15 Ağustos 2013

Geçmiş dönem politikalarının bugün uygulanması geçmişin sonuçlarını yaratır mı?

Bugünün küresel ortamında tüm ekonomilerde bir kısmı birbiriyle aynı, bir kısmı belirli bir ülkeye, ya da ülke grubuna özgü olan olumsuz şartlar ön plâna çıkmış durumda

 

Küresel belirsizlikler ekonominin geleceğini nasıl etkiler?

Bir önceki bölümde bugün ekonominin içinde bulduğu güç şartların kısmen ekonomi için belirlenen bazı çok önemli hedefler arasında çelişkiler olmasının sorumlu olduğunu açıklamıştım. Benim görüşümce, ekonomi ile ilgili bir başka sorun, geçmişte uygulanan politikaların bugün de uygulanması durumunda geçmişteki sonuçları yaratacağı varsayım tarafından yaratılmakta.  Eğer bugünkü küresel konjonktür tutsat krizi öncesi konjonktürden farklı olmasaydı bu varsayım nispeten zararsız olurdu.  Ancak, düşük volatilite, yüksek üretkenlik ve büyüme hızı, ve riske karşı iştahlı bir davranış gibi olumlu faktörlerin hakim olduğu tutsat krizi öncesi ortam bugün 180 derecelik bir yön değişimi yapmış vaziyette.  Bugünün küresel ortamında tüm ekonomilerde bir kısmı birbiriyle aynı, bir kısmı belirli bir ülkeye, ya da ülke grubuna özgü olan olumsuz şartlar ön plâna çıkmış durumda. Ekonomik koşulların böylesine değişmiş olduğu bir ortamda geçmişteki ekonomik politikaların bugün uygulanmasının, geçmişteki sonuçları yaratacağını düşünmek doğru olmaz.

 

Tutsat krizi öncesi ve sonrasının ekonomik konjonktürü

 

Tüm ekonomilerde ortak olan faktörlerden birisi yatırımcıların ve şirketlerin riske karşı davranışlarının değişmiş olması.  Geçmişin aksine, bugün riske olan iştah neredeyse tamamen kurumuş durumda.  Bir başka önemli ortak faktör ise büyüme konusunda yaşanıyor. Tutsat krizi öncesi döneminde olduğu gibi, bugün de gelişen ülkeler, gelişmiş ülkelerden daha hızlı olarak büyümekteler. Ancak her iki grubun büyüme hızında da kriz sonrası dönemde önemli dereceli düşüşler yaşandı. Nitekim, kriz sonrası dönemde bazı gelişmiş ülkelerin ekonomileri büyüme yerine daraldı (örneğin, önemli sayıda Avro bölgesi ülkeleri).  

Gelişmiş ülkelerin işsizlik problemleri de var.  Nitekim İspanya, Yunanistan gibi ülkelerde işsizlik oranı, astronomik bir rakam olan yüzde  25 civarında.  Bu kadar yüksek derecede olmamasına rağmen, diğer gelişmiş ülkeler de işsizlik hastalığına yakalanmış durumda.  Örneğin, ABD’nin işsizlik oranı yukardaki iki ülkenin seviyesinde olmamasına rağmen, bu oran geçmişte bu kadar uzun süreli ve bu derecede yüksek olmamıştı. Tabii ki, büyük depresyon gibi dönemlerde işsizlik şimdiki seviyesinden çok daha yüksekti, ama süresi bu kadar uzun olmamıştı.

Gelişen ülkeler de çeşitli problemler yaşamakta. Büyüme, gelişmiş ülkelere oranla daha sağlıklı olmasına rağmen, geçmişteki seviyelerden epey düşük olarak gerçekleşmekte. Ayrıca, bu ülkelerin çoğunun, küresel risk iştahının dramatik şekilde azalmış olması nedeniyle, dış finansman bulma problemleri de var.  Bu ülkeler ayrıca faizlerin, bilhassa kurların volatilitesinin yükselmiş olduğu bir ortamda faaliyet göstermek zorundalar.

