18 Şubat 2018

Ne yapsam olmuyor, mutlu olamıyorum...

Mutluluk peşinde koşmak, bizim için bir yaşama amacına dönüştüğünde, diktatörler için ya da kapitalist sistem için bir köle haline gelmemizin yolu önemli ölçüde açılmış olur

İçinde bulunduğumuz yüzyılın başından beri giderek artan oranda mutluluk üzerine konuşulduğuna tanık oluyoruz. Her gün, nasıl daha çok mutlu olunacağına dair yeni reçeteler yayınlanıyor; mutlu olmak için nelere ihtiyaç duyuyoruz, neleri yapmalıyız, nerelere gitmeli, neleri izlemeli, hatta neleri yemeliyiz... Önümüze boy boy ölmeden önce yapmamız gerekenler listesi seriliyor, aman acele edelim, sonra bunları yapmadan ölüp gidersek kendimizi nasıl yaşamış sayacağız? Hepsi bizim daha çok mutlu olmamız için...

Bu durum nasıl bir ihtiyaçtan doğdu acaba? Bütün bunların altında ne gibi nedenler olabilir?

Günümüz insanı eskiye göre daha mı mutsuz? Mutlu olmak için artık daha mı çok şeye ihtiyaç duyar olduk? Bizi mutlu edecek şeyler çoğaldı da yetişemez mi olduk? İnsani bakımından bütün sorunların üstesinden geldik de artık daha çok nasıl mutlu oluruz sorusuna mı odaklandık? Bu insani olarak geliştiğimizin bir göstergesi olarak alınabilir mi? Eğer öyleyse, biz geliştikçe ihtiyaçlarımız, buna koşut olarak da mutsuzluğumuz artacak mı? Yoksa her şey daha mı kötüye gidiyor; bizi mutlu eden şeyler hayatımızdan birer birer çıkıyor ve bu yüzden mi ne yaparsak yapalım mutsuzluğumuz artıyor?

En önemlisi de, bu kadar peşine düştük, üzerine kafa yorduk, reçeteler ürettik de, bugün daha mı mutluyuz?
Görünen o ki, bu sorunun cevabı çok net: Hayır!

Aydınlanma Çağının önemli filozofu Kant, mutluluğu en basit haliyle bedensel ve ruhsal arzularımızın doyurulması olarak tanımlar. Her insan, kendisi için koyduğu hedefleri gerçekleştirebildiğinde ve yine kendi çıkarları doğrultusunda yapıp ettiklerinde başarılı olduğunda mutlu olur. Kant’a göre mutluluk arayışında olan insan, üç temel motivasyonun etkisinde kalır : Şöhret, iktidar ve zenginlik tutkusu. Bunlar son derece güçlü, insan doğasından kaynaklanan motivasyonlardır. Bu üç temel motivasyon, aynı zamanda, bizim mutlu olmamız yolunda önümüze çıkan üç temel engeldir. Bu motivasyonlarla hareket edip, ne kadar mutluluk peşinde koşarsak, mutluluk da bir o kadar bizden uzaklaşacaktır. Öyle ki, filozofa göre, bu nedenle kimse gerçek anlamda mutlu olamayacaktır. Çünkü insani arzuların tam olarak doyurulması mümkün değildir.

Şimdi, Kant’ın düşüncelerinden hareketle hem “mutlu olmak, mutluluk” sorunsalına hem de günümüz insanının yukarıda sözünü ettiğimiz artan mutluluk arayışına bakmaya çalışalım.

Dikkat edersek Kant’ın mutluluğun önünde engel olarak gördüğü bu üç motivasyon, (şöhret, iktidar ve zenginlik tutkusu) günümüz dünyasında her türlü araçla, dört bir yandan beslenen motivasyonlardır. Bunu görmek için, gündelik hayatımıza göz gezdirmemiz yeterlidir. Sosyal medyaya gösterilen yoğun ilginin altında tanınmak, bilinmek, beğenilmek arzuları yatmıyor mu? Facebooka ya da instagrama konulan bir fotoğrafın kaç beğeni aldığı, kaç kişi tarafından yorumlandığı, twitterda paylaşılan parlak bir fikrin kaç kişi tarafından paylaşıldığı, herkesin kaç takipçisinin olduğu hiç kimse için önemsiz değildir. Herkes “15 dakika için” olsa bile şöhret peşine düşmüştür. Zenginlik ise, satın alınacak, sahip olunacak şeyler için herkesin, mümkün olan en hızlı yollarla, gerekirse her şeyi araçsallaştırarak sahip olmak istediği, uğruna gecesini gündüzüne katıp deli gibi çalıştığı bir tutku halindedir. İktidar olma, başkalarını yönetme, liderlik yapabilme becerilerini elde edebilmek ise bugün kişisel gelişim eğitimlerinin temel önceliği haline gelmiştir.

Kuşkusuz bu motivasyonlarla beslenen  günümüz insanının, sahip olmak için peşinden koştuğu “ihtiyaçları” hiç olmadığı kadar artış göstermektedir. Giderek “olmazsa olmaz” haline dönüşen bu ihtiyaçlar, onların peşinde koşan ve asla tam olarak gideremeyen insan için temel bir mutsuzluk kaynağıdır. Bunu bedensel ihtiyaçlar anlamında çılgınca bir tüketme alışkanlığı, ruhsal olarak da bununla birlikte gelen “doyumsuzluk”, asla giderilemeyen bir “ruhsal tatminsizlik” olarak alabiliriz.

Peki ne yapacağız?
Mutlu olmak için, ihtiyaçlarımızı, arzularımızı gidermek için çaba göstermeyecek miyiz?
Mutluluk doğal olarak hepimizin sahip olmak istediği, hatta kısacık ömrümüz düşünüldüğünde bizim için önemli bir amaç değil midir?

