21 Kasım 2010

10 yaşında bir çocuk

Antik çağın merkezi Miletos’tayım. Kentin 2500 yıl önceki görkemi bu günde yerinde desem pek de yalan olmaz.

Antik çağın merkezi Miletos’tayım. Kentin  2500 yıl önceki görkemi bu günde yerinde desem pek de yalan olmaz. Kentin ayakta olduğu dönemi düşünmek bile heyecan yaratıyor. Liman anıtının fotoğraflarını çekerken bayram sonrası ilk yazımı kurgulamaya  başlamıştım bile.  Ancak benden epey uzakta olan bir sürünün çobanının bu haftaki yazımın konusunu oluşturacağını ona ve sürüsüne yaklaşırken hiç düşünmemiştim. Amacım çocukla sürüyü antik kent içinde  fotoğraflamaktı. Sürüye yaklaşırken çocuğun kendi kendi kendine bağırdığını duyunca hem meraklanıp hem de telaşlanıp. Adımlarımı sıklaştırdım. O da beni görünce bana doğru yürümeye başladı. Karşı karşıya gelince sordum hemen.

-          “Bir sorun mu var” ?

-          “Yok abi ne sorun olacak. Koyun doğurdu da ona keyiflendim”. Dedi gülerek

-          “Nerede koyun ?

-          “Orda duvarın dibinde. Sen azıcık orada dur da ben sürüyü toplayayım”.

 

dedi ve hızla uzaklaştı yanımdan. Kısa süre sonra ise ıslık sesleri gelmeye başladı. Koyunlara komut veriyordu.  Ben de daha henüz tanıştığım bu çocuğun öz güveni karşısında ezilerek görevimi yerine getirmek için koyuna doğru yürümeye başladım.

 

Doğada hep şanslıyımdır. Güneş her zaman en güzel ışığını verir, ben dağdayken hava hep güzel olur (tabi fotoğraf için). Bu kez yeni doğmuş bir kuzuya rastlamıştım. HHızla duvarın dibine yöneldim. Koyun beni görünce şöyle bir doğruldu ve beyaz kuzuyu arkasına sakladı. Kuzu düşe kalka  ayaklarının üzerinde doğrulmaya çalışıyordu. Koyun kısa bir tereddüten sonra beni kollamayı bıraktı ve tekrar yavrusuyla ilgilendi. . Yavru çok kısa bir sürede ayağa kalkmayı başardı. Annesinin altına girerek emmeye çalışıyordu ki koyun birden hızlı nefes alıp vermeye başladı. Bir an dili öyle bir dışarı çıktı ki minik kuzunun annesiz kalacağını bile düşündüm. Sonra aniden ayağa kalktı ve dolaşmaya başladı. Sürpriz…! Bir bebek daha geliyordu ve benden başka hiç kimse yoktu yanında. Telaşlandım.  Geri dönüp çobana sesleneyim dedim ama o tepelerde koyunları toplamakla meşguldü. Artık ebelik bana düşmüştü ama koyunun da öyle yardıma  ihtiyac duyar bir hali de  yoktu. Kısa sürede ikinciyi  de doğurdu. İkinci kuzu doğar doğmaz, ilk doğan hemen yanına giderek onu koklamaya başladı. Koyun kısa sürede plesantayı yiyerek ikinci yavrusuna yöneldi. 15 dakika içinde olağanüstü bir olay yaşamıştım. Çocukluğumda böyle bir olayla ne kadar çok karşılaştığımı hatırladım bir an. Ne kadar da çabuk unutmuşum. Bu anı kare kare görüntülemeyi başardım. Hayran hayran anne ve ikizlerini izlerken birden çobanın sesini duydum.

 

-          Doğurdu mu abi ikinciyi de ?

-          Doğurdu? Sen ne zaman geldin buraya, daha demin tepedeydin ?

 

Sadece güldü ve kuzularla ilgilenmeye başladı. Bu sırada babası da çıka geldi. Kuzulara şöyle bir baktı, bir iki dakika durdu  ve sürüye doğru yürüdü.  Bir koyunun daha doğurması lazımmış. Gidip ona bakması gerekiyormuş. Baba gittikten sonra çobanla sohbet ettik biraz. Adı Mehmet’miş. Dördüncü sınıfa gidecekmiş bu sene. “Çobanlığı çok sevmiyorum,  polis oalcağım “ dedi.  “Burada tek başına bu kadar koyunla nasıl baş ediyorsun”  soruma ise sadece küçümser bir bakışla gülerek yanıt verdi. Sonra kucağına aldığı kuzuya göstererek “Bu erkek, öteki ise kancık’dedi.

 

Kuzular süt emmeye çalışıyor ama bir türlü beceremiyorlardı. Mehmet aniden koyunu iki bacağından kavradı, kucakladı ve güreşte saltoya karşılık gelen bir hareketle koyunu hiç incetmeden yere serdi. Bir eliyle koyunu tutarken diğer eliyle de kuzulardan birini tutarak koyunun memesine yaklaştırıp emzirme öğretmeye başladı.  Sonra aynı işlemi öteki kuzu  için de yaptı. Kuzular kısa süre içinde emzirmeyi öğrenmişlerdi. İlk sütlerini emzirdikten sonra mehmet bana döndü ve “ Biz gidiyoruz” dedi. İki kuzunun da ön ayaklarından  tutup kaldırdı ve düştü yollara. Koyun da meleyerek peşlerinden gidiyordu. Mehmet ufukta yavaş yavaş yok olurken ben sanki bir masalın içindeymişim gibi bir his yaşadım birden.

