16 Eylül 2013

Sağlıklı ekonomik politika formasyon süreci

Bu yazı “Ekonominin Bugünkü Durumu ve Daha da Karanlık Yakın Geleceği” dizisinin 7’nci (son) bölümünü temsil ediyor. Daha önceki bölümler ekonominin çeşitli boyutlarının analizini yapmış, ülkenin bugün yaşamakta olduğu dış finansman bulma konusundaki güçlüklerin geçmişin yüksek hızlı büyüme politikasından kaynaklandığı, finansman kaynaklarının kalitesinin ne gibi bir evrimden geçmiş olduğu ve ekonomiyi ileride potansiyel olarak ne gibi problemlerin beklemekte olduğu gibi güncel ekonomik konuları incelemişti

Türkiye’nin ekonomik politikalar oluşturma sistemi

 

Bu yazı “Ekonominin Bugünkü Durumu ve Daha da Karanlık Yakın Geleceği” dizisinin 7’nci (son) bölümünü temsil ediyor. Daha önceki bölümler ekonominin çeşitli boyutlarının analizini yapmış, ülkenin bugün yaşamakta olduğu dış finansman bulma konusundaki güçlüklerin geçmişin yüksek hızlı büyüme politikasından kaynaklandığı, finansman kaynaklarının kalitesinin ne gibi bir evrimden geçmiş olduğu ve ekonomiyi ileride potansiyel olarak ne gibi problemlerin beklemekte olduğu gibi güncel ekonomik konuları incelemişti.

Bu yazı ise Türkiye’de uygulanan merkeziyetçi ekonomik politika formasyon sistemini eleştirecek, bu sistemin daha sağlam politikalar üretmesi için çoğulcu faktörleri içermesi gerektiğini savunacak ve böyle bir sistemin nasıl hayata getirilebileceğini tartışacak.  Benim görüşümce, tıpkı siyasi politika konularında olduğu gibi, ekonomik konularda da rasyonel ve sağlam prensiplere dayanan politikaların oluşmasını mümkün kılacak bir sistemin kurulabilmesi için gӧrüş çeşitliliğine ve veri zenginliğine ihtiyaç var.

Bir başka deyimle, başarı şansının olması için, ekonomik politika formasyon sürecinin de ‘çoğulcu’ unsurları içermesi gerekiyor.  Buna rağmen, Türkiye’de geleneksel olarak hükümetler, ekonomik politikaları akademik ve iş dünyası çevrelerinin girdilerini almadan, merkeziyetçi bir sistem çerçevesinde tek başlarına oluşturmuşlardır.  Ancak çoğulcu yerine merkeziyetçi bir yapıya dayanarak üretilen politikalar, görüş çeşitliliği ve veri zenginliğinin yarattığı olumlu faktörlerden faydalanmadığı için potansiyel olarak, eksik, çarpık ve tutarsız olan sonuçlar yaratabilir.  Bu konuyu birkaç örnek kullanarak açıklamaya çalışacağım.

 

İş dünyası kuruluşları da görüşlerini merkeziyetçi bir sistemle belirlemekteler

 

Anlaşıldığı kadarıyla, iş dünyasını temsil eden kurumlar da ekonomik politikalar hakkındaki görüşlerini hükümet gibi merkeziyetçi bir yapı kullanarak belirlemekte. Yani, değişik görüşlere açık olmamak, bu görüşleri değerlendirip en iyisini seçmek ya da değişik görüşlerin politikayı sağlamlaştıracak olumlu unsurlarını kullanarak bir sentez yapmama konusu hükümetin tekelinde olan bir uygulama değil.  Teşvik paketi konusunda vereceğim bir örnekle göstereceğim gibi, çok daha esnek olacağı düşünülen iş dünyasını temsil eden kurumlar da görüşlerini belirlerken, hükümetin yaptığı gibi sadece iç kaynaklarını kullanmayı tercih edebiliyor.  Hatta, ekonomik politikalar konusunda tutumlarını belirlerken, bu kurumlar aktif olarak farklı görüşlerin ortaya çıkmasını destekleyecek bir ortam yaratmayı bir yana bırakın, oluşturdukları farklı görüşlerini gönüllü olarak kendileriyle paylaşmak isteyenlere karşı katı ve kapalı zihinli bir yaklaşım sergileyebiliyor.