 

Küresel belirsizlikler

 

Tutsat krizi sonrası ortamı için şu iki hususun çok önemli olduğunu söyleyebiliriz: 1. Bu krizin etkileri hala devam etmekte, yani gelişmiş ülkeler olsun, gelişen ülkeler olsun, aradan 5-6 yıl geçmiş olmasına rağmen, tutsat krizinin etkilerini henüz üzerlerinden atabilmiş değiller. 2. Bugünün dünyasında hakim olan en önemli faktörün küresel belirsizlikler olduğu söylenebilir.  Aşağıda bu belirsizliklerin şirket ve finansal yatırıcılar seviyesindeki göstergelerini inceleyeceğiz. 

Belki de belirsizlikler listesinin başında Avro bölgesi ülkelerinin bazılarında yaşanan borç kaynaklı çok büyük boyutlu problemler geliyor. Benim görüşümce bu problemler Avro sisteminin kuruluşunda yapılmış olunan dizayn hatalarından kaynaklanıyor.  Bu problemlerin tutsat krizi öncesi değil de, kriz sonrası dönemde ortaya çıkmış olması sürpriz olarak görülmemeli. Bir önceki bölümde başka bir konu çerçevesinde belirtildiği gibi, bir sistemde dizayn hataları varsa, bu dizayn hataları ekonomik koşulların olumlu olduğu ortamlarda değil de, ekonomilerin olumsuz şartlar altında faaliyet gösterdiği dönemlerde ortaya çıkar. Avro bölgesi problemlerini daha önce iki yazımda açıklamıştım:

 http://t24.com.tr/yazı/avro-problemleri-nedenler-maliyet-kriz-potansiyeli-1/6138  ve  http://t24.com.tr/yazı/avro-problemleri-küresel-belirsizlikler-ve-olası-bir-krizin-türkiyeye-etkileri-2/6160

Tüm ekonomilerin etkilendiği bir başka belirsizlik kaynağı ise Fed’in kriz sonrası uygulamaya başladığı geniş para politikasını ne zaman son vereceği, hatta piyasalardan para çekmeye başlayacağı konusu yaratmakta. Bir gün Fed’in bunu yapacağı biliniyordu, ama genişleme işlemlerinin durdurulmasının ve bu işlemlere son verildikten sonra Fed’in parasal sıkılaştırma işlemlerini başlatmasının zamanlamasının bilinmemesinin bile önemli bir belirsizlik kaynağı yaratmakta olması, bugünün ekonomik konjonktürünün yatırımcıları ne derecede ürkek hale getirmiş olduğunun bir göstergesi oluyor.

Fed kaynaklı belirsizlikler en çok Türkiye gibi gelişen ülkeleri etkilemekte. İki yazı öncesi döviz değerlerinde ve faizlerde son gelişmeleri tartışırken bu konuya değinmiş ve bilhassa Türkiye’de 2 ay gibi kısa zamanda faiz, borsa ve döviz değerlerinin ‘surreal’ (gerçeküstü) derecede değişmiş olduğunu görmüştük.

 

Geçmişteki uygulamaların bugün tekrarlanması

 

Konjonktürün tamamen değişmiş olduğu bir ortamda, geçmişte uygulanan politikaların bugün tekrarlanmasının geçmişteki sonuçları yaratması beklenemez.  Aksini düşünmek, bir veri noktası ile bir çizginin denklemini belirlemeye çalışmak olur (bir çizgi çizebilmemiz için en az iki noktaya ihtiyaç olunduğunu biliyoruz).  Bence, Başbakan geriye bakıyor, ve kendisine şu soruyu soruyor: Geçmişte ekonomi ‘başarılı oldu’, bu başarının formülü neydi?  