 

Sonra 2500 yıllık Miletosun duvarlarından birinin üzerine oturarak düşünmeye başladım. Çocukluğu böyle bir ortamda geçmiş biri için bile bu olay olağanüstü geliyorsa işler pek yolunda gitmiyor olmalıydı. Bir tarafta Mehmet bir tarafta da güvenlikli sitelerin içindeki evlerinde bilgisayar başından kalkmayan çocuklar geldi aklıma. Bizimkiler playstation ve diğer bilgisayar oyunları içindeki sanal dünyada sanal olarak yaşarken, Mehmet dışarıda gerçek bir oyunun baş aktörlerinden biriydi. Biz 10 yaşındaki çocukları sitenin içindeki markete bile göndermeye korkarken, bu 10 yaşındaki çocuk dağlarda fink atıyordu. Bir taraftan okuyor  bir taraftan da farkında olmadan ülke ekonomisine bile bir katkı yapıyordu.. Yaşıtları koyun ve kuzuyu ancak belgesellerde görürken, bir koyunu doğurtmak onun için sıradan  bir işti sadece.

 

Çocuklarımız hızla doğadan kopuyor. Geçen hafa Mehmetle karşılaşınca bunu daha iyi anladım. Çocuklar bazen aileleriyle gittikleri ormanlardaki ağaçları, yaprakları ve dereleri yapay sanıyorlar ne yazık ki. Biz de çocuklarımızı hafta sonları doğaya götüreceğimize, içindeki tüm yeşilliklerin yapay olduğu  bir AVM yi tercih ediyoruz. Ya da televizyon başında aylak aylak uzanıyoruz. Sadece bizim çabamız da yetmiyor artık. Çocuklarımızın aldıkları eğitimde de doğa fazla bir yer kaplamıyor. Çocuklar kendi geleceklerine olan yatırımın aslında doğanın korunmasından geçtiğini öğrenemiyorlar. Bunu öğretmesi gerekenler de ne  yazık ki bunu bilmiyorlar. Bu yaz  Atlas Keşif  Kulübü’nün Menekşe Yaylası yürüyüşüne doğa aşığı bir çift,  üniversite aşamasına gelmiş kızlarını da getirmişlerdi.  Kızcağız doğadan nefret ettiğini söylüyordu açık açık. Telefon çekmemeye başladığında ise resmen bunalıma girdi. Yürüyüş boyunca gözü sürekli telefondaydı.  Hat geldiği zaman hemen birilerini aramaya çalışıyordu. Ne kadar da yalnızdı aslında.  Bir yanlış yaptığımız ortada. Bu yanlıştan dönemezsek eğer çok değil kısa bir süre içinde tüm doğal alanlarımızı kaybetme riski taşıyacağız.

 

Aklımıza şöyle bir soru gelebilir. Milletvekili veya bakan konumuna gelmiş vatandaşlarımız eğitimsiz mi ki doğanın katli yasalarını çıkarıyorlar. Onların başta  HES’ler olmak üzere diğer çevre konularındaki çığlıklara duyarsız kalmalarının nedeni biraz farklı. Doğanın bağrından geldiler ama hiç kimse onlara doğanın yaşamımız için ne kadar  önemli olduğunu anlatmadı. Böylece doğa onlar  için birkaç ağaç,  birkaç dere veya birkaç hayvandan ibaret oldu.  Bu nedenle doğanın katli emrini rahatlıkla verebiliyorlar. Tek tük de olsa aralarından çevreye duyarlı olanları da çıkıyor bazen ama onlar da kolaylıkla susturuluyorlar. Gelecek için ise biraz daha karamsarım. Çünkü gelecek kuşaklara doğa öğretilmeyeceği için doğayı hiç bilmeyecekler, tanımayacaklar. Doğa onlar için, içinde kertenkelelerin, yılanların veya  kurtların yaşadığı girilmemesi gereken korkunç alanlar olacak. Bu nedenle yönetici olduklarında doğayı tümden yok edecek kararlara, projelere acımasızca,  gözü kapalı imza atacaklar ne yazık ki.  Umarım bu ülkede yaşayanlar Mehmet gibilerini de yakında belgesellerde izlemek zorunda kalmaz. Çünkü  tarımın, hayvancılığın ve de Ülkemizin ayakta kalması Mehmet gibilerin sayısının azalmamasına bağlı biraz da.


Yazarın Diğer Yazıları

Su için yürüyoruz

Amerika’da 2014 yılında yapılan bir çalışmada dünyadaki tatlı su miktarının tüm suların sadece yüzde 2.5’u olduğunu söylüyor

Bir kanyon, Bir adam…….

Elini ilk sıktığımda bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. O gün Arapkir yaylalarında çamurla, yağmurla boğuşmuştuk.

Arapkir yaylalarında bir gün

Hava bir kapıyor bir açıyor. Kapadığında bardaktan değil kovadan boşalırcasına yağıyor yağmur