27 Temmuz 2015

Ne oldu, neler oluyor, nereye gidiyoruz?

Suruç saldırısından sonra olup bitenlere baktığınızda bombayı kimin patlattığını görmemek için kör olmak lazım

Suruç’ta büyük bir acıyla yaşadığımız katliamın ardından öyle büyük bir hızla bir yerlere doğru sürüklenmeye başladık ki, ne acımızı yeterince yaşayabildik, ne de olup biten üzerine yeterince düşünme şansımız oldu. Gündem bu başdöndürücü hız ortamında egemenler tarafından belirlendi ve bizler ne yaşadığımızı sorgulamaya bile fırsat bulamadan panikle sürüklenmeye başladık. Acımız dondu kaldı, yeni acılar ve kaygılar öne çıkmaya başladı.  Bir anda 32 gencimizi acımasızca katleden IŞİD bahane edilerek, saray ve geçici hükümet tarafından köylerde, şehirlerde, yurdun dört bir yanında, Kürt’lere, sol güçlere, demokratik kurumlara, HDP’ye yönelik yoğun bir saldırı başlatıldı. Bir anda, basına, sosyal medyaya, internete yasaklar geldi. Bir çok haber ajansına erişim engellendi. Toplantı ve gösteri yürüyüşleri yasaklandı. Güvenlik toplantıları yapıldı. F 16’larımız, askerimiz harekete geçti...

4 yıldır süren çatışmasızlık, çözüm süreci, barış, demokrasi... İktidardan demokratik yollarla kurtulma umudu... Hepsinin sonuna kocaman bir soru işareti geldi oturdu.

Bu sürüklenme ortamında durup yaşananları alt alta dizip gözden geçirmek, belki de neler olup bittiğini anlayabilmemiz için bize yardımcı olabilir. Evet, çok eskiye gitmeye gerek yok, 7 Haziran seçimleri öncesinden başlayıp bu güne gelen sürecin satırbaşlarını hatırlamakta yarar var.

13 yıllık AKP iktidarı 7 Haziran seçimlerine giderken, hem sarayında başkanlık hayalleri kuran Erdoğan, hem de parti teşkilatı yeni bir zaferden emindi. Erdoğan saraya taşınmış fakat partinin kontrolünü sağlam bir şekilde elinde tutmaya devam ediyordu.  İlk soru işaretleri ve kaygı, HDP’nin baraja rağmen, barajı aşacağına güvenerek seçimlere girmesiyle başladı. İktidar başlangıçta, barajın aşılma olasılığını pek düşünmediği için rahattı. Fakat seçim çalışmaları hızlanıp, HDP etkili bir kampanyayla hem Kürt’lerin yoğun desteğini, hem de şehirlerde demokrasi güçlerinin desteğini elde etmeye başladıkça bu rahatlık bitti. 7 Haziran seçimlerinde HDP’nin barajı geçmesi durumunda Türkiye’de çok şeyin değişeceği, üstelik AKP iktidarına son verebilmenin de ancak bu olasılıkla mümkün olabileceği seçim tarihi yaklaştıkça iyice anlaşıldı. Erdoğan’ın da sarayından meydanlara inerek yaptığı seçim propagandalarında temel olarak HDP hedeflendi. Daha o zamandan çözüm sürecinde önemli bir aşama olan Dolmabahçe Mutabakat’ı Erdoğan tarafından yok sayıldı. Ak Parti kurmayları tarafından da HDP’ye karşı büyük bir kara kampanya yürütüldü. Seçim yaklaştıkça, durum ciddileştikçe, bu sefer silahlar konuşturuldu. Onlarca HDP seçim bürosu, kurşunlandı, bombalandı.

Diyarbakır mitinginde son koz olarak halkın içinde bomba patlatıldı, büyük bir şans eseri kitlesel bir katliam gerçekleşmedi.

Bütün bunlara rağmen korkulan gerçek oldu ve HDP barajı rahatça aştı. 80 milletvekili ile meclise girdi, en önemlisi de AKP’nin 13 yıllık iktidarına son verilmiş oldu.

Bu başta Erdoğan için olmak üzere, AKP için, 13 yıldır tek başına iktidara kurulmuş bir parti için kolay hazmedilebilir bir şey değildi. Seçmenin tercihi yeni bir iktidar için koalisyonu işaret ediyordu. Koalisyon ise iktidar için adeta ağza alınması ayıp, küfür gibi bir sözcüktü. Kiminle koalisyon? CHP, MHP veya HDP ile. AKP iktidarı için bu çok kabul edilebilir bir şey değildi. Çünkü, olası bir koalisyon durumunda gündeme gelebilecek, müzakere konuları, iktidar için özellikle de saray için son derece tehlikeli konulardı. Örneğin, sarayın siyasete müdaheleleri, yolsuzluklar, dış politika ya da yargıya yapılan müdahaleler...

8 Haziran sabahının şokuyla bir-iki hafta sesiz kalan iktidar ve saray, tez zamanda yeni strateji geliştirdiler. Bu stratejiye göre, “Yenilen pehlivan(anadoluda öküz de denir) güreşe doymaz” misali, seçim bir daha yapılacaktı, başka çare yok. Bunun için bir yandan göstermelik koalisyon görüşmeleri sürdürülecek ama bir yandan ülkenin AKP tarafından tek başına yönetilmemesi durumunda memleketi ne kadar kötü günlerin beklediği gösterilecek ki halk yaptığı hatayı görsün ve sonuç değişsin. Nasıl mı?

