17 Mayıs 2013

Rüzgâr Bizi Götürecek...

Bu yazı insanoğlunun aklındaki en değişmez sorulara, muhteşem doğa manzaraları ve 'sıradan' insanların telaşsız gündelik yaşamlarını göstererek cevaplar arayan İranlı büyük yönetmen...

              “Uzaklardan geldin sen, kokular ve ışıklar ülkesinden,

     şimdi bir teknedeyim seninle birlikte,

     götür beni ey yüreğimi okşayan umudum,

     götür şiirlerin ve coşkuların kentine...”

Bu yazı insanoğlunun aklındaki en değişmez sorulara, muhteşem doğa manzaraları ve “sıradan” insanların telaşsız gündelik yaşamlarını göstererek cevaplar arayan İranlı büyük yönetmen Abbas Kiyarüstemi; onun, Bir Zamanlar Anadolu’da adlı filmle şiirsel görüntü ve duygu kardeşliği lezzeti aldığım Rüzgar Bizi Götürecek adlı filmi ve her iki filmin de birçok sahnesinde şiirlerini gördüğüm yukarıdaki dizelerin yazarı, İranlı büyük kadın şair Furuğ Ferruhzad’a ilişkindir:

İnsan, şimdiki zamanın sonsuz olduğunu, en çok hayal kurarken idrak eder. Hayalde  geçmiş, an ve gelecek iç içedir.

İnsanoğlunun en büyük hayali, mutlak ve sonsuz uyumun olduğu bir varoluş halidir. Bu hayalde zaman yoktur. Platon bu varoluş halini görünmezler dünyası olarak tanımlar.

Semavi dinler bize uyumsuzluğun sonlu olduğunu; insanı, “sonsuz uyumlu” ilk halinden çıkaran şeyin “kötülük” olduğunu, “yasak elma”yla başlayan kötülükleri unutturmak ve sonsuz ideal ilk halimize dönebilmek için bize bahşedilmiş hayatlarımızı, hep “iyilik”ten yana olduğumuzu her fırsatta kanıtlayarak geçirmemiz gerektiğini emreder. Hayatın, ilahi kurtuluş için büyük sınava hazırlık olduğunu söyler ve daha sonra bu  büyük emele kavuşmak için kaçınmamız gereken bir dizi “kötülük” sıralar.

Abbas Kiyarüstemi 1999 yapımı çok beğenilen filmine Furuğ Ferruhzad’ın aynı adlı şiirinin ismini vermiş. Bu şiirinde Ferruhzad bulutları, yağmurun yağacağı anı bekleyen yaslı kalabalıklara benzetir. Film, bir ölüm sonrasındaki yas ritüelini kameraya almak için bir Kürt köyüne giden üç kişilik bir TV ekibinin bir vadide öğle sıcağında (Bir Zamanlar Anadolu’dada olduğu gibi) virajlı patikalardan bir arabayla geçişiyle başlar. Filmin kahramanı olan mühendisin dışındakiler, film boyunca hiç görünmez. Arabayla giderlerken, bir tepeye kurulu ve evlerden biribirine merdivenlerle inilip – çıkılan köyün yakınında bir tümsekte onları bekleyen Farzad’ı görürler.

Farzad, masum bir erkek çocuğudur. Film boyunca, bir yandan işini bir an önce bitirmek isteyen mühendisin koşuşturmalarına ve kimi zaman ortamı yadırgayan hallerine; öte yandan, onu anlamaya ve yardım etmeye çalışan Farzad’ın masum repliklerine ve mimiklerine şahit oluruz. Kimi zaman Farzad’ın yüzünde cinsiyetin kaybolduğu bir masumiyet görünür.

Farzad, İran’lı diğer yönetmenlerin de (Örnek M. Majidi) filmlerinde sıkça kullandıkları çocuklar gibi, insanın henüz fıtratının bozulmamış halini resmeder. Madem çocuk, madem kardeşlik temaları dedik, Bir Zamanlar Anadolu’dada komiser rolündeki Yılmaz Erdoğan’ın şu sözünü de hatırlayalım:

“Herkes yaptığının cezasını çekiyor, çocuklarsa büyüklerin günahını.”

