12 Ekim 2012

Prof. Tarhan: Büyümeyi yavaşlatma hükümetin bilinçli vermediği bir karar

Tarhan\'ın ekonomi yönetimine eleştirileri sürüyor. Örneğin Merkez Bankası\'nın faizleri düşürmesini küresel aktörler tarafından \"mantıklı bulunmadığını\" söylüyor...

 

European Economic Association tarafından dünyanın en önemli 1000 ekonomisti arasında 107. sırada gösterilen Prof. Dr. Vefa Tarhan ile gaz-fren tartışması yaşanırken bir kez daha Türkiye ekonomisini konuştuk.

Prof. Tarhan, ilk söyleşiyi yaptığımız ağustos ayında, AKP'yi "illüzyon" yapmakla suçlamıştı. Tarhan'ın ekonomi yönetimine eleştirileri sürüyor. Örneğin Merkez Bankası'nın faizleri düşürmesinin küresel aktörler tarafından "mantıklı bulunmadığını" söylüyor. Büyümenin frenlenmesinin "hükümetin bilinçli verdiği bir karar olmadığını" savunan Tarhan, "faizlerin düşürülmemesini ve kavram olarak kesinlikle yüksek hızlı büyüme politikasına dönülmemesini" öneriyor.

Prof. Tarhan, 1967’de mezun olduğu Darüşşafaka’dan sonra Boğaziçi Üniversitesi’nde ekonomi okudu. Fulbright bursuyla gittiği University of California’dan ekonomi doktorasını aldı. 1990-1999 yılları arasında Loyola University Chicago’nun finans bölümü başkanlığını yaptı. 1999’da, aynı üniversitede ‘Ralph Marotta Chair Professor of Finance’ kürsüsüne seçildi. 1988-1990, 1997-1999 ve 2008-2010 senelerinde Northwestern Üniversitesi’nin Kellogg Graduate School of Management bölümünde ‘Visiting Professor’ olarak görev aldı. Ayrıca Türkiye Forbes’da köşe yazarlığı yaptı.

Doktora için gittiği ABD’de çalışmalarını sürdürmesine karşın zamanının önemli bölümünü Türkiye’nin ekonomik sorunlarının çözümüne ayıran Tarhan, Haziran 2011’de CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun ekonomi danışmanlığını üstlendi. Nisan 2012’de kendi isteğiyle bu görevden ayrıldı.

Tarhan'ın T24 için yönelttiğimiz sorulara verdiği cevapları iki bölümde vereceğiz. Sözü fazla uzatmadan Prof. Tarhan'ın gözünden Türkiye ekonomisini izleyelim. 

- Bir önceki söyleşimizde Türkiye’de kişi başına düşen milli gelir, TCMB rezervleri, cari açık v.s. gibi konularda konuşmuş ve AKP’nin ekonominin gidişatı konusunda “istatistiki şehir efsaneleri” ile halkı yanılltığını söylemiştiniz.  Ancak Başbakan son kongrede de “Türkiye ekonomisi; istikrar ve refah” tablosu resmetti ve aynı rakamları verdi.  Yine büyük bir illüzyon gösterisiyle karşı karşıya olduğumuzu mu düşünüyorsunuz?

Evet, bence öyle. Milli gelirdeki artış oranın yanıltıcı biçimde dolar olarak ifade edilmesi; ihracatı vurgulayıp, ithalattan ve cari açıktan söz edilmemesi, kamu borcu vs. gibi konularda geçen söyleşimizde dile getirdiğimiz “gerçekleri eğip bükme politikaları” devam ediyor. Zaten aksini beklemek de saflık olur. Halkı yanıltma alışkanlığına son vermek için - en azından ekonomi konusunda - tekrar tekrar bu “gercek olarak sunulan, ama gerçek olmayan” verilerin açığa çıkartılması gerekiyor.

İlgilenenler varsa, bir önceki T24 söyleşimizdeki rakamların doğruluğunu teyit etmek yeterli olacaktır.

Sayın Basbakan, kongre konuşmasında ilk söyleşimizdeki örneklere - ki biz çok uzun tutmama adına belli konular üstünde durmuştuk - bir kısmı yanlış, bir kısmı da hem yanlış, hem çelişkili olan kalemler de ekledi. Örneğin, cari açığı frenlemek için büyümeyi bilinçli olarak yavaşlatma gibi.

 

‘Büyümeyi yavaşlatma, hükümetin bilinçli verdiği bir karar değil’

 

- Siz nasıl yorumluyorsunuz bunu?

Büyümedeki yavaşlamanın hükümetçe verilmiş bilinçli bir karar olduğunu düşünmüyorum. Bu açıklamayı en azından tutarsız buluyorum.

Bana göre, büyümedeki yavaşlama Türkiye’nin bilinçli olarak verdiği bir karardan değil, Avro bölgesi problemleri başta olmak üzere, küresel belirsizliklerin, hem reel sektöre olan etkisinden, hem de dış finansman bulma konusunda yaşanılan güçlüklerden kaynaklandı.

- