07 Mayıs 2017

Posta kutusundaki büyük sarı zarf

Ne yalan söyleyelim mektubun yazarının içine benim karıştığım hissini yaşamadım desem yalan olurdu

Aşağıdaki mektubu posta kutumda buldum. Aslında herkes gibi ben de posta kutumu ara sıra açıp bakma alışkanlığını çoktan bıraktım. Eğer özellikle beklediğim bir mektup yoksa kutunun varlığını bile unutur giderim. Arada bir hemen tümü gereksiz bazı mektupları (mektup demek bile zor bunlara, bankalardan, telefon şirketlerinden gelen dokümanlar vb) zarfını bile açmadan kâğıt çöplüğüne atıveririm. Bir de evlere paket servis yapan restoranlar, sucular, çilingirler, zararlı böcekler için ilaçlama yapanlar, tamirciler ve servisler ile ilgili el ilanları var. Çoğu dağıtıcı bunları apartmanın dış kapısının altından onlu yirmili atıveriyorsa da bazıları bu el ilanlarını tek tek posta kutularına yerleştirmeye üşenmiyor. 

Yine de bu mektubu fark etmem fazla zaman almamış olmalı. Her ne kadar üzerinde bir tarih yok idiyse de zarfın en fazla birkaç gün önce konduğunu tahmin ediyorum. Mektubun gerekenden çok daha büyük bir zarfa konmuş olması belki dikkat çekmesi içindi. Belli ki zorlanarak, kıvrılarak kutuya sokulmuş olan büyük sarı zarfı bir yere sıkışmış ve kurtulmak için bekleyen bir hayvana yardım edercesine yırtmadan, zarar vermeden, titizlikle kutudan çıkardım. Belki sarı zarf bende içindekinin resmi bir mektup olabileceği izlenimini uyandırdığından böyle davranmışımdır.

Zarfın üzerinde yalnızca “Sayın Temir Dürkay’ın ilgisine” yazıyordu. Bunu görünce içimde çalkalanan hislerden hangisini beğenip yüzüme yakıştıracağıma karar verememişim gibi hayli uzun bir süre zarfa bakakaldım. Belki o sırada başkaları gelip geçseydi öyle o kadar uzun durmazdım orada. Kimse geçmedi, ben de duygu çarkıfeleğinin dönüp dönüp durduktan sonra bir duyguya işaret etmesini ister gibi bekledim. Bu benzetmeye uygun bir durulma olmadı içimde, onun yerine kollu kumar makinelerinde olduğu gibi birkaç ayrı bant varmış da her birinde değişik resimler (duygular) çıkmış gibi oldu. Şaşkınlık, öfke, merak, korku (şaşkınlıktan iki tane diyelim). En baskın duygu olan şaşkınlığı anlamak kolaydı, zaten insana kesinlikle tuhaf gelen bir havası vardı mektubun. O koca sarı zarf, üzerinde adres olmaksızın yalnızca bir ismin yazılı olması, üstüne üstlük bizzat isimdeki o garip parodi kokusu. Benim ismimden uydurulduğu belli olan bir isme hitaben yazılmış olan bu mektubun arkadaşlardan gelmiş ve bir tür şaka içeriyor olması hayli akla yakın bir olasılık gibiydi. Bunu düşünürken densizce bir şakayla karşılaşma olasılığının yarattığı öfke eşliğinde zarfın kısa kenarından ince bir şerit yırtarak içindeki mektubu çıkardım. Kısa bir mektuptu, garip bir biçimde hem el yazısı ile yazılmış hem de basılmış bölümler içeriyordu. Eve girip okumaya başladım.

Sayın Dürkay,

Sizi yaklaşık bir yıldır tanıyorum. İstesem de istemesem de bir süredir sizin aklınızdan-ruhunuzdan geçenler olduğunu tahmin ettiğim birtakım zihinsel malzemeye maruz kalıyorum. Bu “malzemelerin” bana neden ulaşmaya başladığı veya nasıl olup da ulaşabildiği hakkında hiçbir fikrim yok. Bunların başka birisine ait olduğunu anlamadan önce aklımı yitirme korkusuyla dolu haftalar geçirdim.