Kiyarüstemi, insan hayatının anlamına ışık tuttuğu bu filminde, büyük sınava hazırlık iddiasıyla hayatlarımıza sirayet etmiş ezberleri, tüm kötülüklerin bir şekilde kendileriyle bağlantılı olduğu düşünülen kadınlara reva görülen hayatların perspektifinden sorgular.

Aşağıdaki diyalog, çocuk oyuncu Farzad ile sınav sırasında onu dışarıya çağıran ve kendisiyle gelmesini isteyen filmin kahramanı mühendis arasında geçer:

Mühendis: Acele et, atla arabaya.

Farzad: Gelemem.

Mühendis: Neden?

Farzad: Cevaplamam gereken bir soru daha var.

Mühendis: Ne sorusu?

Farzad: Dördüncü soru.

Mühendis: Cevabını bilmiyor musun?

Farzad: Hayır.

Mühendis: Neden?                                                                                                                                           

Farzad: Çünkü bilmiyorum.

Mühendis: Nedir o soru?

Farzad: Öbür dünyada iyilere ve kötülere ne olur?

Mühendis: Bu çok açık. İyiler cehenneme, kötüler cennete gider. Öyle değil mi?

Farzad: Evet.

Mühendis: Hayır. İyiler cennete gider, kötüler cehenneme. Haydi acele et. Böyle yaz ve hemen gel.

Bir başka sahnede, sonlu da olsa doğayla içi içe yaşanan uyumun kifayetine işaret eden Kiyarüstemi, sarı – sıcak buğday başaklarının arasındaki ince – uzun patikada, filmin kahramanı mühendis ile doktor arasında, bir motorsiklet üzerinde geçen diyalogta, Ömer Hayyam’ın aşağıdaki (malum) dizelerinden esinlenerek konuşan doktorun söylediklerine kulak vermemizi ister:

“Zahide hurilerle dolu cennet hoş gelir

Onun bana üzümün suyu daha hoş gelir

Onun cenneti veresiye benimki peşin

Ne var ki uzaktan davulun sesi hoş gelir.”

Film bize şunu söyler: Sorular cevapsızdır, ancak doğayla uyumlu hayatlarda huzur vardır. Kadına reva görülen hayatsa, doğayla uyumlu değildir.

Filmin birçok sahnesinde, Furuğ Ferruhzad’ın dizelerinin, Abbas Kiyarüstemi’nin usta gözüyle sinema diline dönüştüğüne şahit oluruz.  Misal: hiç yüzünü görmediğimiz, ama filmin en önemli mesajlarından birisini kendisinden duyduğumuz doktorla mühendisin, motosiklet yolculuğunun geçtiği sahne, bence Ferruhzad’ın  “Sadece Ses Kalıcıdır” adlı şiirinin şu dizelerini resmeder:

"ben yeşil buğday salkımlarını
göğsüme alarak, sütle besliyorum,
ses, ses, sadece ses,
su akışının sesi
ve dişi toprak kabuğunun üzerine
yıldız ışığının düşüş sesi
ve aşkın yayılma sesi
ses, ses, sadece ses kalıcıdır.

(...)

ne için durmalıyım?
yol hayatın kılcal damarları arasından geçiyor.
çevrenin niteliği tüm kokuşmuş hücreleri öldürecek,
ve şafağın kimyasal atmosferinde
sadece ses kalacak,
zaman zerreciklerine bağlanan ses.” 