Sanıyorum, bu soruyu şu şekilde cevaplıyor: ekonominin hızlı büyümüş olması.  Bu dizinin ikinci bölümünde büyüme politikasının sağlıksız olması ve sürdürülebilir nitelikli olmamasının yarattığı olumsuz sonuçları açıklamıştık. Türkiye’nin geçmişte yüksek hızla büyümesinin ihracat/ithalat ilişkisi sabit kalsa bile, başlı-başına cari açığı artıran niteliği olduğunu göstermiştik. Ayrıca, bu durum ‘mümkün olduğu kadar hızlı büyüme politikasının’ ihracat/ithalat ilişkisini başlı-başına bozan niteliğinin olması ile birleştirildiğinde, cari açığın gittikçe artması sonucunu yaratmış olduğunu görmüştük.  Tabii ki gittikçe artan cari açık, gittikçe artan finansman ihtiyacının olacağı anlamına gelir. Bu durum, bir noktada ülkenin dış finansman ihtiyacını sağlıklı kaynaklarla karşılayamama durumunu yarattı ve ülkeyi çeşitli nedenlerle tehlikeli olan kısa vadeli kaynaklar kullanma durumuna düşürdü.

Şimdilik büyümenin başarılı olmuş olduğunu farz edelim.  Ancak, bu ‘başarıdan’ önemli derecede sorumlu olan bir faktör, yukarda tartışılan küresel “ekonomik lâle devrinin” çok olumlu  ekonomik koşullarından Türkiye’nin de payını alabilmiş olmasıydı. Küresel olumlu faktörlere ek olarak ekonomin geçmiş dönemdeki ‘başarısından’ sorumlu olan iki olumlu faktör daha var: 1. ekonominin, Derviş döneminin finansal sektör reformlarının meyvesinden faydalanma şansının olması.  2. Özelleştirilecek şirket sayısının yüksek olması ve bu satışların geçmişte önemli boyutlu finansman kaynağı yaratması.

 

Küresel belirsizliklerin finansal yatırımcılara etkisi

 

Ancak bugünün dünyasında ekonomik şartların çok daha değişik olduğu bir gerçek.  Belirsizliklerin hakim olduğu bugünün dünyasında  hem şirketler yatırım yapmaktan kaçınıyor, hem de uzun vadeli finansal yatırımcılar finansman sağlamaktan çekiniyor.  2 ay kadar önce 10 yıl vadeli hazine tahvillerinin ABD’de yüzde  1.5, Japonya’da yüzde  0.83, Almanya’da yüzde  1.3, vs. olması finansal yatırımcıların riske olan iştahlarının önemli derecede azalmış olmasının bir göstergesi oluyor. 

Gelişmiş ülke enflasyon beklentilerinin yüzde  2 civarında olduğunu varsayarsak, bu demek oluyor ki yukardaki faiz oranları finansal yatırımcıların, 10 yıl gibi uzun vadeli yatırımlardan bile eksi reel getiriye razı olduklarını gösteriyor.  Finansta bu durum risk iştahının kurumuş olması ya da yatırımcıların ‘emin liman arayışında’ oldukları olarak tanımlanır. Yani yatırımcılar faizleri böylesine düşük seviyede belirlemekle şunu ifade etmiş oluyorlar: “eksi getiriye razıyım, yeter ki büyük çaplı kayıplarım olmasın”.

 

Küresel belirsizliklerin şirketlere etkisi

 

Şirketler de finansal yatırımcılara benzeyen bir davranış sergilemekteler:  ABD şirketlerinin rekor kâr ve nakit fazlaları var. Ayrıca, bankalar düşük riskli şirketlere borç almaları için neredeyse yalvarmaktalar. Bu nedenlerle düşük riskli şirketlerin kredi maliyetleri (prime rate) yüzde  3 gibi çok düşük seviyede.  Bütün bunlara rağmen, şirketler fabrika, vs. gibi reel sektör yatırımlarını yapmak istemiyor.  