Yazdıklarımın size tuhaf ve saçma geleceğini biliyorum, ben de olsam aynı şeyleri düşünürdüm. Ama siz de dünyanın türlü ahvalini görmüş, nice olmazların olduğuna şahitlik etmiş, nice inanılmazların sıradan gerçeklere dönüştüğünü tecrübe etmiş, şaşmış-alışmış, yadsımış-kabullenmiş, kaçmış-yakalanmış bir beni âdemsiniz. Birazdan anlatacaklarımın bana yaşattığı sıkıntıların karşılığında sizden tek istirhamım idrakinizi zorlasa da bir süre için söylediklerime inanmaya yakın durarak dinlemeye çalışmanız olacak. Sizden gelen “malzemeden” biliyorum ki sizin böyle bir tarafınız vardır, acayibe-tuhafa, ruhsala-mistiğe bir meyliniz demeyeyim ama merakınız dikkat çekmeyecek gibi değildir. Hatta eğer sizden bana gelenlerin sizden bana gelmesi tesadüften öte bir anlam taşıyorsa muhtemelen sizin bu özellikleriniz nedeniyledir.

İlk olay bundan bir yıl önceydi. Hani durup dururken aklımıza takılan düşünceler ya da yapılması zorunluymuş gibi hissettiğimiz eylemler olur ya, onun gibi. Gün boyu “Pınar Başından Bulanır” türküsü dilime takılıp durdu. Sözlerini kısmen biliyordum, tamamını internetten buldum. Yine internetten belki yirmi ayrı kişinin icrasıyla bu türküyü dinledim. Elime bağlama almışlığım vardır, eve varınca akşamımı türküyü notalarından sökmeye ayırdım. Sonuçta çalıp söylemeyi de becerdim. Bu iş birkaç gün boyunca biraz tuhaf diyebileceğim bir yoğunlukta sürdü. Ama böyle bir durumun içinde olsanız ne diyeceksiniz kendinize? Evet, ben de öyle yaptım, tuhaflığımı kendime bağışladım ve bu mecburiyet hissinin yatışmasını bekledim.

İkinci gariplik evvelden Derviş ve Ölüm’ünü okumuş ve sevmiş olsam da hiç beklenmedik bir şiddette Selimoviç’le ilgili ani bir tutkulu okuma isteğinin içime yerleştiğini fark etmemdi. Aklımdan geçen cümle tam olarak şöyleydi: “Kale’yi iki kere okumalıyım”. Yeni bir baskısı olmadığından kitabı bulmam kolay olmadı. Ama daha önce kitap hakkında herhangi bir şey duymuş ya da okumuş olmamama rağmen kimin öyküsünü okuyacağımı çoktan biliyordum. Daha da ilginci kendimi içimden yükselen bir buyruğu tekrarlarken, “Önce 9. Bölüm, Çocuk Düdükleri okunacak sonra başa dönülecek” derken bulmamdı.  Ahmet Şabo’yu, Mahmut’u, Ramiz’i sizin de tanıdığınızdan ve bu söylediklerimin benden çok size yakın olduğundan eminim.

Bir gece hiçbiri birkaç dakikadan uzun sürmeyen sözüm ona uyku aralıklarıyla bölünmüş olsa da sabaha dek kapkaranlık bir dünyada zihinsel olarak dolaşırken buldum kendimi. Tümüyle yabancı olduğum tuhaf bir acı, koyu bir üzüntü içimi kaplamıştı. Kaynağı anlaşılmaz ama şiddeti açık bir isimsiz korku, çaresizliğe bulanmış katran gibi yoğun bir keder beni hayatımın sınırlarında dolaştığım duygusuyla baş başa bıraktı. Ertesi gün içimdeki buyruğa uyarak Borges’in Gizli Mucize’sini okudum.

Ardından ne olduğunu anlamadan kendimi sigaraya başlamış buldum. Sanki bana “dışarıdan konmuş” gibi yerleşen bu haller artık yakınımdakilerin dikkatini çekmeye başlamıştı. Bir ikisi çekinerek ne olup bittiğini sordu ve bir ruh hekimine görünmemin iyi olabileceğini ima etti. Aslında buraya dek okuduysanız ruhsallığa dair dipsiz bir merakın giderek içime yerleştiğini söylememin sizi hiç de şaşırtmayacağını tahmin ediyorum.  Bir ruh hekimine gitmedim, sebebini anlatmama da ihtiyaç yok, değil mi?

