08 Haziran 2014

Neden düşmanlara ihtiyaç duyarız?

Yapıcı eylem çizgisi bulmak istiyorsak duyguların önemini teslim eden ve 'tahammül edilemez gerçekleri' anlamaya çalışan bir tutum benimsemeliyiz

George Orwell’ın 1984 adlı ünlü romanını 1984 yılında okumuştum. Tıpkı Hayvanlar Çiftliği kitabında olduğu gibi metindeki gönderme ve metaforların bazılarını anlayabilmek için benden daha bilgili okurların yardımına ihtiyaç duyduğumu hatırlıyorum. Demek ki, diye düşünmüştüm, okuması bu kadar zevkli bir metnin içinde kuvvetli politik ve toplumsal fikirleri anlatmak da mümkün. Sonradan Orwell’ın yalnızca edebi metinlerinde politik düşüncelerini ifade etme becerisine değil denemelerine edebi tat katma yeteneğine de sahip olduğunu gördüm. Ünlü yazar, Toplu Denemeler kitabında yer alan milliyetçilikle ilgili yazısında milliyetçiliğin düşünme kalıplarından ve düşünme özelliklerinden söz eder. Beş tip milliyetçiliği örnek olarak alır ve bunların her biri için kabul edilmesi imkânsız görünen birer fikir belirtir:

İngiliz Muhafazakârı: İngiltere bu savaştan gücü ve saygınlığı azalmış olarak çıkacaktır.

Komünist: Eğer İngiltere ve Amerika’nın yardımları olmasaydı Rusya bu savaşta Almanya’ya yenilirdi.

İrlanda Milliyetçisi: İrlanda ancak İngiltere koruması sayesinde bağımsız kalabilir.

Troçkist: Stalin rejimi Rusya’da kitleler tarafından benimsenmektedir.

Pasifist: Şiddetten tümüyle uzak durabilenler ancak başkaları onların yararına şiddet kullandıkları için bunu yapabilmektedirler.

Orwell’a göre bu görüşlerin her birinde önemli ölçüde gerçek payı vardır, ama yine de tahammül edilemez niteliktedirler. Çünkü milliyetçi düşünceye göre “bizim taraftakiler” işlediğinde görmezden gelinemeyecek bir suç yoktur. Kişi, suçun varlığını inkâr etmese bile, başkaları yaptığında şiddetle kınadığı bir suç olsa bile, zihinsel olarak haklı görülemez olduğunu bilse bile bunun yanlış olduğunu hissedemez. Sadakat devreye girdiğinde merhamet sahneden kaybolur.

Aslında konumuz milliyetçilik değil, birazdan sözü Orwell’ın sözünü ettiği bağlamdan uzaklaştırarak ele alacağım ama son bir kez onun fikirlerine başvurmam gerek. Orwell’a göre milliyetçi düşüncenin üç temel özelliği vardır.

Takıntılı Sadakat: Milliyetçi, kendi üstünlüğünden söz etmeyi önemser. Kendi tarafının en hafif bir küçük düşüşüne ya da karşı tarafın övülmesine katlanamaz. Rahatsızlığını ancak (doğru/yanlış, haklı/ haksız ama mutlaka) sert bir karşılık vererek hafifletebilir.

İstikrarsızlık: Yıllarca dost bilinmiş bir ülke ya da bir toplumsal grup birdenbire nefret nesnesine, düşmana dönüşebilir. Bunun tersi de aynı biçimde geçerlidir.

Gerçeğe karşı aldırışsızlık: Milliyetçi, olay dizileri arasındaki benzerlikleri görmez. Eylemler kendi niteliklerinden dolayı iyi ya da kötü değildir de kim tarafından yapıldıklarına göre iyi ya da kötü hale gelirler.

Dediğim gibi buradaki niyetim milliyetçilik hakkında yazmak değil. Bence Orwell’ın söyledikleri bizi asıl başka bir bağlamda aydınlatıyor. Bu düşünce özelliklerinin yalnızca milliyetçiliğe ait olmadıklarını, daha genel olarak en önde gelen özelliği “bir düşmana ihtiyaç duymak” olan düşünsel ve toplumsal akımların tamamını açıkladıklarını öne sürüyorum.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında, 1945 yılında ortaya atılmış bu fikirlerin günümüz Türkiye’sindeki duruma uygunluğu muhtemelen dikkatinizi çekmiştir. AKP elbette fikriyatında milliyetçi öğeler de barındıran ama temel olarak kendisini bununla tanımlamayan bir parti, oysa Orwell adeta AKP’nin bugünkü zihinsel dünyasını tanımlıyor. Hatta AKP’nin ünlü yazarın (aslında takma) adından türetilen  “Orwellyen” sözcüğünün anlattığı “özgür ve açık bir topluma karşıt olarak bireylerin gözetlendiği, lidere hayranlığın pompalandığı, tarihin ve gerçeklerin çarpıtıldığı otoriter toplumun” örnek bir partisi haline geldiği söylenebilir.