Bu davranışa örnek olarak cari açık problemini küçültmeyi hedefleyen teşvik paketi ile ilgili eleştirilerim ve cari açık için oluşturduğum alternatif yapısal bir çözüm önerim konularında TÜSİAD ile yaşadığım bir tecrübeyi paylaşacağım. TÜSİAD’ın tutumu, maalesef, hazırladığım detaylı analizlere dayanan 2 raporu inceleyip değerlendirmek yerine, “Biz bu konuda kararımızı verdik, sizin görüşünüzü duymak istemiyoruz” şeklinde oldu. Tabii bu tepki ekonomik politikalar konusunda değişik görüşleri aktif olarak ortaya çıkarmaya çalışmak yerine, herhangi bir ekonomik politikanın değişik bir çerçevede değerlendirilmesinin mümkün olup/olmadığı konusunda tamamen meraktan yoksun olan bir davranışı temsil ediyor.

 

Türkiye’de düzenlenen ekonomik konferanslar

 

Gelişmiş ülkelerde ekonomik politikaların tartışıldığı, bu konular hakkkında bilimsel fakir alışverişinin yapıldığı en yaygın platform, geleneksel olarak ekonomik konferanslar olur.  Türkiye’de de Forum İstanbul, Uludağ Zirvesi, Finans Zirvesi gibi konferanslar periyodik olarak düzenleniyor.  Ancak bu ‘konferanslar’ gelişmiş ülkelerdeki toplantılardan epey farklı oluyor. Konferansa davet edilenler, düzenlenen konferansların oturum konuları gibi özellikleri incelendiğinde, bu konferansların bilimsel analizlere dayanan görüş alışverişlerinin gerçekleşeceği, ekonomik konuların objektif ve kliniksel olarak inceleneceği ortamları yaratma niteliğinin olmadığı ortaya çıkıyor.

 

Konferans katılımcıları

 

Bu konferansların katılımcı listesinin çok yüksek oranını ekonomik yöneticiler, iş dünyasını temsil eden şahıs ve kurumlar (TÜSİAD, TİM, TOBB, YASED, İSO, vs.) oluşturuyor. Söz konusu katılımcı listelerinin yapısının görüş çeşitliliğini teşvik edici bir nitelikten yoksun olduğu bir gerçek.  Hükümeti temsil eden ekonomik yöneticilerin bu konferanslara katılması Türkiye gibi bir ülkede, ekonomik politikların eleştirilmesi için başlı başına bir engeli temsil ediyor.  Bir de katılımcıların hükümet yanlısı kurumların temsilcilerini ve şirketlerinin çıkarları açısından hükümeti aleni olarak eleştirmekten kaçınmaları gereken iş dünyasının üst yöneticilerini içerdiği hesaba katılırsa, bu konferansların ekonomik politikaların bilimsel, objektif ve kritik olarak incelendiği/eleştirildiği bir ortam yaratmasının zor olacağı gerçeği ortaya çıkıyor.  Bir de, örneğin, Uludağ Zirvesi gibi bir konferansın kısmen Bursa Valiliği’nin himayesi altında yapılması, herhalde bu konferansta hükümetin ekonomik politikalarının kritik olarak eleştirilmesine destek vermiyor.

Yukarıdaki katılımcı profili şu sorguyu tetikliyor: Acaba bu konferanslara ülkenin ekonomik politikalarıyla bilimsel bir analiz sonucu olarak görüş ayrılığı oluşturmuş olan şahıslar genellikle neden davet edilmiyor?  Yukarıda bahsettiğim katılımcılar arasında hükümet politikalarını kritik olarak eleştirmek isteyen çok sayıda kişi olabilir mi?

 

Konferansların oturum konuları

 

Ayrıca, tartışılan konular, somut ekonomik politikalar yerine, genellikle ekonomik/ampirik analizleri içermeyen, ‘fikir beyanlarının’ ötesine gitmeyen, suya-sabuna dokunmayan, içerik ve detaydan yoksun olan yuvarlak kelimeli şu gibi başlıkları içeriyor: ‘Küresel sistem tasarımında alternatif perspektif’, ‘Türkiye’nin 2023 hedefleri’, ‘Krizle yaşamak mı krizi aşmak mı?’, ‘Çıtayı zorlamak ve 2023’, ‘Yeni döneme damgasını vuracak trendler’, ‘Anadolu geleceğe nasıl hazırlanıyor?’...

