30 Ekim 2014

Kısa Türkiye Cumhuriyeti tarihi

Demeye çalıştığım şu, demokrasisi hiç olamadı ama Cumhuriyetimiz sapasağlam ayakta 91 yıldır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 91. yıldönümündeyiz. Tam 91 yıl önce, 29 Ekim 1923’te ilan ettik Cumhuriyetimizi. Kolay olmadı, dağılmaya yüz tutmuş, 600 yıllık bir imparatorluktan kalan topraklarda adının başında Türk kimliği taşıyan bir Cumhuriyet kurmak, bugünlere taşımak.

Hem de hiç kolay olmadı,
Önce bir millet yaratmak, millet olmak gerekiyordu.
Yüzyıl başlarında İttihat ve Terakkiyle filizlenmişti milliyetçi düşünceler, topraklarımızın her şeyden önce “homojenleştirilmesi“ gerekiyordu.
1914-20 yılları arasında Süryani’lere, 1915’te Ermeni’lere yapılan soykırım, bu doğrultuda yapılmış önemli ve başarılı olmuş projelerimizdi.
İmparatorluktan elde kalan topraklarda tam bir egemenlik sağlamak için, hem nüfus hem de ekonominin Türk’leştirilmesi şarttı.
Kurtuluş Savaşı sonunda, üç buçuk yıldan sonra işgalden kurtardığımız İzmir’de, nüfusun çoğu gayrimüslimdi ve ekonominin neredeyse tamamını ellerinde tutuyorlardı.
Nooldu?
Günlerce yandı İzmir, yangın sonrası İzmir’in Rum; Ermeni ve levantenlerden oluşan gayrı müslim nüfusundan kimse kalmadı. Batı Anadolu’dan kaçıp gelen gayri müslimlerle birlikte yaklaşık 500 bin kişiden bir anda kurtulmuş olduk. Düşmanı, -başka deyişle- komşularımızı ateş ve kılıçla denize döktük, kalanlara süre verdik, gidin buralardan dedik, iki ay içinde tertemiz oldu her yer.
Bununla gurur duyduk.
Kolay değildi milli bir ekonomi yaratmak, önce millet olmalıydık.
Millet etnik bir kimliğe, ırka dayanmalıydı.
Biz Türk’tük.

Sorun sadece gayrimüslimler değildi, başka kıpırdanmalar da vardı. Bolşevik devriminden etkilenip, bizdeki karışıklıklardan faydalanarak sosyalist özlemler içinde olan ve fırsat kollayan komünistler vardı. Seyirci kalamazdık bu duruma, Komünist Parti mi gerekiyordu, biz kurardık tabi onu da. Pek uzun ömürlü olmasa da kurduk nitekim.
Sovyetler Birliğinden  gelip örgütlenme çalışması yapmak isteyen 15 Komünist Parti yöneticisini ise Anadolu topraklarına sokmadık tabi.  
Bizim de kendimize göre yöntemlerimiz vardı elbet,  hepsi Karadeniz’in karanlık sularını boyladı.

Gayrimüslimler gibi ekonomik bir güçleri olmasa da Kürt’ler vardı bir de. Tehlikeydiler sonuçta. Bunları bir yere gönderemezdik, asimile edilmeleri zorunluydu. Direnç gösterenleri ise ezmekten başka çare yoktu.
Cumhuriyet kadroları çok yönlü çalışmalıydı.
Bir yandan, muhalefete karşı acımasız bir savaş yürütülmeli, öte yandan yeni bir toplum inşası için, siyasal, sosyal ve hukuksal düzenlemeler yapılmalıydı.
Kürtler ve eski imparatorluk zamanlarını isteyenler ayaklanıyordu.
Kılık kıyafet ve şapka kanununa, Cumhuriyetin ilanına karşı çıkanlara tahammülümüz olamazdı.
İstiklal mahkemelerini kurduk.
Pek “mahkeme” etmeye zaman yoktu, mahkemeye gelenler, karşı devrimci güçlerdi sonuçta, hepsini   “infaz” ettik.
Kürt isyanlarını bir bir bastırdık.
Dersim’de daha büyük bir direniş vardı. Onlar için daha büyük bir güç kullanmak zorunda kaldık.
Eşkiyayı dağlarda, saklandıkları mağaralarında uçaklarla bombaladık. Fareler gibi, deliklerinde öldürdük. Sağ kalanların kızlarını evlatlık verdik, başka başka şehirlere dağıttık.
Aileleri sürgüne yolladık.