Nitekim 5-6 ay önce Duke Üniversitesinin 877 şirketin Mali İşler Genel Müdürleri (Chief Financial Officer, CFO) ile yaptığı anketteki şu 3 soruya verilen cevaplar, bu durumu teyit ediyor: 1. Kredi maliyetiniz yüzde  0.5 azalırsa yatırımlarınızı arttırır mısınız? Katılımcıların yüzde  97’sı bu soruya  “hayır”cevabını verdi.  2. Kredi maliyetiniz yüzde  1 azalırsa (yani yüzde  3’den yüzde  2’ye düşerse) yatırımlarınızı artırmayı düşünür müsünüz?  Bu soruya verilen “hayır” cevap oranı yüzde  91’di.  3. Son olarak da kredi maliyetlerinin yüzde  2 azalması durumunda yatırımlarını artırma olasılığı sorulduğunda  (yani, kredi maliyetinin yüzde  3’den yüzde  1’e düşmesi durumunda). Bu son derecede düşük faize rağmen, “hayır” cevapların oranı inanılmayacak kadar yüksek seviyedeydi: yüzde  84.

Hem uzun vadeli ufukları olan finansal yatırımcıların hem de şirketlerin bu şekilde davranmalarının nedeni aynı:  Küresel belirsizliklerin önlerini göremedikleri bir ortam yaratmış olması.  Şirketler, bu ankete verdikleri cevaplarla şunu söylemiş oluyorlar: ”Ben 6 ay içinde dünyada bir kriz olup/olmayacağını, olursa ne tip bir kriz olacağını bilmezken, nasıl olur da benim  20 yıllık bir fabrika kurmam beklenebilir?”

 

Küresel belirsizliklerin Türkiye’nin uzun vadeli dış finansman kaynaklarına etkisi

 

Bu durumun Türkiye’ye etkisi nerede ve nasıl hissediliyor?  Riskten böylesine korktukları için kendi ülkelerinde eksi getiriye razı olan uzun vadeli finansal yatırımcılar, daha riskli olarak algıladıkları Türkiye’ye uzun vadeli kredi vermek için tabii ki birbirleriyle yarış içinde olamazlar.  Şu veriler en şiddetli dönemi 2007 3. çeyreği – 2009 1. çeyreği arasında yaşanmış olan tutsat krizi öncesi ile sonrası dönemlerinde, uzun vadeli finansal yatırımcıların Türkiye karşı davranışlarının ne derecede değişmiş olduğunu gösteriyor. Bu davranıştaki değişmeyi uzun vadeli kredilerin Türkiye’nin cari açığını karşılama oranını kriz öncesi ve sonrası dönemlerinde inceleyerek görebiliriz. Bu oran, 2005, 2006, 2010, 2011, ve 2013’ün ilk 5 ayında sırasıyla şu şekilde gerçekleşti: yüzde  65, yüzde  86, -yüzde  3, yüzde  16, yüzde  8, -yüzde  6. Görüldüğü gibi kriz sonrası dönemde, bilhassa son yıllarda, Türkiye’nin çekebildiği uzun vadeli finansman kaynakları neredeyse kurumuş durumda.

Yukardaki anket verilerinin ABD gibi gelişmiş ülke şirketlerinin kendi ülkelerinde yatırım yapmaktan çekindiklerini gösterdiğini görmüştük. Tabii ki, bu durumda, bu şirketlerin Türkiye’de reel sektör yatırımları yapmaları da beklenemez (doğrudan yatırımlar). Türkiye’nin cari açığının finansmanında net doğrudan yatırımların payı yukardaki yıllarda sırasıyla şu şekildeydi:  yüzde  41, yüzde  61, yüzde  17, yüzde  18, yüzde  20, yüzde  9.