Bu konferanslarda, hükümetin ekonomik politikaları ile çelişki içinde olabilecek sonuçlar ortaya çıkaracak bile olsa, ekonominin gerçeklerini, ekonomideki temel ilişkileri inceleyen, bilimsel analize dayanması/ampirik gerçekleri yansıtması şartıyla, şu gibi somut ekonomik sorulara cevap arayan oturumlar düzenlenmesi gerekir: ‘Neden ve ne gibi bir mekanizmayla Türkiye’nin büyüme politikası cari açık yaratıyor?’, ‘Teşvik paketi cari açığa bir çözüm getirebilir mi?’, ‘Cari açık problemi yapısal olarak nasıl çözülebilir?’, ‘Ekonominin kırılganlık noktaları nelerden oluşuyor ve bunlar nasıl çözülebilir?’, ‘Türkiye’nin büyüme politikası ne olmalı?’, Türkiye’nin küresel pazarlarda mukayeseli avantajı hangi alanlarda?’, ‘TCMB bağımsızlığını kaybediyor mu?’, ‘Türkiye niçin küresel doğrudan yatırımlardan payını alamıyor?’, ‘Ülkenin tasarruf oranı nasıl artırabilinir?’, ‘Türkiye’nin dış finansman için kullandığı kaynaklar niçin düşük kaliteli?’, ‘Türkiye dış finansman boyutlu olarak bir darboğaz yaşayabilir mi?’, ‘Türkiye’nin mali disiplini olduğu ne derecede doğru?’…

 

Bilimsel konferanslar ve sağlıklı ekonomik politikaların oluşturulması

 

Tabii bu konuların tartışılması hükümetin hoşlanmayacağı cevapları su yüzüne çıkarabileceği için, söz konusu konular ne gündeme konuluyor, ne de bu konular hakkında konuşma ihtimali olanlar bu ‘şölenlere’ davet ediliyor. Ama bu konferansların gayesi ekonominin bilimsel seviyede ve objektif olarak tartışılıp çözüm önerilerinin oluşturulması mı olmalı, yoksa herkesin birbirini alkışlayıp, arkalarını sıvazlayıp, tebrik ettiği sosyal bir ortam yaratmak mı olmalı?  Düzenlenen konferanslar gerçek anlamıyla bilimsel olan forumları temsil etmediğine göre, örneğin, ihracatın rekor kırması ile övünülürken, ithalatın daha da büyük olan rekorlara imza atmakta olduğu tartışılmıyorsa,  gerçekleri yansıtmayan “10 yılda kişi başına milli gelir 3 kat arttı” gibi ‘istatiki şehir efsaneleri’ dile getirildiğinde, bu görüşün doğru olmadığı tepkisini tetiklemiyorsa, ‘TCMB’nin rezervleri rekor bir seviyeye ulaştı’ gibi övünç dolu ifadelerin (net yerine brüt rezervlerden bahsedildiği için) doğruluğu sorgulanmıyorsa, karşıt görüşlerin ifade edilebilmesi sonucu olarak sağlıklı bir tartışma ortamı yaratılmıyorsa, bu konferansların ekonomi için doğru ekonomik politikların oluşturulmasına bir katkıda bulunması mümkün olabilir mi?

Günün sonunda cevaplanması gereken soru şu oluyor:  Bu konferanslar görüş çeşitliliğinin ve veri zenginliğinin oluşmasını teşvik eden bir niteliğe sahip mi? Bir başka deyimle bu konferanslar kanalıyla ekonomik politikaların formasyon sürecinde ‘çoğulculuk’ unsurlarının dahil edilmesi mümkün oluyor mu?  Bu sorunun cevabı benim görüşümce ‘hayır’. Dolayısıyla, bu konferanslar sağlıklı, rasyonel, ekonomiye fayda sağlayabilecek politikaların belirlenmesine bir katkıda bulunamaz.

ABD ve diğer gelişmiş ülkelerde hem ekonomik konferansların niteliği bilimsel olur hem de bu ülkeler ekonomik politika formasyon sürecinin sağlıklı olmasını mümkün kılacak olan ek platformları hayata geçirirler (Örneğin, ABD’de Ekonomik Danışma Konseyi ve Milli Ekonomi Konseyi).  Benim görüşümce sağlıklı ekonomik politikaların hayata geçmesi için Türkiye’nin de hem gerçekten bilimsel analizlerin yapıldığı konferanslara hem de ABD Ekonomik Danışma Konseyi benzeri kurumlara ihtiyacı var.

