04 Temmuz 2014

Kış Uykusu ve laik Cumhuriyet aydını

Nuri Bilge Ceylan’ın önceki filmleri gibi son filmi Kış Uykusu’nu da büyük bir heyecanla izledim

Nuri Bilge Ceylan’ın önceki filmleri gibi son filmi Kış Uykusu’nu da büyük bir heyecanla izledim. Üstelik bu sefer Cannes Film Festivali'nden Altın Palmiye ödülüyle dönmüş olmasının sevinci ve beklentileriyle girdim sinemaya. Üç buçuk saat sonra, kendimi hızla deniz kıyısına atıp üzerime sinen reklam ve AVM kirliliğinden sıyrılınca, büyük bir estetik doygunluk hissettim. Filmle ilgili sinemasal değerlendirmeler yapmak için yetkin değilim, fakat filmin merkezine aldığı Aydın karakterinin içinde bulunduğu “aydın olma halleri” ve bunun kökenleri üzerine  kafama üşüşen düşünceleri paylaşmak niyetindeyim.

Cumhuriyet idealleri, modern yaşam, batılılaşma, aydınlar, halk, din, laiklik, elitizm benzeri kavramlar aslında Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana güncelliğini her zaman koruyan ve üzerinde en çok tartışılan, çatışılan kavramlar. Dolayısıyla da, 2000’li yıllardan bu yana yaşadığımız toplumsal ve siyasi kırılmalarda öne çıkan ve günümüz Türkiyesi için çok daha belirgin hale gelmiş olan keskin ayrışmalar, geçmişi çok daha eskiye dayanan bu çatışmaların belirginleşmesinden başka bir şey değil. Bugün yaşadığımız birçok politik ve toplumsal soruna bakarken de geçmişten taşınan bu yükleri göz ardı etmek olanaksız.

Tanzimattan beri hep gündemimizde olan batılılaşma hamleleri, toplumsal dinamikler tarafından belirlenen bir süreç olarak yaşanmayınca, Türk modernleşmesi sürecinin iki ileri bir geri adımları olmaktan öteye geçemedi. Atatürk liderliğinde kurulan Cumhuriyet’le birlikte ise, batılılaşma (modernleşme) bir toplum mühendisliği projesi olarak, son derece radikal bir şekilde hayata geçirildi. İlerleme ve medeniyet arzusuyla geçmiş topyekûn olarak reddedilip, toplumun maddi ve manevi hayatına, gündelik ilişkilerine biçim verilmeye çalışıldı. Cumhuriyet kadroları, insanların ne giyeceği, ne yiyeceği, nasıl yiyeceği, ne dinleyeceği, ne okuyacağı, nasıl ibadet edeceğini belirleyip bunlar için yasal düzenlemeler yaptılar. İşin şakası yoktu ve uymayanlar sert bir şekilde cezalandırıldı.

Kemalist ideoloji, geçmişe büyük bir sünger çekerek, yaşanan bütün kötülüklerin, geri kalmışlığın nedeni olarak dini ve dinden referanslı uygulamaları işaret etti. Bu nedenle de yeni Türkiye Cumhuriyeti için laiklik temel unsurlardan biri olarak görülüp, bu konuda çok hızlı yasal değişiklikler yapıldı. Auguste Comte’un pozitivizm anlayışından beslenen bu laiklik anlayışı, batıdaki başka örneklerinden farklı olarak, dinin kontrol altında tutulması gerektiğini, dinsel düşünüşün zaten bilimsel gelişmeler karşısında eriyip yok olacağını öngörür. Comte’a göre insan düşüncesinin en gelişmiş aşaması olan pozitivist aşamada hayatın bütün sırları bilimsel olarak çözülecektir. Dolayısıyla da her türlü dinsel ve metafizik düşünce saçma ve ilkeldir. Hayatın her alanı, tıpkı doğa bilimlerinde olduğu gibi, pozitif olarak düzenlenmelidir. Eğer felsefe, ahlak ve bir din olacaksa onlar da pozitif olmalıdır. Aksi taktirde, özellikle din, geçmişte olduğu gibi, gelişme ve ilerlemenin önünde bir engel olacaktır. Dolayısıyla din, kontrol edilmeli, denetlenmeli, devletin yaptırımlarına bağlanmalıdır. Cumhuriyetin ilk yıllarında dinsel kurumlar için yapılan radikal düzenlemeler tam da bu kontrol etme çabasıyla yapılan ve toplumsal bir kopuşla yeni bir millet yaratma amacını taşıyan düzenlemelerdir ve  günümüzde de büyük ölçüde geçerliliğini korumaktadır.