“Ben, ruhum memnun olduğu zaman mutluluk duyuyorum ve şiir benim ruhumu memnun ediyor,” diyen Furuğ Ferruhzad’ın aşağıdaki dizlerine bakın:

           Ben hüzünlü küçük bir periyi biliyorum
           okyanusta yaşayan
           ve yüreğini tahta bir kavalda
           usul usul çalan
           küçük hüzünlü bir peri
           geceleri bir öpücükle ölen
           ve sabahları bir öpücükle yeniden doğacak olan…

 

Sizce de aşağıdaki şu dizeler, Bir Zamanlar Anadolu’da adlı filmde savcının doktora, bir başkasından söz edercesine karısının intiharını anlatmasıyla başlayan gece sahnesini hatırlatmıyor mu?

"dar gecemde ne yazık
rüzgar yapraklarla buluşuyor
dar gecemde
çöküşün ızdırabı yaşanıyor
dinle!
karanlığın esintisini duyuyor musun?
ben bu mutluluğa yabancıyım
ben umutsuzluğuma tutkunum...

Hani, gece vakti, bir taşra kasabasında, ruhları bulundukları ortamdan uzak, “hüzünlü anılar bahçesinde gezinti” halinde iki memurun dalgın bakışları ve sonrasında esen rüzgar, gecenin içinde savrulan yapraklar, peşi sıra dallar arasından gördüğümüz bulutlar arkasındaki yanlız ayı gösteren sahneyi ?

Bir de şu dizelere bakın:

“karanlık boyunca

şehvetli bir ahın yükseldiği

dallar, o uzun elleriyle

ve teslim olmuş esinti

gizli ve bilinmeyen tanrıların emirlerine

ve saklı bin bir nefes, toprağın gizli yaşamında...”

Bir Zamanlar Anadolu’dadaki o meşhur sahne, dalından kopmuş bir elmanın küçük bir ırmağın berrak sularında sürüklenişiyle devam eder. Benzer iki sahne bu filmde de vardır. İlkinde, mühendis evin balkonundadır ve yemek üzere olduğu yeşil elmayı düşürür. Elma yerde yuvarlanır, balkonun su oluğundan bahçeye düşer, bahçede yuvarlanmaya devam eder. Kamera elmanın her yuvarlanışını yakından takip eder.

İkincisindeyse mühendis mezarlıktadır. Yine yüzünü görmediğimiz, yer altında kuyu kazdığını söyleyen bir adamla konuşmaktadır. Kuyunun ağzından gördüğü adamın yanında birşey fark eder ve ne olduğunu sorar. Adam dışarıya bir kemik parçası atar. Mühendis bir insan bacağına ait olan kemik parçasını alır ve oynar. Sonra bir süre arabasında taşır. Filmin sonlarına doğru da köyün ırmağına fırlatır, atar. Kamera, bu kemiğin suyun gelişigüzel akışındaki sürüklenişini yakından gösterir. Hem de ön planda yemyeşil ve taptaze, hayata dair görüntülerle.

Film, yüzlerini görmediğimiz, ama seslerini duyduğumuz karakterlerle doludur. Kiyarüstemi’nin odaklanmamızı istediği her görüntünün arkasında başka şeylerin de olduğunu anlatan ve bizi; kader, ölüm ve sonrasına ilşkin inançlarımıza göre yaşadığımız hayatlarımıza, yaşamın devamlılığı perspektifinden yeniden bakmaya davet eden bu sahneler, doğrusu İran gibi baskıcı bir rejimde cesaret işidir.  

Mühendisin süt almak için geldiği evin bodrumunda, mezarlıktaki kuyu kazan ve sonra da göçükte kalan gencin sevgilisi olan kıza, durup dururken okuduğu şu dizelere bakın:

             "Ey sevgilim evime gelirsen eğer

    bana bir lamba getir

    ve caddedeki o mutlu kalabalığı izleyebileceğim bir pencere…”

Mühendisin bu dizeleri ve davamını okuduğu karanlık bu sahnede kızın elinde bir lamba vardır. Süt sağarken yanında yerde durur. Mühendis ısrarla yüzünü göstermesini ister, ama kız yüzünü göstermez. İlginçtir, kız mühendise kaçıncı sınıfa kadar okuduğunu sorar.