AKP başlangıçta toplumun o andaki ihtiyacına göre işlev gören ve yöneticilerinin de söylemlerini toplumsal ihtiyaca göre şekillendirdiği bir partiydi. Partinin o dönemden kalma programı okunduğunda veya Avrupa Birliği konusundaki tutumu hatırlandığında bu kolayca anlaşılabilir. (Doğan Akın’ın yazısı bu hatırlamaya yardımcı olabilir)  AKP yıllar içinde iktidara yerleşip devlet gücüne hâkim olduğunda işlevini toplumu da şekillendirerek değiştirdi. İktidarının ilk yıllarında pek ifade etmediği veya yalnızca çekingen biçimde ifade ettiği fikirleri şimdi vitrinin en önüne koymaktan çekinmiyor.

Bu süreç sırasında AKP giderek “bir düşmana ihtiyaç duyan siyasi akımların” düşünsel özelliklerinin tümünü sergilemeye başladı. Neredeyse her mensubu en ağır ifadelerle konuşabilen bir partinin, Anayasa Mahkemesi Başkanı “gömlek” metaforunu kullandı diye gösterdiği şedit eleştiriler, Kılıçdaroğlu’nun sürekli olarak “Genel Müdür”, “üç koyunu güdemez” vb biçiminde aşağılanmaya çalışılması ve AKP ile liderinin yüceltilmesi ilk özelliğin varlığını yeterince gösterir.

Dış politikada Suriye’yle ilişkilerin nasıl bir seyir izlediği hatırlandığında ya da daha güncel olarak içeride AKP’nin Gülen Cemaati ile olan ilişkisi düşünüldüğünde yukarıdaki düşünme özelliklerinden ikincisine uygunluk hemen göze çarpar.

AKP iktidarının gerçeğe aldırışsız oluşuna ilişkin ise sayısız örnek bulunabilir. En basitinden son olarak ortaya atılan Gezicilerin dozerle ağaç yıktıkları iddiası ya da daha eskilerden meşhur “Kabataş’ta örtülü bacıya saldırma”, “Dolmabahçe Camii'nde içki içme” gibi konular gerçeğin AKP iktidarı nezdindeki itibarına örnek oluştururlar.

AKP, iktidarının ilk yıllarında kendisinden düşünsel olarak uzak olan geniş bir kesime “ilişmezken” ve onlar da AKP’nin iktidarda oluşundan o denli rahatsız olmazken nasıl oldu da son bir iki yılda toplum neredeyse ikiye bölündü ve her iki taraftakiler de karşısındakilere karşı düşmanlığa varan duygular beslemeye başladı. Daha öncesinden bir zemin olmaksızın bu bölünme mümkün olabilir miydi?

Olan biteni anlamak için şimdi buradan biraz ruhbilim alanına geçmemiz gerekiyor. Çünkü “daha öncesinden var olan zemin” derken aslında bir hayli öncesini, insanın bireysel yaşamının başlangıcını kastediyorum.

Şimdi önce şunu anlamak istiyoruz: Günümüzün popüler sözcüğünü kullanarak sorarsak, “acaba insanın fıtratında düşmana ihtiyaç duymak var mıdır?”

Bu, teknik olarak yazmaya kalkarsak hayli karışık bir konu, ama bazı riskleri göze alarak çok basit biçimde anlatmaya çalışırsak durum şöyle:

İnsan yavrusu doğduğunda kendisiyle dış dünyanın sınırlarını ayırt edemez. Birkaç aylık olduktan sonra kendisinin annesinden ve diğer insanlardan ayrı bir varlık olduğunu anlar. Bu fevkalade önemli bir ruhsal gelişmedir ve bebek açısından ortaya çıkardığı birkaç hayati gerçek vardır. Bunlardan birisi beslenmesi ve bakılması için başkalarına ihtiyacı olduğudur. Bebek kendisine bakım veren kişinin açlığını gidermesi, acısını dindirmesi, onu ısıtması, serinletmesi, temizlemesi, ateşini düşürmesi vb. işleri sırasında haz ve acı, keyif ve huzursuzluk, hoşnutluk ve sıkıntı gibi değişik algı ve duygular içinde olur. Bunların sorumlusu olmayı üstlenebilecek olgunlukta olmadığından temelde çevresini yani annesini bunların kaynağı olarak görür. Böylece annesini bazen iyi bazen kötü, bazen cömertçe veren bazen esirgeyen, bazen sevgi dolu bazen düşman gibi algılar. Şimdi önemli noktaya geliyoruz. Bebek annesinin (kendisinin de) bu değişik imgelerini birleştirip bunların tek ve aynı kişiye ait olduğunu kabul edebilecek olgunlukta olmadığı için bu yaşamsal soruna bir çözüm bulması gerekecektir. Bir kişide (ve kendinde) hem olumlu hem olumsuz değerlerin var olduğunu kabul etmek insanın ruhsallığının gelişiminde kademeli olarak aylar ve yıllar içinde giderek gelişecek bir özelliktir, ama bebeklikte bu henüz mümkün değildir. Kötülüklerin bazılarının kendi içinde, iyiliklerin bazılarının ise dışarıda olduğunu kabul etmek; iyiyle kötünün karışmasına izin verebilmek belirli bir gelişim düzeyini gerektirir. Bebeğin bu gelişim düzeyine varmadan önceki çözümü iyi ve kötüyü birbirinden ayırmak, bölmektir. Böylece ortada birisi iyi birisi kötü, birisi veren birisi esirgeyen, birisi sevecen birisi hoyrat iki anne vardır. İyiyi kötüden korumak için yaptığı bu bölme nedeniyle bebek değişik anne imgelerini birleştirebileceği, siyahla beyazı karıştırıp griyi bulabileceği zamana dek bu ruhsal durumda kalır.

