16 Temmuz 2018

Muvakkit'le hasbihâl

Kim ki hayatla ölümü birbirlerinden bütünüyle ayrı düşünür, o aslında ne hayatı tatmıştır ne de ölümü

Beklenmedik anlarda da ama özellikle yılın bu vakti geldiğinde Muvakkit’in varlığını hatırlatan o tuhaf hisle doluyor içim. Semayla yerin, karanlıkla ışığın, varlıkla hiçliğin ve nihayet hayatla ölümün iç içe geçip kaynaştığını hissettiğim, zihnimin de bu kargaşayı yansıtan kendine özgü bir durumda olduğunu anladığım zamanlardır bunlar.

İşte efkâr basmış halimle gurup eden güneşin ardından bakarak pencerenin kenarında oturuyorum. İsteğim de karışık, hem bu anın ezici ağırlığı altında boğularak bu durumdan çıkmak hem de gideceğim ya da döneceğim yeri düşünmenin yarattığı bunaltıdan uzak kalmak istiyorum. Nefesimin hava yerine boşluk çektiğini ve saldığını seziyorum. Bu ölüme ramak kaldığı anlamına mı gelir, ölümün içime sızdığı anlamına mı, bilemem. Ama ancak bedenim ve zihnim işte böyle bir haldeyken Muvakkit’le konuşmayı tahayyül edebilirim. Bekledikçe, beklediğim şey olacağımı ve beklediğimin ne olduğunu öğreneceğimi önceden kabul etmiştim.

Dumanlanmış zihnimin derinliklerinden doğru gelen bir sesi işitiyorum belli belirsiz. Vücudum kayboluyor, esîre esir düşüyor adeta. Muvakkit’le buluşmaya can atıyorum artık. Derken karanlıkta kararsız bir karaltı halinde seziyorum onu.

Konuşan ben miyim bilmiyorum, ses tanıdık geliyor: “Senin geldiğini içimden bir buhar yükselir gibi olduğunda anlıyorum”. Cevap veren o mu, yine bilmiyorum, ama ses neredeyse aynı: “Sana geldiğimi içimden bir duman yükselir gibi olduğunda anlıyorum”. Bu tarizli cevap canımı sıkmaktan çok sanki parola-işaret söylenmiş ve ikimiz de kim olduğumuzu doğrulamışız gibi rahatlamamı sağlıyor.  

Muvakkit’le karıştığımızı, iç içe geçtiğimizi fark ediyorum. Tuhaf bir duygu yaratıyor bu, kesik bileğinden kanı akıp içi çekilen ama akıp yayılan kırmızı şeride tümüyle aldırışsız gözlerle bakan, kendini kaybederken nereye gittiğini de bilemeyen birisi gibi inliyorum: “Yaşamaya da ölmeye de değmiyor”.

Bir süre sessiz kalıyor, sonra usul bir sesle konuşmaya başlıyor: “Hayatla ölümün ayrılmazlığını artık anladığını sanıyorum. Ben seni eskiden, sen beni duymadan evvel de tanırdım. Bilirim ki önceleri hayatı ölümün ve ölümü hayatın aksi zannederdin oysa bunlar ancak birbirinin aksidir. Yani birbirlerinin karşıtı değil de olsa olsa yansımasıdırlar. Kim ki hayatla ölümü birbirlerinden bütünüyle ayrı düşünür, o aslında ne hayatı tatmıştır ne de ölümü. İşte burada birbirimizleyiz, hayatta mıyız ölümde mi bilemeden. Sen hayatın, ben ölümün kapısından geçip bu pencere kenarında buluştuk, ama sen hayatta mısın ya da ben ölü müyüm, kim söyleyebilir bunu?”

“Hayatla ölümü yalnız inanç köprüsünün birleştirebileceğini iddia edenlerin tersine biz köprünün zaten onlardan kurulu olduğunu bilenleriz. Ben senin çoktan öldüğünü anlarım, sense benim hala yaşadığımı. Zihnimizde hayatla ölümün arasında setler çoktan yıkılmıştır. Hayatımız denize düşen ve onunla kaynaşan bir damla gibi ölümle bütünleşir. Ölmeden önce öldüğümüz için bir daha ölemeyiz ve doğmadan önce yaşadığımız için yeniden yaşayamayız”.

Akşamın ziyasının söndüğü vakitten fecrin henüz zayıf olan parıltılarının görülmeye başladığı vakte kadar Muvakkit’le bu minval üzere dertleştik. Şehrin göbeğinde her nasılsa var olmaya yer bulmuş bir horozun kederli ötüşleri artık ayrılmamız gerektiğini haber veriyordu. Uçsuz bucaksız sulardaki ceviz kabuğu kadar sandalda, deryayla semanın baş aşağı olduğu bir vakitte neden ve nereye olduğunu bilmeden birkaç kürek sallamıştık. Artık kürekleri salmanın ve kendimizi birer hayalden ibaret olan kendi dünyalarımıza bırakmanın vakti gelmişti. Muvakkit haffaf işi ayakkabılarını yerde sürüyerek ağır ağır uzaklaştı. İçimden sanki isli bir duman bir girdapla çekilip havada bir süre asılı kaldı, sonra Muvakkit’in peşinden savruldu gitti.

Yazarın Diğer Yazıları

On altı

Seninle yan yana yürürken istesem de istemesem de çokluk senin hakkında, ikimiz hakkında düşünürüm. Türlü şeyler anlatırım sana, bazen sesli olarak, bazen içimden. Gözüne güzel manzaralar ilişsin, kulağına hoş-avaz kuşların nağmeleri dolsun isterim. Dünyayı beğendirmeye çalışır, sanki sana "bak bu da var!" der gibi ilginç şeyleri işaret ederim

"Hiç" oldum Muvakkit

Muvakkit'in zihninin içinden süzülen şöyle bir cümle duydum: "Hayatında sadece acı varsa, hiç acı yoktur". Üstelik sormadan anladım ki, bununla acının fazlalığından kaynaklanan bir kayıtsızlık halini kastetmiyordu. Tuhaf bir fikir diye düşündüm, ama bir açıklama istemedim. Öylece kalmaya, salınmaya devam ettim. İfadeyi tersinden kursaydı, örneğin "Hayatında sadece zevk varsa, hiç zevk yoktur" deseydi, kabul etmek o kadar zor olmayacaktı sanki. Sonra, öylece kaldım ve yavaş yavaş ne demek istediğini anladım. 

Muharrem İnce ve Freud'un fıkraları

Seçimlere kısa bir süre kala bazen kendimi öylesine sıkışmış, cansız ve isteksiz bir ruh haliyle mahut günün gelmesini ve ne olacaksa olmasını bekler bir durumda buluyorum ki, ilgimi başka konulara yöneltmek ihtiyacı hissediyorum. Bu hafta sonu da gündemden birkaç saatliğine uzaklaşmak için Elliott Oring'in Sigmund Freud'un Fıkraları: Mizah ve Yahudi Kimliği Hakkında Bir Çalışma adlı kitabını okuyordum. Kitap beklediğimden hayli farklıydı ve Freud'un incelemek için seçtiği fıkralarla kendi hayat öyküsü arasında ilginç bağlantılar kuruyordu[i]. Öte yandan kitapta incelenen fıkraları okurken zihnimin bunları bir şekilde Muharrem İnce'ye bağlayıp durduğunu fark ettim. Bir iki fıkra sonra da bunu kendim için eğlenceli bir hafta sonu uğraşı haline getirdim. Derken, belki bunu bir yazıya dökebilirim diye düşündüm.