Ben bu sahnede ve Ferruhzad’ın bu dizelerinde, yine Bir Zamanlar Anadolu’dadan bir sahneyi anımsadım. Hatırlayın, muhtarın evinde elektrik kesilince misafirlerin oturduğu odaya muhtarın kızı Cemile gaz lambasıyla girer. Elinde çay tepsisi vardır. Herkes, çayını alırken ışıkla beraber daha da aydınlanan kızın yüzüne bakar ve çok etkilenir. Cemile hiç konuşmaz, ama tıpkı süt sağan diğer kızın ses tonundaki gibi, yüzünde o kadar aynı tutsak kadın masumiyeti vardır ki, katil ağlamaya başlar ve sonra da suçunu itiraf eder. Tıpkı mühendisin durduk yerde şiir okuması gibi.

Irmakta sürüklenen al elmanın tazeleğini yanaklarında gördüğümüz muhtarın kızının bakışlarında, Ferruhzad’ın aşağıdaki dizelerini de okumak mümkün:

                          “benim hayatım garip bir ırmak gibi
                          bu suskun ve terk edilmiş cumalarda
                          bu boş ve incinmiş evlerde
                          ah! ne suskunluk ve gururla geçti...”

Bence Nuri Bilge Ceylan bizim için neyse Abbas Kiyarüstemi de İran için odur. İkisi de çok iyi fotoğrafçıdır. İkisi de soruları cevapsız bırakır. İkisi de birçok filmini aktör olmayan insanlarla çekmiştir. İkisinde de insanın iç dünyasındaki hadiseler, değişen hayatın anlamı, kader, aşk, tabiatın ihtişamı, bir denge içindeki serbest akışı ve devamlılığı iç içe anlatılır.

Uzatmayalım: Jean-Luc Godard ünlü bir Fransız yönetmendir ve şu söz ona aittir:

“Film D.W. Griffith ile başlamış ve Abbas Kiyarüstemi ile bitmiştir.”

Bir Zamanlar Anadolu’dayı sevenlere hafta sonuyla ilgili bir tarvsiyeyle bitireyim: Furuğ Ferruhzad’ın Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkmış olan “Sadece Ses Kalıcıdır.” adlı şiir kitabını okuyun; sonra da Abbas Kiyarüstemi’nin “Rüzgar Bizi Götürecek” ve “Kirazın Tadı” adlı filimlerini izleyin. Pişman olmazsınız.

Not: Yazıyı bitirebilenler için üç bonus şiir var.

Rüzgar Bizi Götürecek

Benim küçük gecemde
Rüzgar ağaçların yaprağına son kez süre tanıyor
Benim küçük gecemde viran olmanın korkusu var

Kulak ver
Karanlığın esintisini duyuyor musun?
Ben garipçe şu talihime bakıyorum, ümitsizliğe alıştım

Kulak ver
Karanlığın esintisini duyuyor musun?

Gecede, şu an bir şey geçiyor
Ay kızıl ve karmaşık
Ve her an düşme korkusu yaşanan bu damda
Bulutlar yaslı kalabalıklar gibi
Sanki yağmurun yağacağı anı bekliyor

Bir tek an
Ondan sonra hiç
Bu pencerenin arkasında gece titriyor
Ve yeryüzü
Geri kalıyor dönüşünden
Bu pencerenin arkasında bir bilinmeyen
Beni ve seni bekliyor

Ey baştan ayağa yeşil olan sen
Ellerini, yakıcı hatıralar gibi benim aşık ellerime bırak
Ve dudaklarını, sıcak bir his gibi senden benim aşık
dudaklarımın okşayışlarına teslim et

Rüzgar bizi kendisiyle götürecek
Rüzgar bizi kendisiyle götürecek

 

Furuğ Ferruhzad
Çeviren: Haşim Hüsrevşahi

Yeniden Doğuş

Tüm varlığım benim, karanlık bir ayettir
seni, kendinde tekrarlayarak
çiçeklenmenin ve yeşermenin sonsuz seherine götürecek.