 

Ekonomik Danışmanlar Konseyi

 

Yukarıda belirtildiği gibi, ABD’de her başkan bir ‘Ekonomik Danışmanlar Konseyi’ (EDK) oluşturur.  Bu konsey üyeleri genellikle akademisyenler olur. Üniversiteler, öğretim üyelerinden birisinin bu konseye atanmasından gurur duyup, söz konusu öğretim üyelerine bu görev için gereken izni verir. Konsey üyeleri, 2-3 yıl bu görevi yaptıktan sonra üniversitelerine döner. Bu konsey üyelerinin görüş ve tavsiyeleri siyasi değil de bilimsel olduğu için üyelerin mutlaka başkanın partisinden olmaları şartı da olmaz. Tabii ki bu üyeler ‘ekonomik danışman’ oldukları için yürütme organının bir parçası olarak düşünülmezler.

Görevleri sadece ‘danışmanlık’ olduğu için başkanın önerilen politikaları, ifade edilen görüşleri uygulama zorunluluğu olmaz. Uygulanacak politikalar başkan ve kabinesinde ekonomiden sorumlu bakanlar tarafından belirlenir. Tabii konsey üyeleri, ekonomik konularda önemli bilimsel araştırmalar yapmış şahıslardan oluştuğu için, ekonomik politikaların formasyonunda bu üyelerin görüşleri dikkatle incelenir, analizlerinin detaylarına bakılır.

Bence Türkiye de ekonomik politikaların ‘çoğulcu’ olması konusunda hem şölen yerine gerçekten bilimsel olan konferanslar düzenlemeli hem de ‘danışmanlık konseyi’ benzeri bilimsel ekonomik analizler yapabilecek kurumlar oluşturmalı.  Dünyada saygı gören epey sayılı Türk öğretim üyeleri, IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kurumlarda çalışan Türk ekonomistler var. Ayrıca iş dünyasında, konuları objektif, bağımsız, analizler çerçevesinde inceleme yeteneği olan halen görevli ve emekli olmuş şahıslar da mevcut. Dolayısıyla, yapılması gereken, bu gruplardaki şahısların katılabilecekleri, ekonomik politikalara katkı yapabilecekleri platformları oluşturmak oluyor. Bu tip kurumların hayata geçirilmesi ekonomik politikalar formasyon sürecinden bilimsel perspektifin de temsil edilmesi anlamına geleceği için, oluşturulacak ekonomik politikaların daha sağlıklı olacağından ve daha sağlam bir temele dayanacağından şüphem yok.

Eğer, böyle bir sistem hayatta olmuş olsaydı, azınlıkta da olsalar, örneğin, yıllardır büyüme hızının yarattığı cari açık durumunun ekonomide ne derecede tehlike yaratmakta olduğu ve bu açığın sağlıksız kaynaklarla finanse edilmekte olduğu uyarılarının duyulması mümkün olur ve bu konuda sağlıklı bir tartışma ortamı yaratılabilirdi.  Ancak böyle bir platformun olmaması, örneğin, 2011’de yüzde 8.5 büyüme hızı ile dünyanın 2’nci hızlı büyüyen ekonomisi olmamız medya ve iş dünyasında bir övünç kaynağı olarak değerlendirilmişti.  Ancak, azınlıkta olan bir grup ekonomistin bu büyümenin yarattığı cari açık boyutlu tehlikeden duydukları endişeleri ifade edebilecekleri, yapacakları uyarılarını duyurabilecekleri bir iletişim kanalı olmamıştı.  Medya, iş dünyası kuruluşları, hükümet üyeleri, neredeyse tüm köşe yazarları bu başarıyı kutlamakta olduğu için, bu azınlığın uyarılarına yer vermemişti. Ancak bu uyarıların ifade edilebileceği bilimsel konferanslar ve saygı duyulan akademisyenlerin üyesi olduğu EDK gibi kuruluşlar hayatta olsaydı, sanırım bu yüksek büyüme hızının sağlıklı olup olmadığının tartışılması mümkün olabilirdi.  

EDK benzeri kuruluşların ve bilimsel nitelikli ekonomik konferansların var olması, bir tartışma ortamı yaratabilir ve ekonomik politika formasyon sürecinin bu tartışmaların su yüzüne çıkaracağı görüş çeşitliliğinden faydalanmasını mümkün kılabilirdi. Tabii bu durum sadece cari açık konusu için değil de yukarıda bahsedilen ‘Türkiye’nin ne gibi bir büyüme politikası uygulamasının doğru olacağı’, ‘Ekonomik yapının neden büyüme ile cari açık arasında direkt bir ilişki yarattığı’, ‘Ülkenin mukayeseli avantajı olan alanların neler olduğu’ ve diğer ekonomik konularda oluşturulması gereken politikalar için de geçerli olurdu.

