24 Eylül 2017

Çeviren: Nuriye Gülmen

Gerçekten de daha sonra hükümetin konuyla ilgilendiği görüldü...

 

Kime-niye konuşulacak belli olmadığı zaman hangi akıl, hangi dil uygun sözcükleri bulabilir. Bulsa bulduğunu bilemez, bilse bildiğini diyemez hale gelince söylemenin kime-ne faydası olabilir. Ah neyi niye yazalım, kime ne diyelim, kendi sesimizi duymaktan korkmuşken başkasıyla nasıl konuşalım.

Gadrin ve eziyetin vardığı nokta bizi iki-yüzlülükten kurtulamayacağımız bir yere hapsetmişken hangi sözcüklerle düşünüp, hangi sesle, hangi ağızla derdimizi anlatalım:

G. Doerfer herhangi bir ağza ait bir cümlenin içinde ağızların karmasına rastlanılabileceğini söyleyerek bir cümleyi örnek gösterir: “Men deliyi akıllıyı bilmem, beni bir yerge sakla” ("ben deliyi akıllıyı bilmem beni bir yere sakla.” ) Burada kuzey ağız grubu unsurları men ve yerge iken, güney ağız grubu unsurları olarak beni, deliyi, akıllıyı sözcüklerini gösterir. (…) Çobanzade, ağlamak fiili üzerinden verdiği bir örnekle Kırım lehçesinin üç ayrı şiveye ayrılabileceğini belirtir: 1) Şimali Kırım (cılamak), 2) Orta Kırım (yılamak), 3) Cenubi Kırım (ağlamak).[1]

Direksiyonu bir tarafa çeken arabanın sürücüsünün yapmak zorunda olduğu gibi, yoldan çıkmamak için sürekli olarak karşı yöne doğru bir güç harcamalıyım.  Kırım ağzından söz eden bu tezi okuyarak dikkatimi başka şeylere vermeye çalışıyorum ama Kırım sözcüğü giderek anlam değiştiriyor, zihnimde büyük harf kayboluyor, bildiğimiz “kırım” sözcüğüne dönüşüyor. Sözcüğün değişik anlamlarında kırılıyorum.

Uygun bir şeyler söylemeye, yazmaya yarayabilecek sözcüklerim olsa diye bakınıyorum zihnimin içine. Ah, ne kadar tedirgin bu konuda sözcükler. Korkuyorlar, belki saklanmışlar, adeta bulunmak istemiyorlar. Üstat Fahreddin Razi’nin buyurduğu gibi yapabilsem de “kalbimdeki mananın özünü onu bozacak kısaltmadan ve usandıracak uzatmadan sakınmak suretiyle ifade” edebilsem. Sekkaki’nin istediği gibi “manaları ifade etmek hususunda öyle bir meleke kazansam ki bununla tertiplerin hakkını versem, teşbih, mecaz ve kinaye çeşitlerini maharetle kullansam”.[2] Ama ancak kısılmış ve kırılmış bir sesim var, o kadar ki kendi düşüncelerimin sesini bile kaybettiğimi hissediyorum.

Selçuk Üniversitesi’nde akademisyen iken işinden uzaklaştırılan ve iki yüz gündür açlık grevinde olup dört aydır da tutuklu bulunan Nuriye Gülmen, Almancadan iki önemli kitap çevirmişti. Biri Kafka’nın Milena’ya Mektuplar’ı[3], diğeri de Hermann Hesse ve Thomas Mann’ın yazışmalarını içeren Mektuplar.[4] Kafka’nın kitabını daha evvel Sevgili Milena[5] adıyla (iki çevirinin sayfa sayılarını kıyaslayınca anlaşıldığı üzere muhtemelen eksik çevrilmiş olarak) okumuştuk. Hesse ve Mann’ın yazışmaları ise sanırım daha önce çevrilmemişti.

Beklenebileceği gibi bunlardan söz ederken aklıma Kafka’nın Açlık Sanatçısı adlı öyküsü geldi. Kütüphanemi biraz karıştırdıktan sonra öyküyü içeren kitabı buldum. Kamuran Şipal Açlık Cambazı diye çevirmiş[6]. Öykü, içeriğiyle mevcut durum arasında bir ilişki olduğu için aklıma gelmişti. Hemen ardından bu öyküyü hatırlamanın ve ondan söz etmenin uygun olup olmayacağıyla ilgili bir kuşkuya düştüm. Öyküdeki gösteri, seyirci, sanatçı/cambaz gibi sözcüklerin birtakım yanlış anlamalara meydan vermesinden korktum. Sonra biraz yatıştım, sözcükleri saklandıkları yerlerden çıkmaya ikna ettim. Ama bu ifade pek duruma uygun olmadı, galiba daha çok sözcükler beni saklandığım yerden çıkmaya ikna ettiler. Gülmen ve Özakça’nın gizli gizli bir şeyler yediklerini bilmiş bir edayla söyleyenler karşısında hissettikleri açlık sanatçısının şu pasajda anlatılan durumundan farklı değildir herhalde diye düşündüm.