Ben bu ayette seni ah çektim, ah
ben bu ayette seni
ağaca ve suya ve ateşe aşıladım!

Yaşam belki
uzun bir caddedir, her gün filesiyle bir kadının geçtiği,
yaşam belki bir urgandır, bir adamın daldan kendini astığı,
yaşam belki okuldan dönen bir çocuktur,
yaşam belki, iki sevişme arası rehavetinde yakılan bir sigaradır,
ya da birinin şaşkınca yoldan geçişi,
şapkasını kaldırarak,
başka bir yoldan geçene anlamsız gülümsemeyle “günaydın” diyen.

Yaşam belki de o tıkalı andır,
benim bakışımın senin buğulu gözlerinde kendini paramparça yıktığı
ve bir duyumsama var bunda
benim ay ve karanlığın algısıyla birleştireceğim.

Yalnızlık boyutlarındaki bir odada,
aşk boyutlarındaki yüreğim,
kendi mutluluğunun sade bahanelerini seyreder,
saksıda çiçeklerin güzelim yok oluşunu
ve senin bahçemize diktiğin fidanı
ve bir pencere boyutlarında öten
kanarya ötüşlerini.

Ah..
Budur benim payıma düşen,
budur benim payıma düşen,
benim payıma düşen,
bir perde asılmasının benden aldığı gökyüzüdür,
benim payıma düşen, terk edilmiş merdivenlerden inmektir
ve ulaşmaktır bir şeylere çürüyüşte ve gurbette,
benim payıma düşen anılar bahçesinde hüzünlü bir gezintidir.

Ve “ellerini
seviyorum” diyen
sesin hüznünde ölmektir.

Ellerimi bahçeye dikiyorum,
yeşereceğim, biliyorum, biliyorum, biliyorum
ve kırlangıçlar mürekkepli parmaklarımın çukurunda
yumurtlayacaklar.

Küpeler takacağım kulaklarıma
ikiz iki kirazdan
ve tırnaklarımı papatya çiçeği yapraklarıyla süsleyeceğim.
Bir sokak var orada,
aynı karışık saçları, ince boyunları ve sıska bacaklarıyla
küçük bir kızın masum gülüşlerini düşünüyorlar
bir gece rüzgarın bizi alıp götürdüğü.

Bir sokak var benim yüreğimin
çocukluk mahallesinden çaldığı,
zaman çizgisinde bir oylumun yolculuğu
ve bir oylumla gebe bırakmak bir zamanın kuru çizgisini
bilinçli bir simgenin oylumu
aynanın konukluğundan dönen.

Ve böylecedir,
birisi ölür
ve birisi yaşar.
Hiçbir avcı,
çukura dökülen hor bir arkta inci avlamayacaktır.

Ben hüzünlü küçük bir periyi biliyorum
okyanusta yaşayan
ve yüreğini tahta bir kavalda
usul usul çalan
küçük hüzünlü bir peri
geceleri bir öpücükle ölen
ve sabahları bir öpücükle yeniden doğacak olan…


Furuğ Ferruhzad
Çeviren: Haşim Hüsrevşahi

 

Yeryüzü Ayetleri

 

O zaman

Güneş soğudu

Ve bereket topraklardan gitti

 

Ve çöllerde yeşillikler kurudu

Ve balıklar denizlerde kurudu

Ve toprak

Ölülerini kabul etmez oldu artık.

Bütün solgun pencerelerde gece

Belirsiz bir düşünce gibi

Birikiyor durmadan ve taşıyordu

Ve yollar

Sonlarını karanlığa bıraktılar

 

Kimse aşkı düşünmez oldu.

Kimse düşünmez oldu yengiyi

Kimse

Hiçbir şey düşünmez oldu artık.

 

Mağaralarında yalnızlığın

Uyumsuzluk doğdu

Afyon ve esrar kokusuyla kan,

Başsız çocuklar doğdu

Gebe kadınlardan.

Koştular mezarlara sığındılar

Beşikler

Utançlarından.