 

Milli Ekonomi Konseyi

 

ABD’de ayrıca bir de 1993’te kurulmuş olan Milli Ekonomi Konseyi var (MEK).  MEK, siyasal sistemin yürütme organında ekonomik politika ile ilgili bölümlerin başkanlarından oluşur. Bu kurumun görevi, ekonomik politikalar arasında eşgüdüm sağlamak, bu politikaların başkanın ekonomik ajandası ile uyumlu olduğunu kontrol etmek ve ekonomik politikaların uygulandığını denetlemek olarak özetlenebilir.  Bu kurumun başkanı genellikle iş dünyasında başarılı olmuş şahıslar arasından seçilir.  Dolayısıyla, EDK akademik bilimsel analize dayanan görüşlerin, MEK ise hükümet ekonomi yönetici ve iş dünyasının görüşlerinin ifade edildiği bir forum oluşturuyor. MEK başkanı da genellikle EDK’nın başkanı ve üyeleri gibi 2-3 sene bu görevde kalır.  Her 2 kurumun başkanı ve EDK üyelerinin görev süreleri kanun ve kurallarla belirlenmez. Ancak sürenin pratikte 2-3 seneyi aşmamasının ana hedefi, bilhassa EDK üyelerinin akademik kariyerlerini bir süre için kenara bırakıp ülkelerine hizmet vermelerini mümkün kılması oluyor. Aynı zamanda görev süresinin pratikte 2-3 seneyi kapsaması, bu görevin bir kariyer haline gelmesini önlemiş ve ekonomik politika oluşumunda devamlı bir kan değişikliğinin gerçekleşmesini sağlamış oluyor.

 

Ekonomik politikaların çoğulculuk unsurlarını içermesinin faydası: Teşvik paketi örneği

 

Çoğulculuk prensibinin ekonomik politika formasyonunda sağlayabileceği faydaları teşvik paketi örneği ile açıklamak istiyorum. Bildiğiniz gibi birinci gayesi cari açık problemine yapısal çözüm getirmek, ikinci derecedeki gayesi ise bölgeler arasındaki ekonomik eşitsizliği azaltmak olan teşvik paketi, Haziran 2012’de uygulamaya sokuldu. Bu paket, Türkiye’de ender görülen bir görüş birliği ile, neredeyse tüm şirketler ve iş dünyası kuruluşları tarafından destek görmesine rağmen, aradan 15 ay geçtiği halde görüldüğü kadarıyla her iki konuda da başarı yaratmadı.

Temeli ithal edilen (bilhassa ara malı) ürünlerin ülke içinde üretilmesi olan bu plan, ithal edilen malları üretecek yerli şirketlere sübvansiyon verilmesini öngörüyor. Yani program, cari açık problemini denklemin ithalat kalemini azaltarak çözmeyi hedefliyor. Bu plan konusunda hükümet, iş dünyası kurumlarının görüşlerini aldı.  Ancak bildiğim kadarıyla, hükümet de görüşleri sorulan iş dünyası kurumları da bu paket hakkında akademik araştırma perspektifini dahil etmeye teşebbüs etti (benim bu konuyla ilgili aşağıda bahsedeceğim kişisel bir tecrübem oldu).  Bildiğim kadarıyla, iş dünyası kuruluşları plan ile ilgili görüşlerini belirlerken kurum içi kaynakları kullanmakla yetindi.  Örneğin, akademik analize dayanarak bu ‘yapısal çözüm paketi’ hakkındaki eleştirilerimi ve oluşturduğum alternatif yapısal bir çözüm önerisini gönüllü olarak saygı duyulan bir kurum aracılığıyla iş dünyasıyla paylaşmak istediğimde, karşılığında hiçbir danışmanlık ücreti beklememe rağmen, bu teklifim kabul edilmemişti.