Anadolu Türk olmalıydı
“Tek dille konuşan, bir düşünen, aynı hissi taşıyan bir memleket” yaratılmalıydı.
“Vatandaş Türkçe konuş” kampanyası başlattık.
Başka dilleri yasakladık.
İskan yasaları çıkardık, insanları, has Türkler, Kürtler ve Gayri müslimler olarak üç kategoriye ayırıp zorunlu ikamete gönderdik.
Türk olmayanların bazı mesleklerde çalışmalarını engelledik.
Bitmedi.
Bir türlü ekonomiyi tam olarak Türk’leştirmeyi başaramamıştık. 2. Dünya Savaşı’nın zor koşullarında özellikle Istanbul’da ekonominin can damarları gayrimüslimlerin elindeydi.
Varlık Vergisi Kanunu’nu çıkardık. Yahudi, Rum ve Ermeni kökenli vatandaşlar birer birer mallarını ellerinden çıkarmak zorunda kaldılar. Vergisini ödemeyenlerin mallarına el koyduk, mükellefleri toplama kamplarına yolladık.

Savaş bitti. Bütün dünyada demokrasi rüzgarları esiyordu. Dünyada Führer, Duçe dönemleri kapanıyordu, bizim de “Milli Şef”imizin modası geçmişti artık.
Çok partili hayatı yeniden deneyebilirdik. Neydi, demokrasi filan mıydı onun adı?
Savaşın ağır ekonomik ve siyasi koşulları, Cumhuriyetimizin tek parti iktidarına karşı öfkeye, o da, liberal söylemlerle ortaya çıkan muhalefet partisine desteğe dönüştü.
1950’de cumhuriyetimiz, farklı bir siyasi çizginin yönetimine girmişti. Cumhuriyetin kazanımları tehlikedeydi. Tetikte olunmalı, kontrol elden bırakılmamalıydı.

Komünizm ve sol, yeni iktidar için de başı ezilmesi gereken bir tehlikeydi. 1951’de içlerinde aydın ve sanatçıların da bulunduğu 187 kişiyi tutuklayarak, iki kutuplu dünyada yerimizi belli ettik. Aklınıza gelebilecek bütün yazar, çizer sanatçı takımını Sansaryan Han’da işkence tezgahından geçirdik.
Nazım mı dediniz? O zaten komünisti, çok önceden içeri alıp yatırmıştık 12 yıl içerde.
Komünizm tehlikesine karşı Nato’ya girmemiz gerekiyordu.
Kore’de 1000’e yakın mehmetçiğimizin ölüsünü bırakarak kendimizi iyice göstermiş olduk Batı’ya.

Bu arada, İstanbul ve İzmir’de kalan gayri müslimlere karşı yeni bir şeyler yapmalıydık. Kıbrıs karışmış, Londra’da görüşmeler yapılıyordu. Dünya kamuoyunu etkilemek için vatandaşımızın öfkesini ve desteğini göstermesine ihtiyaç vardı.
Devreye “bizim çocuklar” girdi. “Atatürk’ün evini bombaladılar” haberinin ardından (bombaladık da azcık) vatandaş sokağa döküldü. 6-7 Eylül olayları diye bilinen iki gün boyunca, öncelikle Rum’lar olmak üzere, Ermeni ve Yahudi’lerin ev ve iş yerlerini öfkeli kalabalıklar tahrip ve talan etti. “Durduramadık” ne yazık!
Gayri müslimlerin ciddi bir bölümü de bu olaylardan sonra terk ettiler memleketimizi.
Bakın “homojenleşmeye” devam ediyorduk. Ah İttihat Terakki ruhu, sen her yerdesin.

1960 yılına geldiğimizde, çok partili hayata geçişle beraber 1950 yılında iktidarı bıraktığımız parti, Cumhuriyetimizin varlığı ve devamı için bir tehlike oluşturmaya başlamıştı. Yukarıdan ve sert bir şekilde müdahale edilmesi gerekiyordu.
Seçim filan beklemek bize göre değildi, askerler bir darbeyle yönetime el koydular.
Şehirlerde, aydınlar, sanatçılar, solcular, Atatürkçüler darbeyi tankların üzerine çıkıp kutladılar.
Devletin korunması ve kollanması görevini bir daha bırakmamak üzere askerler aldı böylece.
Seçimle gelen ilk başbakanımızı, ve iki bakanını asıverdik.
Cumhuriyet yine emin ellerdeydi.

Dönem bütün dünyada yumuşama ve demokratik açılım dönemiydi. Cumhuriyetimiz de bu açılımdan etkilendi. Demokratik içeriği olan yeni bir anayasa yaptık ve uygulamaya geçirdik. Fakat daha en baştan belliydi bu anayasa bizim topluma çok da uygun değildi, demokrasi bizim gibi dış ve iç güçlerin yıkmak için fırsat kolladığı bir ülkeye fazlasıyla lükstü. Bu anayasa işlemezdi ya da işlemez hale getirilmeliydi.
1964 te Kıbrıs’ın karışıklığını bahane ederek önemli bir Rum azınlığı daha göndermeyi başardık. 20’ye 20 yasası diye bilinen yasayla, çok kısa bir sürede, 50 bine yakın Rum bir yıl içinde ülkeyi terk etmek zorunda bırakıldı. Yanlarında 20 kg eşya ve 20 dolar para alabildiler sadece. Gayrimüslimlerden kurtulma yolunda önemli bir adım daha attık böylece. Geriye acıklı birkaç fotoğraf ve anı kaldı, belki inanmayacaksınız ama solcularımız bile seslerini çıkarmadılar bu duruma.