“Hiç kimse gösteri süresince gece gündüz, ara vermeden açlık cambazının başında nöbet bekleyemezdi tabii. Bu yüzden de kendi gördüklerine dayanarak onun gösteri boyunca sürekli ve eksiksiz aç kalıp kalmadığını bilebilecek bir kimse çıkamazdı. Bunu bilse bilse açlık cambazının yalnız kendisi bilebilir, açlık gösterilerinin tam anlamıyla tatmin olmuş tek seyircisi yine o olabilirdi.”

Açlık sanatçısını en çok üzen, “gözcü olarak başına dikilen görevlilerden bazılarının görevlerini iyi niyetle pek üstünkörü yapmaları, bile bile uzak bir köşeye çekilip iskambil oyununa dalarak açıktan açığa açlık cambazının yanında bulundurduğunu sandıkları azıktan birkaç lokma bir şey atıştırmasına fırsat vermek istediklerini belli etmeleriydi. Açlık cambazı için böyle gözcülerden daha eza verici ne olabilirdi?”6

Gülmen ve Özakça’nın açlık grevleri ikinci ve üçüncü aylar civarında haberlerde kendine düzenli yer buluyordu ama bu ilgi daha sonraları belirgin bir biçimde azaldı. Başbakan’ın ve Hükümet Sözcüsü’nün 64 gündür açlık grevinde olan Gülmen ve Özakça’dan haberlerinin olmadığı basına yansımıştı. Durumu Danıştay’ın kuruluş yıl dönümü töreninde karşılaştığı Başbakan’a anlatan Kılıçdaroğlu “İlgileneceğiz” yanıtını almıştı. Gerçekten de daha sonra hükümetin konuyla ilgilendiği görüldü.

Daha önceki kısmi ilgisizlik döneminden farklı olarak Gülmen ve Özakça şedit biçimde suçlanarak tutuklandılar ve gözlerden uzak kaldılar. Adlarını anmanın korkutucu bir yanı olmaya başladı. Yetkililerin onların açlığında merhameti ve şefkati gerektirir bir durum görmediği anlaşılıyordu.

Açlık cambazının menajeri tecrübelerine dayanarak “aç kalma süresi kırk gün diye belirlemişti, bundan öte onun aç kalmasına hatta büyük kentlerdeki gösterilerde bile müsaade etmiyordu ve bunda da haklıydı. Tecrübeler göstermişti ki bir kentin gösteriye ilgisi (…) ancak kırk gün sürekli ayakta tutulabiliyor(du). Derken seyircilerde bir çözülme başlıyor, gösteriye rağbette hayli bir düşme baş gösteriyordu. Tabii bu bakımdan ülkeler ve kentler değiştikçe ufak çapta ayrımlar görülmüyor değildi, ama genellikle ilginin en canlı bulunduğu dönem kırk gündü.”

Eh, Türkiye’de ve 2017 yılında bu süre belki bundan azıcık daha uzundu. “Geride bırakılan açlık günlerinin sayısını gösteren tabela, başlangıçta özenle günü gününe değiştirilirken çoktandır kimselerin yanına uğradığı olmuyordu artık. “

Gülmen, Kafka’nın Milena’ya yazdıklarını şöyle çevirmişti ve bunu yaparken belki bizim aklımıza kendisinin gelebileceğini hiç düşünmemişti:

“Bunaltıcı Viyana âleminin ortasında çeviriyle uğraşıyorsunuz. Nedense bu beni üzüyor ve utandırıyor.” (…) Peki şimdi ne yapacaksınız? Biraz bakıldığınız takdirde mesele kalmayacak muhtemelen. Yalnız birazcık da olsa bakılmanız gerektiğini sizi seven herkes anlamalı, bu noktada diğer her şey önemini yitirmeli.”3

Bu yakınlarda psikanalizle ilgili bir kitabın çevirisini gözden geçirirken çevirmenliğin ne kadar meşakkatli bir iş olduğunu yeniden fark ettim. Belki o yüzden Gülmen hakkında düşünürken çevirmenliği aklıma geldi. İki yüz koca günden sonra ve ikinci duruşmanın hemen öncesinde onun açlığının kaderi hakkında söz ve karar gücü olanların Kafka’yı okuduklarını hayal etmek ve büyük yazarın kitabını çeviren kişinin kim olduğunu merak edeceklerini ummak çok beyhude görünüyor değil mi?