Bu konuda yanılıyor olabilirim; belki de hem hükümet hem de iş dünyası kuruluşları teşvik paketini akademik girdileri kullanarak oluşturdular.  Eğer durum buysa, o zaman maalesef ya akademisyenlerin görüşleri duyuldu ama dinlenmedi ya da kullanılan akademik kaynaklar planı değerlendirebilecek bir yeterlilikte değildi.  Çünkü, teşvik paketini inceledikten sonra, söz konusu programın çok büyük boyutlu hataları/eksiklikleri/çarpıklıkları olduğu sonucuna vardım. Burada, çok kısa olarak bunlardan bahsedeceğim. Bu konuda daha detaylı olarak açıkladığım görüşlerimi şu linkte okuyabilirsiniz:  http://t24.com.tr/yazi/tesvik-paketi-cari-acik-problemini-cozemez/6297  

Bir ithalat-ikamesi politikasını temsil eden bu program hakkındaki eleştirilerimi şöyle özetleyebilirim: 1- Program en fazla ‘geçici’ olan ve devamlı olarak yenilenmesi gereken bir ‘çözümü’ temsil ediyor. Geçici bir çözüm ‘yapısal’ olarak tanımlanamaz. 2- Söz konusu paketin devamlı olarak yenilenmesi gerekmesine ek olarak, benim görüşümce, potansiyel olarak, verilecek sübvansiyonların zaman içinde gittikçe artırılması, buna rağmen, paketin cari açığın azalması boyutlu faydalarının gittikçe küçülmesi ihtimali yüksek. 3- Programın Türkiye’nin mukayeseli avantajı olmayan ürünleri, mukayeseli avantajı olan ürünler haline getirmesi mümkün değil. 4- Teşvik paketinin kullandığı mekanizma ithal ürünlerinin Türkiye’de üretilmesi için sübvansiyon verilmesini içeriyor.  Ancak, piyasa ekonomilerinin en önemli üstünlüğü ekonomik kaynaklarının optimal bir şekilde relatif fiyat mekanizması yöntemiyle dağıtılması olur. Sübvansiyonlar, relatif fiyatlara müdaheleyi temsil ettiği için ekonomide kaynak dağılımının randımanlı bir şekilde gerçekleşmesini engeller. 5- Program bir fayda-maliyet analizini içermiyor: Örneğin, cari açığın senede 1 dolar azaltılmasının ekonomiye yüklediği 1 dolarlık sübvansiyon boyutlu maliyete değip/değmediğini inceleyen bir analizi içermiyor. 6- Program bir ‘battaniye sübvansiyon politikasını’ içerdiği için sadece ülkenin karşılaştırmalı avantajı olma ihtimali olan ürünlerin yerli pazarlarda üretilmesini desteklemek yerine, tüm ithal ürünlerinin yerli üretimini desteklediği için, en azından bazı ürünler konusunda ülke kaynaklarının çarçur edilmesini temsil ediyor.

Türkiye’nin büyük şirketlerinin genel müdürleri ile yaptığım görüşmelerde aldığım izlenim, 15 aydır yürürlükte olmasına rağmen, teşvik paketinin cari açığın azalması açısından önemli bir etkisi olmamış olduğu şeklinde.  Programın ikinci hedefinde de (bölgesel ekonomik eşitsizliği daraltmak) başarısız olduğunu 20 Ağustos tarihli Dünya gazetesinde yer alan ‘Teşvikte Aslan Payı Gelişmiş İllerin’ başlıklı haberde şu cümleler ifade ediyor: “Yeni teşvik sisteminin 1 yıllık döneminde, en gelişmiş illerin yatırımlardan aldığı pay daha da arttı... En gelişmiş 8 il (1. bölge), düzenlenen teşvik belgelerinin yüzde 36’sını, yatırım tutarının yüzde 42.4’ünü, istihdamın yüzde 38.4’ünü aldı.” Bir de şu hususun belirtilmesi gerekiyor: Ekonomi Bakanı “yatırımlarda patlama yaşandığı” şeklinde bir beyanat verdi.  Ancak söz konusu ‘patlama’ yatırımlarda değil de teşvik belgelerindeki artışlarla ilgili. Alınmış olan belgelerin yatırıma dönüşeceğinin bir garantisi yok.