Genç Cumhuriyet, ileri ve medeni bir toplum yaratmak için giriştiği toplum mühendisliği yolunda gerekli yasal düzenlemeleri hızla ve arka arkaya yapar. Fakat modern yaşamın, büyük şehirler dışında Anadolu’da hayata geçmesi için Cumhuriyet idealleriyle donanmış “aydın” insana ihtiyaç vardır. Yurdun her bir köşesine yayılan askerler, devlet memurları, öğretmenler, yani aydınlardan Cumhuriyet ışığını hızla yaymaları beklenir. Fakat bu modern yaşam temsilcileri Anadolu’da aradıklarını bulamazlar. Halk bu coşkulu değişime olabildiğince kayıtsızdır. Değişiklikler halk için, ama halka sorulmadan, halka rağmen yapılmıştır. Evdeki hesap çarşıya uymaz. Yakup Kadri Karaosmanoğlu romanları bu acı gerçeği çok güzel vurgular.  Anadolu’nun yarattığı bu hüsran, modern hayat temsilcisi aydınımızı kısa sürede pes ettirir. Halka ışığı götürme yüce duygusundan beslenen kibiri iyice artar, halkla arasına duvar örer ve duvarın arkasına çekilip küser. Bir daha da aydın ve halk yan yana gelemez. Anadolu artık filmdeki Aydın gibi, bazen şehirde tutunamayanların sığınağı, bazen de sürgüne gönderilenlerin sürgün yeri (Hakkari’de Bir Mevsim) olur. Cumhuriyet idealleriyle donanmış aydının, halkla kurduğu ilişki yüksek bir kibirden beslenen yardımcı-muhtaç ilişkisi olarak kalır. Bu kemikleşmiş ilişkiyi sağcısından solcusuna neredeyse bütün okumuşların “eğitim şart” şablonunda bile basitçe görmek mümkündür.

Şimdi filme dönelim. Kış Uykusu’nun aydını tam da bu ideolojik arkaplanın aydınına tipik bir örnektir. Okumuş yazmıştır, 25 yıl tiyatro oyunculuğu yapmıştır. Tutunamadığı için, aslında hiçbir manevi bağının olmadığı, anne-babasının mezarlarının ve kendisine kalan servetinin bulunduğu memleketine dönmüştür. Bu topraklarda yaşayan insanlarla, onların değerleriyle hiçbir ilişkisi yoktur aslında. Aydın, toplumu yönlendiren, biçimlendiren, kontrol edendir. Toplumla olan ilişkisi bu anlamda onlara yukarıdan ışık açmak, yön göstermek şeklindedir, onun yanında olmak değildir. Vatandaşla herhangi bir bağ kurmayı gerektiren işleri sevmez ve bilmez, kiracılarını tanımaz bile, bunun için avukatları ve başka aracıları vardır. Kendi dünyasının tutunamayanıdır o, “sabah yüksek ideallerle uyanıp, bütün gün budalalık etmektedir”, yalnızdır. Mutsuzdur. 25 yıl tiyatro yaptığı yıllar geride kalmıştır. Değeri bilinmemiştir. Şimdi kendi krallığında, küçük mutluluklar peşindedir. Genç karısı ile kurduğu ilişki de eşit bir ilişki değildir ve  Nihal’in kocasının “büyüklüğü” karşısında zaman içinde yok olmasıyla bitmiştir. Kibirinden onun yanına yaklaşmaz, uzaktan gizlice izler, elinin altında tutar bir anlamda. Kız kardeşi Necla’yla ilişkisi de geçmişin ağır yükleriyle karşılıklı öfkeye dönüşmüş bir ilişkidir. (Necla karakteri, Nihal’le birlikte hem ‘kadın’ olmaları bakımından, hem abisi nedeniyle bir bakıma tam ‘aydın’ olamamış haliyle, hem “kötülük” problemi açısından başlı başına bir yazı konusudur)

Yerel bir gazetede yazdığı köşe yazıları ve bu yazılara gelen bir-iki övgüyle avunur, hatta yazdıklarının büyük bir gazetede olup olmaması bile o kadar önemli değildir, çünkü aydınlatma görevini üzerinde hissettikçe yazma konusundaki coşkusu artmaktadır. Kendisi de “bozkırda açan bir çiçek”tir ve yazısını okuyup beğenen yeni “çiçek”ler için yardıma hazırdır. Oysa yardım faaliyetleri ile de ilişkisini kesmiş, karısı Nihal’e bırakmıştır o alanı. Aynı faaliyetlerde bulunan öğretmeni de sevmez, küçük görür, adını bile doğru söylemez. Hem karısıyla kendisinin kuramadığı türden bir yakınlık kurması yüzünden hem de onlardan biri olarak gördüğü için.

