoulos'un unutulmaz "Sonsuzluk ve Bir Gün" adlı filminde Bosna savaşından kaçmış çocuğu anımsıyorum. Sözcük satıyordu filmin şair kahramanına. Şairimiz kırmızı ışıkta bekliyor. Yeşil yanmıyor bir türlü. Zaman geçmiyor. Yeşil yok. Hüzün çöküyor içime. Pedallayıp gidiyorum.


@ymbymb

Yazarın Diğer Yazıları

Bergama Tiyatro Festivali’nde “Zaman, Zemin, Zuhur”

İzmir’de sıcaktan bunaldığımız günlerde Bergama’da olmak, her taraftan tarih fışkıran sokaklarında yürümek, rüzgârlı akşamlarında hafif bir ürpertiyle antik tiyatroda oyun izlemek düşüncesi hep çekiciydi benim için. “Zaman, Zemin, Zuhur”la tiyatro izlemeyi ve oyun metinleri okumayı seven biri olarak aslında geç tanıştım sayılır. 2006’da ilk baskısı, 2016’da ikinci baskısı yapılan kitap, bu yıl Kolektif Kitap tarafından yeniden yayımlanmıştı

Galileo, Descartes ve doğruyu söylemek

Galileo ve Descartes aynı dönemde, aynı otoriteye karşı, hakikati söylemek açısından iki farklı tutum geliştirirler

PAL İzmir'de iklim için düşünen bedenler

PAL İzmir (Performans Araştırmaları Laboratuvarı) tarafından düzenlenen ve atölye yürütücülüğü Michael Maurissens'in, sanat yönetimini Serenay Oğuz'un üstlendiği "İklim adaleti için düşünen bedenler" başlığıyla 21-24 Nisan tarihlerinde, dansçılar, görsel sanatçılar ve kamera aracılığıyla hareketi keşfetmekle ilgilenen herkes için açık çağrıyla düzenlenmiş olan, Screendance Workshop'un kapanış filmleri gösterimi beni bu düşüncelere sevk etti