Doğrudan yatırımlar cari açığın finansmanı için en sağlıklı 2 kaynaktan birisini temsil eder.  Bilhassa son 1-2 senede, Türkiye’ye gelen net doğrudan yatırımlarda (NDY) önemli düşüşler yaşandı: 2011’den 2012’ye bu yatırımlardaki düşüş yüzde  38 olarak gerçekleşti. Ayrıca, 2013’un ilk 5 ayında, 2012’nin aynı dönemine kıyasla NDY’de ek bir yüzde  28’lik düşüş yaşandı. Yani, anlaşıldığı kadarıyla, yabancı şirketler Türkiye’deki yatırımlarını gittikçe azaltmış ve çok önemsiz bir seviyeye indirmiş durumdalar.  Tabii, yukarda şirket CFO’ları ile yapılmış olan anketin sonuçları ışığında NDY’de yaşanan bu gelişmeler  sürpriz olamaz.

Cari açık finansmanın 2 sağlıklı finansman kaynağından ikincisini, dolaylı olarak, tasarruflar temsil eder (tasarruflar ne kadar yüksek olursa, dış finansman ihtiyacı o derecede düşük olur). Cari fazlası olduğu için dış finansmana ihtiyacı olmayan (tam tersine dış finansman yerine, elindeki dövizleri nerede yatırmasının uygun olacağını düşünme lüksü olan) Çin’de tasarruf oranı yüzde  52 iken, yüksek boyutlu dış finansman ihtiyacı olan Türkiye’nin oranının sadece yüzde  12 civarında olduğunu görmüştük. Sonuç olarak Türkiye’nin cari açık için kullanılabilecek her iki sağlıklı finansman kaynağı konusunda da sınıfta kalmış olduğu kaçınılmaz bir gerçek olarak ortaya çıkıyor.

 

Küresel belirsizliklerin Türkiye’nin dış finansman kompozisyonuna etkisi

 

Türkiye uzun vadeli finansman kaynaklarını bulmakta zorlandığına göre, tabii ki ekonomi dış finansman ihtiyacını kısa vadeli kaynaklarla karşılıyor olmalı. Kısa vadeli kaynaklar, kısa vadeli krediler, mevduatlar, portföy yatırımları (‘sıcak para’), vs. gibi kalemlerden oluşur. Bunların arasında Türkiye için belki de en önemli kısa vadeli finansman kaynağı portföy yatırımları (‘sıcak para) olmuştur.  Bu kaynağın cari açığı karşılama oranları yukardaki dönemlerde sırasıyla yüzde  63, yüzde  23, yüzde  35, yüzde  30, yüzde  86, yüzde  59 olarak gerçekleşti. Umarım, yazılarımda kırık plak gibi tekrarladığım; dış finansman bulma konusunun ekonominin en önemli kırılganlığını temsil ettiği görüşümün nedenini açıklayabiliyorum.  Bir ülkenin kronik ve gittikçe artan cari açık problemi varsa, ve söz konusu ülke bunu gittikçe DNA’sı ürkek olan kısa vadeli kaynaklarla karşılayabiliyorsa, o ülke dış finansman bulamamanın tetikleyeceği bir ekonomik türbülansa açık olur.

Maalesef, Türkiye ekonomisi  böyle bir tehlike/tehdit altında faaliyet göstermekte. Bu ülkenin Başbakanı ‘faiz lobisi’, ‘yabancı kaynaklı komplo teorileri’ edebiyatı yaptığında, güven verici bir kaynak olmamasına rağmen, bulabildiği tek kaynak olduğu için dış finansman ihtiyacını kısa vadeli kaynaklarla karşılayabilme durumuna düşmüş olan Türkiye’nin bu parayı bulabilmesini bile tehlikeye sokmuş oluyor. Tabii ki, bu durum, ülkenin en önemli kırılganlığını temsil eden dış finansman bulabilme konusunun daha da vahim hale gelmesi sonucunu doğuruyor.

 

2012 yılının portföy yatırımları

 

Portföy yatırımları açısından 2012’nin enteresan bir sene olduğunu düşünüyorum: Portföy yatırımları (‘sıcak para’), 2012’nin ilk 6 ayında cari açığın yüzde  34’ünü karşılarken, 2012’nin ikinci yarısında bu oran yüzde  172 oldu.  Acaba Temmuz 2012’de ne oldu?