1970 lere doğru yaklaşırken, çeşitli sıkıntılar yaratacağı baştan belli olan demokratik haklardan faydalanarak hareketlenmeye çalışan işçiler ve üniversitelerden yükselen anti-emperyalizm bahaneli gençlik hareketleri Cumhuriyetimiz için yeni bir tehlike yaratıyordu. Siyasi istikrarsızlık giderek derinleşiyor, ortalık karışıyordu. Ah şu demokrasi, azı bile başa belaydı.

Neyse ki ordumuz  “Cumhuriyeti koruma ve kollama” yetkisiyle 12 Mart 1970’te hükümete bir muhtıra verip iktidardan uzaklaştırdı. Ortalığı karıştıran anarşistler yakalanıp cezalandırılmalıydı. Kurban lazımdı olup bitenler için, müdahale ancak böyle taçlanacaktı.
Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan adlı üç genç lideri astık.
Cumhuriyetimiz bir kere daha büyük bir tehlikeyi atlatmayı başarmıştı.

70’li yılların ikinci yarısından itibaren, Komünizm tehlikesi devam ederken, eski bir tehlike olan İslam’cılar da yavaş yavaş görünür olmaya başladılar.
Her tarafımız iç ve dış düşmanlarla doluydu. Ekonomi kötüye gidiyordu.
Düşmanların bir bölümünü kendi olanaklarımızla kontrol altında tutabiliyor, zaman zaman onları birbirlerine karşı kullandığımız da oluyordu. E bizim de adamlarımız, milislerimiz vardı.
Ah o, İttihat ve Terakki ruhu...Bizimleydin hep.
Fakat her şeye rağmen işler giderek kötüleşiyordu.
Hem ekonomik, hem yasal düzen sağlayabilmek için, sağlam bir vuruş gerekiyordu. Bu vuruşun olabilmesi için belli bir hazırlık gerekiyordu.
1 Mayıs 1977 Taksim,
ardından Kahraman Maraş,
ardından Çorum olayları,
Konya Mitingi,
ard arda gelen, gazeteci, sendikacı, siyasetçi cinayetleri, büyük vuruş için vazgeçilmez olaylardı.
Anarşi, terör, enflasyon, istikrarsızlık, kardeşin kardeşe düşmanlığı, kan ve gözyaşı dedik ve 12 Eylül darbesine geldik.

Cumhuriyetimizi koruma ve kollama görevi yine askerlere geçti.
Kimseye acımadık. Cesurduk. Güçlüydük.
On binlerce insanı sorgudan geçirdik. Yakaladığımızı hapishanelere doldurduk, kaçanları vatandaşlıktan çıkardık, bazıları çeşitli şekillerde telef oldu, bazılarını astık.
Cumhuriyet için tehlikeli çıban başlarından biri üniversitelerdi, nefes bile aldırmadık ardından YÖK yasasını çıkardık, hepsi  dümdüz oldular.
Yeni ve sağlam bir anayasa yaptık. Demokrasi safsatalarına kulaklarımızı tıkadık.
Güneydoğu’da yeniden ısınmaya başlamış Kürt’leri bir daha, bir daha ezdik.
Kürt mürt yoktur dedik.
Her türlü önlemimizi alana kadar, demokrasi filan laflarına tıkadık kulaklarımızı.
Cumhuriyetimizi bir daha kurtarmış olduk.

Bitmedi tabi sıkıntılar.
Kürtler bu sefer yeni ve daha gözü kara bir isyana başladılar.
90’lı yıllar boyunca, kimsenin gözünün yaşına bakmadan acımasız bir savaş yürüttük, kendimize özgü yöntemlerle Kürt’lerin ele başlarını yok ettik, ekonomik damarlarını kestik, liderlerini yakaladık.
Köylerini boşalttık. Yaktık. Yıktık. Öldürdük. Bok yedirdik.
Fakat bir türlü bitiremedik.
Yıllardır komünizme karşı bir kalkan gibi görüp çaktırmadan desteklediğimiz İslamcılar da her tür fırsatı değerlendirip, palazlanmaya, toplumdan daha büyük bir destek bulmaya başlıyorlardı.
Sivas yangını dedik, Aczmendiler, kafa sallıyolar bakın filan dedik. (yok canım biz yapar mıyız hiç?)
Aslında her şeye yeniden bir çeki düzen vermek gerekiyordu.
Fakat askerlerle yapılacak eskisi gibi bir müdahalenin şartları pek yoktu.
Yeni yollar denememiz gerekiyordu.