Kötü günler geldi ve karanlık

Yenilince ekmeğe şaşırtan gücü

Tanrı elçiliğinin

Kaçtılar adanmış topraklardan

Aç ve sefil peygamberler.

İnsanın kaybolmuş kuzuları

Çobanın seslenişini duymaz oldular

Çöllerin cennetinde.

Aynaların gözlerinde sanki

Tersine yansıyordu renkler

Kıpırtılar, davranışlar, görüntüler

Bir şemsiye gibi tutuşuyordu

Başlarında aşağılık soytarıların

Utanmaz yüzlerin orospuların

Tanrının o kutsal ışık çemberi

 

Bataklıkları alkolün

Ağulu buharlarıyla buruk

Çekti derin köşelerine

Durgun aydınlar yığınını

Kemirdi aç gözlü fareler

Altın yapraklarını kitapların

Eskimiş raflarda, dolaplarda.

Güneş ölmüştü

Güneş ölmüştü ve yarın

Uslarında küçük çocukların

Yitik, belirsiz bir kavramdı.

Defterlerine sıçrayan kapkara

İri bir mürekkep lekesiyle

Anlatıyordu çocuklar

Tuhaflığını bu eskimiş sözcüğün.

Zavallı halk

Yüreği ölgün, bitmiş, dalgın

Huzursuz ağırlığı altında ölü gövdesinin

Bir yerden bir yere sürünüyordu

Ve önlenmez cinayet isteği

Durmadan büyüyordu ellerinde.

Kimi zaman ufacık bir kıvılcım

Bu cansız ve sessiz topluluğu

Ta içinden dağıtıyordu birden.

İnsanlar saldırarak birbirlerine

Biri karısının boğazını

Kör bir bıçakla kesiyordu

Bir ana birer birer çocuklarını

Tandırın ateşine atıyordu.

Boğulmuş kendi korkularında

Ürkütücü duygusu suçluluğun

Öldürdü öldürdü kör ruhlarını

Ve çocukları.

Ne zaman bir tutsak asılırken

Darağacının yağlı halatı

Korkudan kasılan gözlerini

Sıkarak dışarıya fırlatsa

Onlar dalardı içlerine

Şehvetle titreyen bir düşünceden

Gerilirdi yaşlı, yorgun sinirleri.

Ama her zaman alanın kıyısında

Bu küçük canileri görürdün

Durmuşlar ve dalgın bakıyorlar

Fıskiyelerden suyun durmaksızın akışına.

Ola ki gene de arkasına

Ezilmiş gözlerinin ve donmuş derinlerde

Yarı canlı bir küçük şey karışık,

Kalmıştır.

Güçsüz bir çırpınışla istiyordu

İnanmayı su sesinin doğruluğuna

Ola ki...

Ola ki.. ama ne sonsuz boşluk...

Güneş ölmüştü

Kim bilebilirdi artık

Yüreklerden kaçan o üzgün güvercinin

İnanç olduğunu...

Ah tutsağın sesi...

Büyüklüğü senin umutsuzluğunun

Işığa bir küçük yol açmayacak mı

Bu uğursuz gecenin bir köşesinden?

Ah tutsağın sesi...

 

Furuğ Ferrufzad
Çeviren: Onat KUTLAR - Celal HOSROVŞAHİ

Yazarın Diğer Yazıları

2015 ve T24’e veda yazısı

2016; insanlığa, ülkemize, T24 okuruna, yazarına, çalışanına ve T24’e şans getirsin

ABD 14 yıldır terörle savaşıyor, sonuç: Terör saldırıları yüzde 6 bin 500 arttı!

“ABD işgalinden önce Irak’ta hiç intihar saldırısı olması ama, 2003 yılından bu yana 1892 intihar saldırısı oldu"

Rusya, Batı’nın yaptırımlarına daha ne kadar dayanabilecek?

Gazprom biterse Putin biter. Sonra sıra Çin’e gelir. Çin karışırsa dünyayı dolarsızlaştırma ittifakı, yani BRICS tamamen biter