İşte o yüzden içimden sözcükleri ne kadar imdada çağırsam da onların zayıf nahif bir teselliden öte bir yardımı olmayacağını biliyorum. Belki sözcüklerle anlatamayacağım şeyi “beliğ sükût” ile sessizce herkesin hayaline bırakmak en iyisi.

Ama yazıyı bitirir ve huzurdan ayrılırken insanlığın durumuna (Kırım lehçesinin her üç şivesiyle cılamak, yılamak ve) ağlamakla geçen günlerden artık çok yorulduğumuzu bir daha söylemeden edemeyeceğim.   

 


[1] Selimova L (2006) Kırım Tatar Türk Ağızları (Akmescit, Bahçesaray, Güney Kıyı Bölgesi) Ses Bilgisi. Yayımlanmamış Doktora Tezi. Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü. Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Anabilim Dalı.

[2] Aktaran: Akdemir H (1999) Belağat Terimleri Ansiklopedisi. Nil Yayınları, İzmir.

[3] Kafka F (2017) Milena’ya Mektuplar. Çev: Gülmen N. 12. Baskı. Timaş Yayınları, İstanbul.

[4] Hesse H, Mann T (2017) Mektuplar. Çev: Gülmen N. Timaş Yayınları, İstanbul.

[5] Kafka F (1995) Sevgili Milena (Mektuplar). Çev: Cimcoz A. Say Yayınları, İstanbul.

[6] Kafka F (1974) Hikayeler. Çev: Şipal K. Cem Yayınları, İstanbul. 

Yazarın Diğer Yazıları

On altı

Seninle yan yana yürürken istesem de istemesem de çokluk senin hakkında, ikimiz hakkında düşünürüm. Türlü şeyler anlatırım sana, bazen sesli olarak, bazen içimden. Gözüne güzel manzaralar ilişsin, kulağına hoş-avaz kuşların nağmeleri dolsun isterim. Dünyayı beğendirmeye çalışır, sanki sana "bak bu da var!" der gibi ilginç şeyleri işaret ederim

"Hiç" oldum Muvakkit

Muvakkit'in zihninin içinden süzülen şöyle bir cümle duydum: "Hayatında sadece acı varsa, hiç acı yoktur". Üstelik sormadan anladım ki, bununla acının fazlalığından kaynaklanan bir kayıtsızlık halini kastetmiyordu. Tuhaf bir fikir diye düşündüm, ama bir açıklama istemedim. Öylece kalmaya, salınmaya devam ettim. İfadeyi tersinden kursaydı, örneğin "Hayatında sadece zevk varsa, hiç zevk yoktur" deseydi, kabul etmek o kadar zor olmayacaktı sanki. Sonra, öylece kaldım ve yavaş yavaş ne demek istediğini anladım. 

Muharrem İnce ve Freud'un fıkraları

Seçimlere kısa bir süre kala bazen kendimi öylesine sıkışmış, cansız ve isteksiz bir ruh haliyle mahut günün gelmesini ve ne olacaksa olmasını bekler bir durumda buluyorum ki, ilgimi başka konulara yöneltmek ihtiyacı hissediyorum. Bu hafta sonu da gündemden birkaç saatliğine uzaklaşmak için Elliott Oring'in Sigmund Freud'un Fıkraları: Mizah ve Yahudi Kimliği Hakkında Bir Çalışma adlı kitabını okuyordum. Kitap beklediğimden hayli farklıydı ve Freud'un incelemek için seçtiği fıkralarla kendi hayat öyküsü arasında ilginç bağlantılar kuruyordu[i]. Öte yandan kitapta incelenen fıkraları okurken zihnimin bunları bir şekilde Muharrem İnce'ye bağlayıp durduğunu fark ettim. Bir iki fıkra sonra da bunu kendim için eğlenceli bir hafta sonu uğraşı haline getirdim. Derken, belki bunu bir yazıya dökebilirim diye düşündüm.