 

Cari açık probleminin çözümü için alternatif yapısal bir öneri

 

Sadece eleştirilere inanmayan, eleştirilere ek olarak ekonomik politikaları eleştirenlerin alternatif önerileri de oluşturma sorumluluğu olduğunu düşünen birisi olarak, teşvik paketi eleştiri raporumu yazdıktan sonra, cari açık problemi için alternatif yapısal bir öneri oluşturdum. Ana teması ülkenin mukayeseli avantajı olan sektörleri belirleyip, bu sektörlerin ürünlerinin ihracatının desteklenmesi için fiyat mekanizmasına müdahele yerine, gereken altyapı yatırımların yapılmasını savunan bu önerimin detaylarını şu linkte bulabilirsiniz: http://t24.com.tr/yazi/cari-acik-problemine-yapisal-bir-cozum-onerisi/6305

Önerimin ana noktaları şu şekilde özetlenebilir: 1- Türkiye’nin 4 alanda mukayeseli avantajı olduğu görüşündeyim: Tarım, lojistik, yüksek katma değerli ürünler ve turizm.  2- Teşvik paketi cari açık sorununa bir çözüm getirse bile yukarıda bu çözümün hem geçici hem de zaman içinde maliyetinin artıp, faydalarının azalacak niteliğinin olduğunu ifade etmiştim. Türkiye’nin bu sektörlerdeki mukayeseli avantajı ‘geçici’ olmak yerine ‘kalıcı’ nitelikte olduğu için, önerimin cari açığa kalıcı bir çözümü temsil ettiğine inanıyorum. 3- Söz konusu sektörler bugünün ihraç kalemlerinin tersine çok düşük seviyede ara malı ithalatını gerektirdiği için önerdiğim program cari açığı kalıcı olarak çözmekle kalmıyor, açık denkleminin hem ihracat kalemini artıracağı hem de ithalat değişkenini azaltacağı için – başarılı olsa bile sadece ithalat değişkenine odaklanan - teşvik paketine oranla, cari açıkta çok daha önemli boyutlu bir küçülme yaratma ihtimali yüksek. 4- Söz konusu ürünlere talep kalıcı olmanın ötesinde, bu ürünlere olan küresel talep zaman içinde daha da artacak nitelikte. 5- İleride daha da sık olarak yaşanacağına inandığım küresel krizlerin bu ürünlere etkisi çok sınırlı olacağı için (gelir esnekliği düşük olan ürünler), söz konusu ürünler bu krizlere karşı ekonomi için tabii bir savunma mekanizması oluşturmuş oluyor.  6- Destek politikası, zaten devlet tarafından yapılması gereken altyapı yatırımlarını içerdiği için, relatif fiyat mekanizmasına müdahale edip kaynak dağılımını olumsuz olarak etkilemiyor.

 

Teşvik paketi eleştirileri ve alternatif yapısal cari açık çözüm önerisi:

 

Her iki konudaki raporlarımı iş dünyasının önemli isimleri, akademisyenler ve geçmişte ekonomik politikadan sorumlu olmuş olan ekonomik yöneticiler ile uzun süren birebir toplantılarda tartıştım. Genellikle aldığım geri bildirim çok olumluydu. TÜSİAD’a, iki raporumu da içeren bir sunum yapmayı, eleştirilerimi ve önerimi birebir yerine, görüş alışverişinin gerçekleşeceği bir toplantı ortamında iş dünyasının temsilcileri ile paylaşmayı önerdim.  Bu önerim reddedildi.  Açıkçası, politik nedenlerle hükümetin görüşlerime (bilimsel olmasına rağmen) sıcak olarak bakmayacağı ihtimalinin oldukça yüksek olduğunu düşünmüştüm.  Ama iş dünyasının saygı duyulan kuruluşlarından birisi olan TÜSİAD’ın bu derecede kapalı zihinli olacağını düşünmemiştim.

Sunum yapma teklifimin 2 gayesi vardı: 1- Bu organizasyon aracılığıyla, iş dünyasının neredeyse oybirliği ile desteklediği bu paketin neden fayda yerine zarar yaratacağını tartışmak. Aynı zamanda çok daha üstün olduğunu düşündüğüm, oluşturduğum alternatif yaklaşımın detaylarını açıklayarak cari açık probleminin çözümüne bir katkıda bulunmak. 2- Bir akademisyen olduğum için belki de bu 2 raporun iş dünyası gerçeklerinin tümünü yansıtmama olasılığı olduğu için, görüşlerimde eksiklikler/hatalar varsa bunları öğrenip, her 2 raporumu da daha faydalı olabilecek şekilde geliştirmek.