Bu sıralarda bana dışarıdan gelen bir zihinsel malzemenin istilası altında olduğumu anlamıştım, ama bunun bir tek kişiye ait olduğu gibi bir izlenimim yoktu. Kısa bir süre sonra aslında bu içeriğin bir tek zihne ait olduğunu kavrar gibi oldum, çünkü sizinle zaman bakımından senkronize olmadığımızı anlamıştım. Bazen sizin için eski ya da hatta çok eski olan bir içerikle karşılaşabiliyordum. Zihnimin ve ruhsallığımın sizin için harici bir disk gibi bir tür yedekleme işine yaradığını tasarlıyordum kafamda. Bugün bu benzetme bana yeterli gelmiyor, ama o dönemde anladığımı düşünmeme yardımcı olmuştu. Sizin siz olduğunuzu anlayınca ve sizi bulunca ne yapacağımı düşünmeye başladım. Yapacak bir şey bulamadığım için kendiliğinden olagelen şey sizi uzaktan izlemeye başlamak oldu. İlk merak ettiğim şey bu akışkanlığın-geçişkenliğin karşılıklı olup olmadığı idi. Size sormak dışında bunu öğrenmenin bir yolunu bulamadım tabii, bilmem bana bir cevap verebilecek misiniz?

Uzatmayayım, çünkü az sonra belirteceğim gibi ileride uzatmak istiyorum. Böylelikle yavaş yavaş gelenlerin sizden geldiğini, gelenlerin değişik zamanlara ait olabildiğini (bende bebeklik döneminize ait bazı bilgilerin bile olduğunu duymak sizi meraklandırabilir), bunların bir kısmının sizin için hiç bilinmedik içerikler olabileceğini anladım. Sakinleştim ve durumu olduğu biçimiyle kabullendim. Bu durumdan kurtulmak için acele çabaların beni (ve belki sizi) hayli güç durumlara sokabileceğini anladım. Halen bunun neden ve nasıl olduğunu bilmiyorum. Sizin de bir açıklamanız olduğunu sanmıyorum.

Söylediklerime sizden başkasının pek bilemeyeceği pek çok örnek ilave ederek bunların size ait oluşlarını kanıtlamaya çalışarak devam edebilirim, ama buna pek ihtiyaç duymayacağımızı ümit ediyorum. Birlikte oynadığınız arkadaşınız (Bay Chandler) kadar iyi bir FIFA oyuncusu değilseniz de gayretinizden ve zihninizden geçen haris arzulardan haberdarım. Son zamanlarda bana İsmail Güzelsoy’un tüm romanlarını okuma buyruğunu yerleştirdiniz, belki diğer şeyler için değil ama bunun için size minnettarım.

Sayın Dürkay, bugün bu mektubu size yazmaya karar vermemin nedeni, artık sizi bu durumdan haberdar etmenin ahlaken bana zorunlu görünmesidir. Daha sonrasında ne yapacağımı halen bilmiyorum. Hem sizden biraz çekiniyor, hem sizi merak ediyor, hem de size karşı bir tür sorumluluk hissediyorum. Yukarıda “İleride uzatmak istiyorum” dediğim şey, sizin karşınıza çıkmadan evvel size anlatmak istediğim birçok şeyin olması. Ayrıca başlangıçta ne kadar katlanılmaz ve rahatsız edici bulsam da sonradan uzaya giden ve bir süre orada yaşayan insanların sayısının az olması gibi bu tür bir yolculuk yapabilen insanların sayısının da muhtemelen çok az olduğunu düşündüm ve zor da olsa bu durumun bir süre daha devam etmesini istediğime karar verdim. Nedense sizinle karşılaştığım anda bu olağandışı deneyimin sona ereceğini ve hatta yeni deneyimlerin imkânsız olmasından öte yaşananların da belleğimden tümüyle silineceğini hissediyorum. Bu temelsiz bir düşünce gibi görünebilir ama bütün bu yaşadıklarımdan sonra böylesi bir kesin inanç için kim beni suçlayabilir ki?