Bu sorunun cevapı seçim sonrası yapılanlara bakıldığında zaten görülüyor. Öncelikle kendisini iktidardan eden parti olarak HDP hedefe oturtuldu. HDP’nin elde ettiği desteğin geri alınabilmesi için her türlü olanak kullanılarak, özellikle medya aracılığıyla yıpratma kampanyaları yapılacak, sürekli olarak terörle ilişkilendirilecek ve seçimde barajın altında kalması sağlanacak. Artık geri dönülemez bir noktaya geldiği düşünülen (aslında iktidarın zaten bir şey yapmadığı, daha çok  Kürt tarafının, Öcalan’ın çabalarıyla yürüyen) çözüm sürecini baltalamak en önemli strateji. Çünkü bu hassas konu HDP’yi yıpratmak için çok önemli bir koz. Bu, aynı zamanda MHP tabanından da sempati toplamak demek.
Böylece Erdoğan ve iktidarın seçim sonrası bütün söylemlerinin çerçevesini bu strateji belirledi.
Kürt sorunu mu? O da ne?
Çözüm süreci mi? O da ne?
Dolmabahçe deklerasyonu? O da ne?
IŞİD terörü mü? O da ne) PYD mı dediniz, PKK mi yoksa? O daha tehlikeli değil mi?
7 Haziranın üzerinden henüz bir buçuk ay geçti. İşte hızla geldiğimiz nokta bu.
Görünen o ki, AKP’nin iktidarı paylaşmaya filan niyeti yok, temel çabası, daha çok savaş, çatışma, toz-duman çıkarıp, bu ortamdan yararlanarak eski günlerine dönmek. Karşımızda bu uğurda her şeyi göze alabilecek bir iktidar var.
Çünkü kaybedecek çok şeyleri var.

Suruç’ta 32 genci öldüren bombanın sonrasında olup bitenlere baktığınızda bombayı asıl kimin patlattığını görmemek için kör olmak lazım.
Bombayı evet IŞİD patlattı, yani iktidarın terörist demeye bir türlü dilinin varmadığı, söylerken acı çektiği, “nereden gelirse gelsin, terörün her türü” diyerek, yanına mutlaka bir şeyler ekleyerek ancak söyleyebildiği bir örgüt. Nooldu sonra? İktidar IŞİD’e karşı harekete geçti? Neden daha önce geçmedi ayrı bir soru ama yapılan icraatlara bakılırsa asıl derdin başka olduğu çok açık. IŞİD bahanesiyle yapılan operasyonlarda asıl hedefin çözüm süreci ve çatışmasızlık olduğu anlaşılıyor. Yapılan operasyonlarda daha çok Kürt muhalif güçleri, sol güçler gözaltına alınıyor. F16’lar yine Kürt’leri bombalıyor.

Olup bitenlerin geldiği noktayı şöyle özetlemek mümkün. Saray için, AKP için İktidarı yeniden kazanmanın yolu, millete eski günleri aratacak bir ortam yaratmak. Bu da daha çok silah, çatışma, şiddet, kan, ölüm demek. Daha çok cenaze, tabut demek. Daha çok gözyaşı demek.

Geçen haftadan bu yana yoğun olarak girdiğimiz süreç bu. Bu sürecin yaşama geçirilebilmesi için daha çok baskı ve zulüm gerekiyor.
Özgürlüklerin askıya alınması, muhalif seslerin zorla susturulması, silahların konuşması gerekiyor. İşte olanlar da tam da bunlar. Bombalar patlıyor, korku salınıyor, gösteriler yasaklanıyor, kapalı kapılar ardında daha çok güvenlik toplantıları yapılıyor, internet yasakları geliyor, haber ajanslarına, gazetelere erişim yasaklanıyor, evlere baskınlar yapılıp muhalifler toplanıyor, yargısız infazlar yapılıyor.

Niyet ortada.
Bu kötü niyete dur demek için 7 Haziranda ortaya çıkan iradenin harekete geçmesini ve olup bitenlere “dur” demesini istemek, barışın sesini her zamankinden daha çok yükseltmek hepimize düşen görev.
Geldiğimiz noktadan geri düşmemek ve karanlık bir çıkmaza sürüklenmemek için bu zorunlu bir görev.


@ymbymb

 

Yazarın Diğer Yazıları

Bergama Tiyatro Festivali’nde “Zaman, Zemin, Zuhur”

İzmir’de sıcaktan bunaldığımız günlerde Bergama’da olmak, her taraftan tarih fışkıran sokaklarında yürümek, rüzgârlı akşamlarında hafif bir ürpertiyle antik tiyatroda oyun izlemek düşüncesi hep çekiciydi benim için. “Zaman, Zemin, Zuhur”la tiyatro izlemeyi ve oyun metinleri okumayı seven biri olarak aslında geç tanıştım sayılır. 2006’da ilk baskısı, 2016’da ikinci baskısı yapılan kitap, bu yıl Kolektif Kitap tarafından yeniden yayımlanmıştı

Galileo, Descartes ve doğruyu söylemek

Galileo ve Descartes aynı dönemde, aynı otoriteye karşı, hakikati söylemek açısından iki farklı tutum geliştirirler

PAL İzmir'de iklim için düşünen bedenler

PAL İzmir (Performans Araştırmaları Laboratuvarı) tarafından düzenlenen ve atölye yürütücülüğü Michael Maurissens'in, sanat yönetimini Serenay Oğuz'un üstlendiği "İklim adaleti için düşünen bedenler" başlığıyla 21-24 Nisan tarihlerinde, dansçılar, görsel sanatçılar ve kamera aracılığıyla hareketi keşfetmekle ilgilenen herkes için açık çağrıyla düzenlenmiş olan, Screendance Workshop'un kapanış filmleri gösterimi beni bu düşüncelere sevk etti