2000’li yılların başında, yeni ve pek beklenmedik bir görüş iktidara geçti. 50’lerde olduğu gibi geçmişi sorgulayarak işe başladı. Demokrasi filan demeye başladı. Biz zaman zaman sükunetimizi bozsak da, izlemekle yetindik ama asla kontrolü elden bırakmadık.
Her an tetikteydik, Malatya’da, Trabzon’da olduğu gibi misyonerler hep takibimizdeydi.
Hrant Dink dersen, nasıl desem, o fazlasıyla hak etmemiş miydi? Ah İttihat Terakki ruhu...

Bu ruh hep devam etti, kimsenin kaygısı olmasın, önemli olan, olumsuz bile olsa, her şarta uyum sağlayabilmek, uzun vadede kalıcılığı yakalayabilmektir. Bu yıllarda, bazılarınızın umutsuzluğa kapıldığı malumumuz, ama gelip geçici olana aldanmayıp dikkatli bakarsanız, uzun vadede ayakta kalanın kim olduğunu daha iyi görebilirsiniz.
Nitekim nooldu, vatandaş kendi tarihinin en geniş katılımlı ayaklanmasını gerçekleştirdi.
Gezi olayları patlak verdi bir anda. Beklenmedik oranda büyüktü katılım, yoksa ölü sayısı bu kadarla mı kalırdı?
Sonuçta bakın atlatmadık mı? Onu da atlattık.
İktidar kendine dersler çıkardı, bizim dediğimiz çizgiye kaydı, kendine çeki düzen vermek zorunda kaldı, biraz söylemlerini değiştirdi.
Demokrasi filan laflarını daha az kullanır oldu.

Bugün nedir? Çözüm süreci filan deniyor. Neyin çözüm süreci olacak?
Son yaşanan olaylara baktınız mı?
Cumhuriyetin ve bizim ideolojimizin nasıl taçlandığını görmüş olmalısınız.
Nooluyor?
Kobani filan derken olaylar çıktı.
Bingöl’de  polisler kurşunlandı, “teröristler” anında cezalandırıldı. Kimdi gerçekte polisleri kurşunlayan? Bilemezsiniz. Kimse bilmiyor. Bir mahkeme var ama yayın yasağı yüzünden kimse bir şey yazamıyor. İşte tam bize göre.
E tamam mesele de o değil zaten. Siz olaya bakın, bir de yukarıda anlattıklarıma.
Bu kimin zaferi?
Ki ardından Hakkari’de askerler öldürüldü.
Hükümet yeni iç güvenlik yasa tasarısı hazırlıyor. Çözüm süreciymiş...
Tey tey de tey tey.
Uzattıkça uzuyor yazı.
Demeye çalıştığım şu, demokrasisi hiç olamadı ama Cumhuriyetimiz sapasağlam ayakta 91 yıldır.
Allah uzun ömürler versin(mi?)

@ymbymb

Yazarın Diğer Yazıları

Bergama Tiyatro Festivali’nde “Zaman, Zemin, Zuhur”

İzmir’de sıcaktan bunaldığımız günlerde Bergama’da olmak, her taraftan tarih fışkıran sokaklarında yürümek, rüzgârlı akşamlarında hafif bir ürpertiyle antik tiyatroda oyun izlemek düşüncesi hep çekiciydi benim için. “Zaman, Zemin, Zuhur”la tiyatro izlemeyi ve oyun metinleri okumayı seven biri olarak aslında geç tanıştım sayılır. 2006’da ilk baskısı, 2016’da ikinci baskısı yapılan kitap, bu yıl Kolektif Kitap tarafından yeniden yayımlanmıştı

Galileo, Descartes ve doğruyu söylemek

Galileo ve Descartes aynı dönemde, aynı otoriteye karşı, hakikati söylemek açısından iki farklı tutum geliştirirler

PAL İzmir'de iklim için düşünen bedenler

PAL İzmir (Performans Araştırmaları Laboratuvarı) tarafından düzenlenen ve atölye yürütücülüğü Michael Maurissens'in, sanat yönetimini Serenay Oğuz'un üstlendiği "İklim adaleti için düşünen bedenler" başlığıyla 21-24 Nisan tarihlerinde, dansçılar, görsel sanatçılar ve kamera aracılığıyla hareketi keşfetmekle ilgilenen herkes için açık çağrıyla düzenlenmiş olan, Screendance Workshop'un kapanış filmleri gösterimi beni bu düşüncelere sevk etti