01 Ekim 2016

Cesaret, etik ve sanat

Sınırları koyabilmenin de bir erdem ve ahlak işi olduğunu kavramamız gerekir.

‘Kendini’ arayan bir insan olarak sanatçı, kendilik durumuna dair bir farkındalık endişesi taşır. İnsanın kendine dair algısı güçlendikçe bu endişenin üstesinden gelmesi kolaylaşır. Bu arayışın varacağı yer cesaret ve olgunluğun erdeminden başka bir şey değil. “Cesaretin olumlu yanları –büyümenin içsel yanı olarak cesaret, kendi benliğine güç vermekten önce gelen kendi benliğini bulma’nın yapıcı bir yolu olarak cesaret– hakkındaki anlayışımızı geri almalıyız” diye bir uyarıda bulunuyor Rollo May; Kendini Arayan İnsan kitabında. Öyle ki, Romalıların antik Yunan kültüründen devşirdiği Nosce te ipsum – ‘kendini bilme’ ahlakı geliyor aklımıza. Burada kendini bilmek, kendi yetilerinin farkındalığı ve ölümlülüğün farkında olma durumudur söz konusu olan. Demek ki, ‘kendini bilme’ vurgusuyla hem kendi fiziksel olanaklarını hem de zihinsel açıdan haddini bilme anlamına gelen etik bir öğretiye dikkat çekiliyor ve bunun dinin ön gördüğü moral değerlerle hiçbir alakası yok. Bu ölümlü insanın, gücünün yettiği kadarını yapması ve aklının yettiği kadarıyla söz sahibi olması etik ve ahlaki bir iradenin yansımasıdır. Elbette ki Yunanlıların panteisttik düşünce yapısında tüm bunların bir başka anlamı daha vardı. Ölümlülerin kulağına küpe olmak üzere, ölümsüz tanrıların, titanların gücünü hatırlatarak hadlerini aşma konusunda onları uyarıyordu.     

Sanat, böylesi bir ‘kendini bilme’ anlayışı üzerinden kendi sınırlarını belirlerken, cesaretin bir erdem göstergesi olarak tüm medeni kalkışmaların hareket odağına dönüşmesi ahlaki bir tercihin sonucudur. “Cesaretin her türü ahlaki cesaret değil midir?” diye soruyor Rollo May. Cesaretin odaklandığı kırılma noktası gerçeğin açığa çıkmasıysa bunu olanaklı kılan tek şey bir dizi deneyimler bütünlüğü ve bu deneyimlere ait bir bellektir. Basitçe, gerçeği görme cesareti olgunlaşma erdemini gerektirir. “Kişiyi filozof kılan şey her tür soru karşısında içini olabildiğince dökebilme cesaretine sahip olmasıdır” diyordu Schopenhauer. Olgunlaşma erdemi işte bu tür bir şeffaflık ve kendini apaçık kılma cesaretine denk düşüyor. Peki, şeffaflığın ve apaçıklığın erdem ve cesaretle etkin bir dönüşüm sürecine ivme kazandırması neyle sınırlandırılabilir? Kendini bilme ya da haddini bilme işte burada bir uyanıklık egosu olarak karşımıza çıkar. Bu durum sadece sanat için değil bilim için de geçerlidir. Genetik yapısıyla oynanmış besin kaynaklarından tutun da insan eliyle doğal felaket sayılacak çevre tahribatlarına kadar; teknolojik çöp yığınları yaratan aşırı üretimden, savaş endüstrisini beslemek için yaratılan yapay savaşlara kadar işlenen insanlık suçları, vahşi kapitalizmin ahlaksız tekliflerinin bir sonucu değil midir? İnsan yaşamına olumsuz etkilerde bulunulacak akıl yürütmelerden ve sırf maddi kazanç uğruna yeryüzünün doğal ortamına zarar verecek kılgılardan kaçınmak ahlaki bir kaygıyla ortaya çıkan bir tercihtir. Elbette ki sanatın da kendi ahlaki direniş dinamiğine güç verecek olan ‘cesaret’ kendi algısını güçlendirecek kavramları bünyesinde barındırmak durumundadır. ‘Sanattır ne yapsan yeridir’ anlayışıyla oldukça gereksiz salınmaların içine girmek cesaret sahibi olmak anlamına gelmez; sadece gösteri toplumunun o sayrıl izlence zevkine hoş bir an hediye edersin.     