Avrupa Merkez Bankası (AMB) başkanı Draghi, Temmuz 2012’de “Avro’yu ne pahasına olursa olsun müdafaa edeceğiz” beyanatını vermişti. Bu beyanat, ne şirketlerin ne de uzun vadeli finansman kaynağı sağlayan yatırımcıların  davranışını etkiledi.  Ama, portföy yatırımcıları, bu beyanatın Avro problemlerini bir müddet kış uykusuna yatıracağını hesaplayıp, beyanatı Türkiye gibi ülkelerde yüksek faiz kazanabilecekleri bir zaman penceresinin yaratmış olduğu şeklinde yorumladılar.  Bu problemler tekrar ortaya çıktığında - ki çıkacağından hiç şüphem yok - o zaman bu paranın kaçması beklenmeli.

Tabii bu kaynakta döviz çıkışları yaşanmakta, ancak, bu sonuç şimdilik Avro probleminin hortlamasından değil de Fed’in geniş para politikasına kısa zamanda son vereceği beklentisinden kaynaklanıyor.  

 

Türkiye’nin dış finansman konulu kırılganlığı daha da vahim hale gelebilir mi?

 

Türkiye’de yaşanan döviz çıkışlarını kırbaçlayan Fed faktörüne ek olarak başka faktörlerin de olduğunu daha önce gündeme getirmiş ve bu ek faktörlerin Türkiye faiz, borsa ve kur değerlerinin diğer gelişen ülkelere oranla çok daha sert olarak etkilenmiş olmasından sorumlu olduğundan bahsetmiştik.  Bu durumu sürpriz olarak görmüyorum. Benim görüşümce, Türkiye’nin yatırımcılar için çekici bir yönü politik istikrarın hakim olduğu bir ülke olmasıydı.  Ancak, gezi parkı olaylarını tetikleyen hususlar, gezi parkı olaylarına gösterilen sert tepki, Suriye gibi dış politika konuları, çözüm sürecinde ortaya çıkan belirsizlikler ve belki de en önemli olarak ‘faiz lobisi’ ve ‘komplo teorilerinden’, kredi kartı kullanımına kadar varan bence gerekçesiz olan finansal mühendislik teşebbüsleri Türkiye’nin durumunu çok daha olumsuz bir hale getirdi.

Avro problemleri çözülmediğine, aslında bu problemlerin bence çözümü bile olmadığına göre, bu konunun tekrar gündeme geleceğinden şüphem yok.  Avro problemleri tekrar ortaya çıktığında döviz çıkışları konusunda ikinci bir dalganın oluşacağı şüphesiz. Umudum, bu problemlerin Fed konulu belirsizliğin ortadan kalktığı bir dönemde ortaya çıkması.  Avro bölgesi kökenli problemler, eğer Fed konulu belirsizliğin henüz çözülmemiş olduğu bir döneme rastlarsa, dış finansman bulma probleminin çok daha büyük boyutlu olacağından şüphem yok.  Böyle bir durumun ekonomide yaratacağı hasarın derecesini düşünmek bile istemiyorum. 

Umarım yukardaki tartışma neden dış finansman ihtiyacının, bilhassa bu finansman kısa vadeli kaynaklardan oluştuğu durumlarda, ekonomi için büyük bir tehlikeyi temsil ettiği konusunda aydınlatıcı olmuştur.  Sıcak para konusu şu şekilde özetlenebilir:  1. Tetikleyen olay ne olursa olsun, bu paranın DNA’sı ürkek olduğu için bu yöntemle elde edilen dövizler kaçmaya mahkum olan bir finansman kaynağını temsil etmekte. 2. Avro problemlerini elimine edecek bir sihirli değnek olmadığına göre, korkarım, Türkiye ekonomisi henüz kötü günlerin en kötüsünü yaşamış değil.