Özet olarak, TÜSİAD’ın teşvik paketine tutumunun ne olması gerektiğini belirleme görevi olan şahıs ne benimle birebir görüşmek, ne de raporlarımı okumak istedi.  Bu tepkiye şaşırmadığımı söyleyemem.  Açıkçası, iş dünyasının önemli kuruluşlarından birisinin bir ekonomik politika hakkında kurumun görüşlerini belirlerken, aktif olarak, çeşitli görüşlerin ortaya çıkacağı bir ortam yaratmak istememesinin ötesinde, gönüllü olarak paket ile ilgili eleştirilerini ve alternatif bir önerisini açıklamak isteyen (muhtemelen akademik kredibilitesi olan) birisinin söyleyeceklerinin ne olabileceği konusunda merak bile duymayacağını beklemiyordum.  Kurumun teşvik paketi ile ilgili rapor hazırlama görevi olan bu şahıs benimle direkt olarak görüşmek yerine, görüşlerimi kendisine aktarmaları için kurumda görevli olan 2 kişinin benimle buluşmasını istedi. İkinci elden olduğu için eleştirilerimin/önerimin ne derecede doğru olarak yansıtıldığını tabii ki bilemem. Bu sürecin sonunda bana şu cevap iletildi: “Biz bu konuda kararımızı verdik. Bu nedenle sizin bir sunum yapmanıza gerek yok. Eğer, fikrimizi değiştirirsek size haber veririz.”

Buna İngilizce’de “Siz bizi aramayın, gerekirse biz sizi ararız” derler ve genellikle böyle bir konuşma alışverişine iş arayan birisi muhattap olur.

Eğer, söz konusu şahsın hiç olmazsa bir merak hissi olsa, belki de ülkenin kaynaklarını çarçur ettiğinden emin olduğum bu programın başarılı olacağı hakkında şüphelerimi paylaşacak, bu şüpheler, belki de ekonomik yöneticiler ve çeşitli kuruluşlarla bir tartışma ortamı yaratarak ‘çoğulculuk’, ‘görüş çeşitliliği’ presiplerinin cari açığa çözüm programında yansıtılmasını mümkün kılıp, bu konuda başarı şansı daha yüksek olan bir programın hayata geçmesini sağlayabilecekti. Sonuç olarak, hükümetin merkeziyetçi ekonomi politika formasyon sistemi, TÜSİAD gibi kurumların da merkeziyetçi olan sistemleriyle bir araya geldi ve benim görüşümce ülke kaynaklarını çarçur eden, ekonomide çarpıklıklar yaratan, cari açığa bir etkisi olmayacak olan yüksek maliyetli bir ekonomik politika yürürlüğe girdi.

Ama, anladığım kadarıyla TÜSİAD’ı temsil eden bu şahıs için önemli olan, konu hakkında değişik görüşlerin olabileceğini düşünüp, bu görüşlere merak göstermek, gerçeklere ulaşılma ihtimalinin en yüksek olduğu bir yaklaşım arayışı içinde olmak yerine, hazırlamış olduğu raporu, vardığı sonucu revize eden yeni bir rapor hazırlamanın içereceği ek zahmete katlanmamak istemesi.

Teşvik paketini, ekonomik politika formasyon sürecinin ‘çoğulcu’ unsurları içermemesinin yarattığı hasar konusunda sadece bir örnek olarak kulandım.  Yazımın başında belirttiğim gibi ‘Büyüme politikası’, ‘Ülkenin karşılaştırmalı avantajları olan ürünlerin belirlenmesi’, ‘Dış finansman kırılganlığı’, ‘Tasarruflar’, ‘Sermaye piyasalarının geliştirilmesi’ gibi çok sayılı ekonomik politika konularının formasyonunda da  ‘çoğulculuk’ prensiplerinin yansıtılmasını mümkün kılabilecek (bilimsel içerikli ekonomik konferanslar, Ekonomik Danışma Konseyi gibi) platformların olmamasının, ekonomide önemli dereceli hasarlar yarattığından şüphem yok.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Yunanistan'ı kurtarma paketi doğmadan ölebilir

Yunanistan, onur kırıcı şartları kabul ettikten sonra bile sadece ve geçici olarak ‘direkten dönmüş’ olacak

Türkiye AB'ye 'Evet'; Avro'ya 'Hayır' demeli

'Ҫılgınlığın bir tanımı, aynı şeyleri yapmaya rağmen, değişik sonuҫlar beklemektir'

Avro sisteminin ҫökecek olması: Kültürel faktörler

Avrupalı olma kavramı, Amerikalı olma kavramına kıyasla pamuk ipliği kuvvetindedir