Yaşamın tüm kesitlerinde –gündelik yaşam sosyolojisinden arketipal davranışlar içeren hakikat mistisizmine– doğruluk, iyilik ve uygunluk kavramlarını toplumsal yaşamı düzenleyen birer davranış belleği öznesi olarak buluyoruz karşımızda. Bu üç kavram da aslında ‘etik olan’ı tanımlayan anahtar sözcüklerdir. Doğruluğun yanlışlığa, iyiliğin kötülüğe, uygunluğun da uygunsuzluğa evrimle durumu bir bozukluğa işaret ediyorsa burada etik dışı olan bir durum vardır. Bu durum aynı zamanda hakikatin algılanma noksanlığına da işaret ediyor. Alain Badiou’ya göre de etik esasen düzenleyici bir rol oynar (Alain Badiou, Etik, Metis Yay. 2006). Bir hakikat felsefesi açısından kavrandığı şekliyle “etik olan” öznel bir sadakati korumaya ya da teşvik etmeye yardım eden şeyi tanımlar. Bu teşvik başarısız olduğu zaman bozulma baş gösterir; bozulma da kötülüğün ta kendisidir. Kötülük hakikati saptıran tüm yanılsamaları içinde barındırır. Öyleyse bir hakikat etiği üzerinden inşa edilen özne, yani o kendini arayan, kendini bilmeyi isteyen insan, eğilmeyi dayatan ve kişiyi bir yalanın ayartılmış nesnesine dönüştüren iktidarların ‘etik olan’ı karşısında nasıl davranmalıdır? İşte burada sanatçı, özerk kişiliğinin o kendilik denemesi sürecinde kendi için ‘etik olan’la ilişkisini nasıl tanımlayabileceğini düşünmeliyiz.

Cesaret ve olgunluğun erdemi olarak algılanan etik mevcudiyet sorununu herhangi bir öz-yararcılık ve hakikat mistisizmine dayandırmadan sadece bir davranış belleğine indirgerken, düzenleyici ve hakikati öznel gerçeklik alanına sıkıştıran etik ise kendi adanmış öznelerini “kendini hiçe sayan” bireyler haline sokuyor. Sanatçı nerede duruyor? Kendi benliğini bulmayı öneren cesaret cephesinde mi, yoksa gerici iktidarların sözüm ona ‘bozulma’nın önüne siper olacak olan sadakatin mevzisinde mi? Günümüz sanatçısının en derin sıkıntısı budur işte. Evet, deontolojik etikten bahsediyorum. Sanatı bir kayıtsızlık fenomeni olarak algılamak yerine sınırları ihlal etmek kadar, artık sınırları koyabilmenin de bir erdem ve ahlak işi olduğunu kavramamız gerekir.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Kadın ve eril tahakküm

Üçüncü bir yol düşünmeden, ille de iki yoldan birini seçmek durumunda kalmak yeni bir anlayış ortaya koyamamanın sıkıntısından kaynaklanır sanırım

İçimizdeki ceset mi cenin mi?

Hiçbir zaman olmadığı kadar içinde yaşadığımız şu doğanın dışarısı olan evlerimizi sorguluyoruz şimdi. Mobilyalar, eşyalar yaşantımızın birer uzvuna dönüşerek hiç aklımıza getirmediğimiz nesne ontolojisinin bir parçası kıldı bizi

İktidarlık temsili ve mutlak ben

Tüm bu önlemler toplumun ve yurttaşlar olarak bireylerin taleplerine karşılık verecek önlemler olarak değil, iktidarın kendini ve temsil ettiği devleti nasıl koruyacağı üzerine kurgulanmıştır