 

Ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı Sn. Babacan ile 2 konuda görüş ayrılığım var

 

Ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısı Sayın Babacan 16 Temmuz’da ülke riski ile ilgili bir soruya cevap olarak Türkiye’nin risk priminin artmış olduğunu kabul etti. Ancak aynı zamanda diğer gelişen ülke risk primlerinin de artmış olduğunu ifade etti. Bu cevap doğru olmasına rağmen, Başbakan yardımcısının belirtmediği husus, Türkiye’nin risk priminin diğer gelişen ülkelere oranla çok daha fazla artmış olduğu.  Türkiye’nin risk priminin çok daha fazla artmış olmasının nedenlerini belirttik. Türkiye ve diğer gelişen ülkelerin ortak risk noktası Fed kaynaklı belirsizlikler iken,  Türkiye’nin bozulmuş olarak algılanan siyasi istikrarı ve güven kaybı yaratmış olan başka ek riskleri de var.

Yine bir soruya karşılık Sayın Babacan 17 Mayıs - 5 Temmuz döneminde Türkiye’den 3 milyar dolarlık bir döviz çıkışı olduğunu, ancak, 15 Temmuzda TCMB başkanının 23 Temmuz toplantısında faizleri artıracağı sinyalini verdikten sonra 15 Temmuz haftasında 1 milyar dolarlık bir döviz girişinin yaşandığını da ifade etti. 

Kavram olarak bu konuda bir noktanın anlaşılmadığını düşünüyorum.  Önemli olan konu,  kaçan paranın düşük miktarda olması değil. Önemli olan husus, sıcak para kaynağının ilerde ek finansman sağlayıp sağlamayacağı. Diyelim ki döviz çıkışları sıfır oldu. Bu durum bir problem olmadığı anlamına gelmez. Türkiye’nin ilerdeki cari açıklarını karşılamak, ve vadesi dolacak borçlarını ödemesi zorunlulukları olmaya devam edecek.  Dolayısıyla, bugün döviz çıkışının az ya da sıfır olması rahatlatıcı bir durumu temsil etmiyor.  Önemli olan bu iki konunun  (cari açık ve borç ödemeleri) yarattığı finansman ihtiyacı ilerde de devam edeceğine göre, ilerde yeterli miktarda gereken ek finansmanı bulunup bulunamayacağı.  Dış finansman konusunun ekonominin en önemli  kırılganlık kaynağı olduğunu söylerken ben bugünkü durumdan değil de, sağlıklı dış finansman kaynaklarının ileride ne derecede bulunabilecek olmasından bahsediyorum.

 

Şimdi neredeyiz?

 

Ekonominin Mayıs 2013-Mayıs 2014 döneminde bir rekoru temsil eden en az 223 milyar dolarlık dış finansman kaynaklarına ihtiyacı olduğunu biliyoruz.  Ayrıca, bu rakamın içinde bu sürede ‘çılgın projelerle’ ilgili finansman ihtiyacının dahil olmadığını da belirtmiştim.  Bu para nereden gelecek?

Dış finansman kaynaklarının üzerinden teker-teker gittik: uzun vadeli kredi kaynağı ve doğrudan yatırımlar kaynağı kurumuş vaziyette. Tasarruflar herhalde bir anda Çin’deki seviyeye çıkmayacak. Kala-kala zaten güvenilemeyecek, sıcak para ve diğer kısa vadeli kaynaklar kalıyor. Maalesef, bu kaynaklar ‘bugün burada-yarın yok’ cinsli dövizleri temsil ediyor. Ek olarak, sık sık tekrarlamış olduğum gibi bu kaynağı korkutan beyanatların, yatırımcılarda Türkiye’ye karşı bir güven eksikliği yaratmış olduğu da bir gerçek. Üstelik, söz konusu güven eksikliğini tamir edici eforların sarf edilmesi yerine, güven eksikliğinden sorumlu olan beyanatlar tam hızla devam etmekte.