Size bana ulaşabilmeniz için herhangi bir adres, isim, telefon numarası vb vermeyeceğim. Müsaade ederseniz (belki etmeseniz de) bir süre daha sizi sizin içinizden görmeye devam edip sonra bunlar hakkında sizinle konuşmak istiyorum. Tekraren söylüyorum, sizden bana gelenlerin sizden bana gelmesi tesadüf değilse belki de bu böylesi bir deneyimin yalnızca ikimiz arasında yaşanabilecek olmasından ötürüdür.

Sevgi ve saygılarımla.

***

İşte böyleydi mektupta yazanlar. Ne yalan söyleyelim mektubun yazarının içine benim karıştığım hissini yaşamadım desem yalan olurdu. Üslubunu kendime çok yakın buldum. Ne fazla ussal ne fazla ruhani, uygun bir dengede yürüyen ikna çabasının üzerimde etkili olduğunu nasıl inkâr edeyim? Yine de akıl almaz şeylerden söz ediyordu. Bütün bunların bir şakadan ibaret olma ihtimalini yeniden düşündüm. Öte yandan eğer böyle bir kişi varsa ve bu söylediklerini yaşamışsa bunun anlamı ve sonuçları hakkında heyecanlı-hevesli ama aynı zamanda korkutucu düşlemlere dalmamak mümkün müydü?

Kendisine ulaşmak için bana bir yol göstermemişti. Yalnızca benimle irtibat kurmaya devam edeceğini söylemişti. Ama beni izlediğini söylediğine göre bu yazıyla ona seslenebilirim. Bana yazmaya devam etmesini ve sadece kendisine seslenebileceğim bir yol bulmama yardımcı olmasını isterim. Bu akışkanlığın geçişkenliğin karşılıklı olup olmadığı yolundaki sorusuna cevaben, hayır bugüne dek bende başka birisinden geldiğini hissettiğim, “içime konmuş” gibi olan bir ruhsal malzeme ile karşılaştığım duygusu olmadı.

Ama daha bu cümleyi tamamlar tamamlamaz bundan kuşkuya düştüğümü de gizleyecek değilim. 

Yazarın Diğer Yazıları

On altı

Seninle yan yana yürürken istesem de istemesem de çokluk senin hakkında, ikimiz hakkında düşünürüm. Türlü şeyler anlatırım sana, bazen sesli olarak, bazen içimden. Gözüne güzel manzaralar ilişsin, kulağına hoş-avaz kuşların nağmeleri dolsun isterim. Dünyayı beğendirmeye çalışır, sanki sana "bak bu da var!" der gibi ilginç şeyleri işaret ederim

"Hiç" oldum Muvakkit

Muvakkit'in zihninin içinden süzülen şöyle bir cümle duydum: "Hayatında sadece acı varsa, hiç acı yoktur". Üstelik sormadan anladım ki, bununla acının fazlalığından kaynaklanan bir kayıtsızlık halini kastetmiyordu. Tuhaf bir fikir diye düşündüm, ama bir açıklama istemedim. Öylece kalmaya, salınmaya devam ettim. İfadeyi tersinden kursaydı, örneğin "Hayatında sadece zevk varsa, hiç zevk yoktur" deseydi, kabul etmek o kadar zor olmayacaktı sanki. Sonra, öylece kaldım ve yavaş yavaş ne demek istediğini anladım. 

Muharrem İnce ve Freud'un fıkraları

Seçimlere kısa bir süre kala bazen kendimi öylesine sıkışmış, cansız ve isteksiz bir ruh haliyle mahut günün gelmesini ve ne olacaksa olmasını bekler bir durumda buluyorum ki, ilgimi başka konulara yöneltmek ihtiyacı hissediyorum. Bu hafta sonu da gündemden birkaç saatliğine uzaklaşmak için Elliott Oring'in Sigmund Freud'un Fıkraları: Mizah ve Yahudi Kimliği Hakkında Bir Çalışma adlı kitabını okuyordum. Kitap beklediğimden hayli farklıydı ve Freud'un incelemek için seçtiği fıkralarla kendi hayat öyküsü arasında ilginç bağlantılar kuruyordu[i]. Öte yandan kitapta incelenen fıkraları okurken zihnimin bunları bir şekilde Muharrem İnce'ye bağlayıp durduğunu fark ettim. Bir iki fıkra sonra da bunu kendim için eğlenceli bir hafta sonu uğraşı haline getirdim. Derken, belki bunu bir yazıya dökebilirim diye düşündüm.