Bu noktada yine Kant’la beraber düşünmeye çalışalım.

Sadece mutluluk peşinde koşan, ihtiyaçlarının giderilmesi, arzularının doyurulmasıyla yetinen insan, ahlaki iyiliği, akılsal davranmayı, özgürlük arayışını bir bakıma geri plana iter ve köleleştirilmeye son derece uygun bir hale gelir. Mutlu olmak için erdemli bir hayata, özgür olmaya çok da ihtiyaç yoktur çünkü. Bir köle olarak da mutlu olunabilir. Kant, ihtiyaçların artışı, buna bağlı olarak da mutluluk arayışı, özgürlük artışından ve özgürlük arayışından daha çok olduğu sürece asla mutlu olamayacağımızı, savaş ve mutsuzluğun devam edeceğini söyler. Kant’a göre iyi bir yönetimin de insanların mutluluklarıyla ilgisi yoktur. Mutluluk ya da  mutsuzluk politikayla da ilgili değildir. Tam tersi mutluluk arzusu bizi özgürlüklerden, özgürlük arayışından mahrum eder. Kant için mutluluk ve özgürlük söz konusu olduğunda, her zaman öncelikli olan özgürlüktür.

Geçmişten günümüze diktatörlüklerin geniş yığınlara yönelik temel vaadi, mutluluk olmuştur hep. Bu mutluluk onların ihtiyaçlarının karşılanması arzularının doyurulmasıyla sağlanacaktır. Erdemli bir yaşam, özgürlük gibi değerler hiçbir diktatör için öncelikli hedef değildir. Olsa olsa bunlar mutluluktan sonra gelecek şeylerdir. Bugün kapitalist sistemin “başarısı” da, gelişmiş ülkelerde kendi insanını temel ihtiyaçları konusunda mutlu etmiş olması ve insanların önüne daha çok mutlu olabilmesi için parlak renkli yeni hedefler koyabilmiş olmasıdır. Kapitalist gelişmeden henüz nasibini alamamış, geri kalmış ülke insanları için ise temel hedef, en azından mutluluğu ucundan yakalama umududur. Her şey bunun içindir.

Bugün önümüzde duran temel soru şudur: “Evet ben de herkes gibi mutlu olmayı istiyorum ama bunu elde etmek uğruna neleri feda edebilirim?

Mutluluk peşinde koşmak, bizim için bir yaşama amacına dönüştüğünde, diktatörler için ya da kapitalist sistem için bir köle haline gelmemizin yolu önemli ölçüde açılmış olur. Bu uğurda çok şeyimizi kaybedebiliriz. Oysa bizim insan olmak bakımından sahip olduğumuz ve bizi diğer canlılardan ayırdığını düşündüğümüz önceliklerimiz yok mudur? İnsana yaraşır bir şekilde örgütlenmiş bir toplumda, barış içinde birlikte yaşama, başkalarının da mutluluğu, kendi değerlerimizle ördüğümüz erdemli bir yaşam, belki de hepsinden önemlisi özgürlüklerimiz...Öncelik hangisinde veya hangilerinde olacak?

Şimdi dönüp kendimize soralım:

“Eğer bu önceliklerim yüzünden mutsuz olacaksam, bu mutsuzluğun başım gözüm üstünde yeri var, sizin önüme koyduğunuz yaşam biçimine, yalancı ihtiyaçlara kapılıp gitmek zorunda değilim, özgürlüğü bir “satın alma” “satma” özgürlüğü olarak görmüyorum, allayıp pulladığınız sahte mutluluklarınız sizin olsun, çünkü benim daha öncelikli olan değerlerim var” diyebiliyor muyuz?

Not: Kant’ın görüşleri için,  Agnes Heller’in “Kant’ın politika Felsefesinde özgürlük ve mutluluk” adlı makalesinden yararlandım. Kant Felsefesinin Politik Evreni, derleyen ve çeviren Hakan Çörekçioğlu, Ayrıntı Yayınları, Kasım 2017.

Yazarın Diğer Yazıları

Bergama Tiyatro Festivali’nde “Zaman, Zemin, Zuhur”

İzmir’de sıcaktan bunaldığımız günlerde Bergama’da olmak, her taraftan tarih fışkıran sokaklarında yürümek, rüzgârlı akşamlarında hafif bir ürpertiyle antik tiyatroda oyun izlemek düşüncesi hep çekiciydi benim için. “Zaman, Zemin, Zuhur”la tiyatro izlemeyi ve oyun metinleri okumayı seven biri olarak aslında geç tanıştım sayılır. 2006’da ilk baskısı, 2016’da ikinci baskısı yapılan kitap, bu yıl Kolektif Kitap tarafından yeniden yayımlanmıştı

Galileo, Descartes ve doğruyu söylemek

Galileo ve Descartes aynı dönemde, aynı otoriteye karşı, hakikati söylemek açısından iki farklı tutum geliştirirler

PAL İzmir'de iklim için düşünen bedenler

PAL İzmir (Performans Araştırmaları Laboratuvarı) tarafından düzenlenen ve atölye yürütücülüğü Michael Maurissens'in, sanat yönetimini Serenay Oğuz'un üstlendiği "İklim adaleti için düşünen bedenler" başlığıyla 21-24 Nisan tarihlerinde, dansçılar, görsel sanatçılar ve kamera aracılığıyla hareketi keşfetmekle ilgilenen herkes için açık çağrıyla düzenlenmiş olan, Screendance Workshop'un kapanış filmleri gösterimi beni bu düşüncelere sevk etti