Bu bölme zamanla ve olgunlaşmayla temel bir mekanizma olmaktan çıksa da insan hayatında varlığını kısmi olarak korumaya devam eder. Ama olgun bir kişinin bu bölme mekanizmasını nadiren ve sınırlı olarak kullanması beklenir. Eğer dışsal ya da içsel koşullar kişinin ya da grupların ruhsal olarak gerilemesine yol açan özellikler taşıyorsa bu bölme mekanizması çok daha sık kullanılabilir. Örneğin milliyetçilik ya da “kötü öteki” olarak düşmana ihtiyaç duyan diğer akımlar savaş dönemlerinde çok daha fazla etkili olurlar. Çünkü savaş dönemleri olağan zamanların aksine ancak en temel, en önemli, en yaşamsal şeylerin korunacağı, geri kalanların ve eğer gerekirse gerçeğin, olgunluğun vb. bir kenara bırakılabileceği zamanlardır.

Sorumuza dönersek, insanın hayatının başlangıcında, ruhsal gelişiminin bir evresinde iyiyle kötüyü birbirinden ayırdığı, iyiyi kötüden korumaya çalıştığı bir erken dönem vardır. Sonraları büyüme ve olgunlaşma sayesinde bu gereklilik ortadan kalkar. Ama ruhsal yaşamda hep olduğu gibi daha eski dönemlere ait özellikler tümüyle ortadan kalkmayıp uygun ortam olduğunda yeniden belirmek üzere biraz kenara çekilirler.

Bir bütün olarak toplumun ruhsal gelişimini insanın bireysel gelişimiyle kıyaslayarak söylersek, bugünkü durumda bu ilkel “kötü öteki” hissiyatının hepimizi esir almakta olduğunu fark etmeliyiz. Eğer mevcut durumla ilgili yapıcı bir düşünce ve eylem çizgisi bulmak istiyorsak duyguların önemini teslim eden ve “tahammül edilemez gerçekleri” aramaya ve anlamaya çalışan bir tutum benimsemeliyiz.

Orwell “ahlaki çaba” gerektirdiğini söylediği böylesi bir tutumun benimsenebileceği konusunda kötümserdi. Bense iyimser olmak istiyorum, ama galiba sadece o kadar.  

Yazarın Diğer Yazıları

Muhalif seçmen depresyonda mı yasta mı?

Depresyon bir ruhsal bozukluğa işaret ederken, yas kaybın ardından gelişen normal bir reaksiyon olarak kabul edilir. Ortada kayıp varsa, kaybı inkâr etmek ve yastan kaçınmak sağlıklı değildir

On altı

Seninle yan yana yürürken istesem de istemesem de çokluk senin hakkında, ikimiz hakkında düşünürüm. Türlü şeyler anlatırım sana, bazen sesli olarak, bazen içimden. Gözüne güzel manzaralar ilişsin, kulağına hoş-avaz kuşların nağmeleri dolsun isterim. Dünyayı beğendirmeye çalışır, sanki sana "bak bu da var!" der gibi ilginç şeyleri işaret ederim

"Hiç" oldum Muvakkit

Muvakkit'in zihninin içinden süzülen şöyle bir cümle duydum: "Hayatında sadece acı varsa, hiç acı yoktur". Üstelik sormadan anladım ki, bununla acının fazlalığından kaynaklanan bir kayıtsızlık halini kastetmiyordu. Tuhaf bir fikir diye düşündüm, ama bir açıklama istemedim. Öylece kalmaya, salınmaya devam ettim. İfadeyi tersinden kursaydı, örneğin "Hayatında sadece zevk varsa, hiç zevk yoktur" deseydi, kabul etmek o kadar zor olmayacaktı sanki. Sonra, öylece kaldım ve yavaş yavaş ne demek istediğini anladım.