TCMB’nin 6.65 milyar dolarlık kurlara müdahalesi yatırımcılarda yaratılmış olan ‘güven eksikliği’ sorununu çözemedi.  Faizlerin üst bandının 75 baz puan artırılarak yüzde  6.5’den yüzde  7.25’e yükseltilmesi yöntemiyle ek finansman çekme teşebbüsü de başarılı olmadı. Her iki durumda da döviz değerleri düşmek yerine yükseldi ve bugün (31 Temmuz) dolar 1.9440 TL’den kapanış yaptı. Gösterge faizi günü yüzde  9.11’de, 10 yıl vadeli hazine bonosu ise yüzde  9.31 seviyesinde kapattı.

 

Dış finansman ihtiyacı kırılganlığının yakın gelecekte bir çözümü var mı?

 

Kura müdahale ve faizleri yükseltme uygulamalarına rağmen ek döviz girişlerinin yaşanmamış olmasını bir yana bırakalım, kur ve faiz verilerindeki artışların devam etmekte olması, döviz çıkışlarının devam etmekte olduğunu ima ediyor.  TCMB bence, büyük bir ihtimalle yakında tekrar faizleri yükseltmek zorunda kalacak. Ancak, makul seviyeli ek faiz artışlarının bile döviz girişlerini tetikleyeceğinden şüpheli olduğumu belirtmiştim.

Türkiye’nin şu anda yaşamakta olduğu tecrübe bence çok olumsuz. Benim görüşümce, şu durum bir gerçek olarak ortaya çıkıyor: Nasıl şirketlerin yatırımları açısından küresel belirsizlikler, faizlerin çok düşük olmasına baskın çıkıyorsa, yaratılmış olan Türkiye’ye karşı güven eksikliği de, ülke faizlerinin yüksek seviyesine rağmen, Türkiye yatırımlarının cazip olarak görülmesini önlemekte. Güven oluşmasının çok uzun zaman aldığını, ancak çok kısa zamanda kaybedilebileceğinden bahsetmiştik. Üstelik, nasıl küresel belirsizliklere hitap edecek bilinen bir makro politika aracı yoksa, aynı durum güven konusunda da geçerli.

Açıkçası, bu nedenlerle yakın gelecekte dış finansman problemine tatminkâr bir çözüm bulunabileceği konusunda karamsarım. Geçmişteki yazılarımı okuyanların, söyleşilerimi izleyenlerin bildiği gibi ben senelerdir cari açık, ve açığın yarattığı dış finansman ihtiyacı konusunu ekonominin en önemli yumuşak karnı olarak görmekteydim.  Maalesef, şu andaki durumun bu kırılganlığın katlanmış olduğu bir ortamı temsil ettiğini düşünüyorum.

Bu dizinin son bölümü iki ana konuyu kapsayacak: 1. ekonominin yakın gelecekte enflasyon, büyüme, mali disiplin, cari açık boyutlu olarak nasıl etkileneceği konularında düşüncelerimi paylaşacağım. 2. Ekonomik politika formasyonunda Türkiye’nin önemli bir eksikliğinin çoğulculuk prensibini içermemesi olduğu konusundaki düşüncelerimi açıklayacak ve bu eksikliğin maliyeti hakkında görüşlerimi ifade edeceğim.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Yunanistan'ı kurtarma paketi doğmadan ölebilir

Yunanistan, onur kırıcı şartları kabul ettikten sonra bile sadece ve geçici olarak ‘direkten dönmüş’ olacak

Türkiye AB'ye 'Evet'; Avro'ya 'Hayır' demeli

'Ҫılgınlığın bir tanımı, aynı şeyleri yapmaya rağmen, değişik sonuҫlar beklemektir'

Avro sisteminin ҫökecek olması: Kültürel faktörler

Avrupalı olma kavramı, Amerikalı olma kavramına kıyasla pamuk ipliği kuvvetindedir