Dinle olan ilişkisi tam da yukarıda söz ettiğimiz laiklik anlayışına uygun bir ilişkidir. Halkın benimsediği manevi değerlere uzaktır. Dinle ibadetle de hiçbir ilişkisi yoktur. Fakat din adamının nasıl olması gerektiği konusunda doğruları bilir ve uzun uzun konuşmalar yapabilir. İslam dini hakkında, biraz tedirgin olsa da,  köşe yazıları yazabilir. Dine de, dindara da tepeden bakar. İçten içe geri, geri kalmış, ilkel bulur. Filmdeki imamla görüşmek dahi istemez, onun ayak kokusunu da çekemez. Sevmez. % 99’u Müslüman olan ve kendisinin de doğup büyüdüğü bu ülkede, kendisi bir kez olsun içine girmediği halde, camilerden aydınlık vaazlar yükselmesi gerektiğini söyler. Dinin temel görevi halkı aydınlatmak olmalıdır. Çünkü İslam bir medeniyet dinidir. Bir din adamı, her şeyiyle topluma örnek olmalıdır, çünkü o öncelikle bir devlet memurudur, devlet tarafından yetiştirilmiş, atanmış ve maaşı ödenmektedir dolayısıyla resmi ideolojinin taşıyıcısı olmalıdır. Filmin kahramanı olan Aydın’ın görüldüğü gibi bu konuda söyleyecek ve yazacak çok sözü vardır. Fakat, kardeşi Necla’nın söylediği gibi, ne dinleyicisi ne de bir kaç kişi dışında okuyucusu vardır.

Hayatına bir türlü istediği gibi anlam katamayan Aydın, durumu kurtarmak için biraz da isteksizce giriştiği Istanbul’a dönme girişiminde de başarılı olamaz. Sığınacak yine kendisine ait güvenli limanından başka bir yer yoktur. Aydın kibirini yener ve başka türden bir yenilgi yaşayan karısına sığınır. Bu aynı zamanda kendi yüksek duvarları arkasına çekilmek anlamına gelmektedir.

Belki hak ettiklerini ‘Türk Tiyatrosunun Tarihi’nde bulacaktır.

@ymbymb

 

Yazarın Diğer Yazıları

Bergama Tiyatro Festivali’nde “Zaman, Zemin, Zuhur”

İzmir’de sıcaktan bunaldığımız günlerde Bergama’da olmak, her taraftan tarih fışkıran sokaklarında yürümek, rüzgârlı akşamlarında hafif bir ürpertiyle antik tiyatroda oyun izlemek düşüncesi hep çekiciydi benim için. “Zaman, Zemin, Zuhur”la tiyatro izlemeyi ve oyun metinleri okumayı seven biri olarak aslında geç tanıştım sayılır. 2006’da ilk baskısı, 2016’da ikinci baskısı yapılan kitap, bu yıl Kolektif Kitap tarafından yeniden yayımlanmıştı

Galileo, Descartes ve doğruyu söylemek

Galileo ve Descartes aynı dönemde, aynı otoriteye karşı, hakikati söylemek açısından iki farklı tutum geliştirirler

PAL İzmir'de iklim için düşünen bedenler

PAL İzmir (Performans Araştırmaları Laboratuvarı) tarafından düzenlenen ve atölye yürütücülüğü Michael Maurissens'in, sanat yönetimini Serenay Oğuz'un üstlendiği "İklim adaleti için düşünen bedenler" başlığıyla 21-24 Nisan tarihlerinde, dansçılar, görsel sanatçılar ve kamera aracılığıyla hareketi keşfetmekle ilgilenen herkes için açık çağrıyla düzenlenmiş olan, Screendance Workshop'un kapanış filmleri gösterimi beni bu düşüncelere sevk etti