13 Ocak 2016

Canım saçmalamak istedi...

Ömür ne ki. O zor kırılma noktalarını kazasız belasız atlattığımız kadar insanlaşabiliyoruz

Sanki bir işaret fişeği patlatılıyor, "hoooop" kalabalıklar ayakta. "Hain", "terörist" naraları birbirine karışıyor. En son Beyazıt Öztürk'ün başına gelenleri okuyup, izleyince aklıma o filmdeki ünlü replik geldi:

"Yüz binleri kandırmak, bir kişiyi kandırmaktan daha kolay…"

Durmak, dinlemek, anlamak diye bir kaygınız yoksa işiniz kolay. Buyurun "kalabalıkların" arasına. Dert yok, kasavet yok.

Aslında yaşananlar komik, ama insanın ağlayası geliyor. Bir öğretmen canlı yayına bağlanıp, "insanlar, çocuklar ölmesin analar ağlamasın" diyor, herkes cani gönülden alkışlıyor.

Ne güzel değil mi?

Değil…

"Vaaay terör propagandası yapıldı" naraları başlıyor ve ardından kalabalıklar… Sonra savcılar…

"Yahu dur kardeşim, duyduğun gibi değil. Bir dinle, bir bak, bir gör…"

Mümkünü yok...

 

*  *  *

Yönetmen Victor Taranski rolünü Al Pacino'nun oynadığı Simone filminin içinde buluveriyorum kendimi.

İzleyenler bilir. Oyuncu kaprislerinden bunalan yönetmen, bir simülasyon ustasının kendisine ilettiği programla, bilgisayarda çok güzel bir sarışın kadın yaratıyor. Çekimler kadın olmadan yapılıyor, sonradan ekleniyor. Yani aslında var olmayan bir kadın filmde baş rolü oynuyor.

Filmi izleyenler kadına hayran. İlle de görmek istiyorlar. Bu arada medya boş durmuyor, kadının doğum gününü, nerede ne yediğini, sevgilisini, yaşamını "döktürüyor."

Yönetmen bakıyor olacak gibi değil. "Böyle biri yok kardeşim" diyor ama kim inanır. Kalabalıklar ille de o sarışın kadını görecek. Bir platform kuruluyor. Sislerin buğuların içinde bir sarışın gösteriliyor kalabalıklara ve tüm dünyaya…

Herkes rahatlıyor.

Bilgisayarda üretilmiş bir sarışın kadın artık hayatın içindedir ve "gerçektir."

Filmde yüz binleri kandırmanın bazen ne kadar kolay olduğunu görüyorsunuz. Tıpkı bizde yaşanan hayatlar gibi…

Böyle olunca yaşamlarımıza bir anlam katamıyoruz. Sıkıştığımızda "Dün dündür" deyip yürüyüp gidiyoruz. "Eskiden" hiçbir iz barındırmıyoruz içimizde. Hele, "yediğimiz naneler" epey çoksa, "eskiye takılıp kalma şekerim" diye ahkamlar bile kesebiliyoruz. Böylece "kalabalıklar"a takılıvermek epey kolayımıza gelebiliyor...

Geçen gün, yeni okuyabildiğim Yazar İlhami Algör de son kitabı İkircikli Biricik'te "eski"ye dair sorularla "bombardımana" tuttu beni.

"Yeni bir hayat için kuvvetli bir rüzgâr mı gerekiyordu?

Önceki hayatınız "eski" mi oluyordu?

Eski olanın hükmü kalmıyor muydu?

O vakte kadar boşuna mı yaşamış oluyordunuz?"

"Eskiyi" iyi hazmetmediğimizde, yeni sandığımız hayatların altında "eski", fokur fokur kaynıyor. Peşimizden geliyor. Bir gün önümüze dikiliyor.

Sonra, "ya biz bu filmi görmüştük"le tıklım tıklım oluyor hayat...

Eklektik bir yazı oldu, farkındayım.

Kafam karmakarışık.

Neyi tutsam elimde kalıyor.

Nereye baksam kalabalıkların tahakkümüne çarpıyor başım…

Ömür ne ki. O zor kırılma noktalarını kazasız belasız atlattığımız kadar insanlaşabiliyoruz.

Tam da burada bir slogan atmak geldi içimden:

"O kırılma noktalarını aşamadığınızda, kırılıp, yamulup, döküldüğünüzde, teslim olduğunuzda, insanlık defteriniz dürülür, çöpe atılır... Kalabalıklara saklansanız da ömür boyu leş kokarsınız…"

Yazarın Diğer Yazıları

"Sözlerim varsa, var demeksin"

Eğer dokunamıyorsak, içine akamıyorsak, anlaşılmadığımızı sanıyorsak, anlayamıyorsak, iletişim kurmayı başaramıyorsak sözcüklerimizi yeniden gözden geçirmeye, daha derinlere inmeye ihtiyacımız var demektir

Şifreli aşklar...

Kafelerde iki sevgili oturuyor. Siz öyle görüyorsunuz. Aslında onlar çok kalabalık. İki sevgili de ellerindeki "sevgiliye" gömülmüş. Yani masada gezinen yığınla insan, yığınla söz var. İki sevgilinin sözleri arada kim vurduya gidiyor. Gözler zaten birbirini görmüyor

Yarım kaldık, sakat kaldık...

Hayallerimin orasını burasını didikleyip öykülere çeviriyordum. Güzel bir film izlemeye hazırlanıyordum. Ta ki, Birhan Keskin'le burun buruna gelinceye kadar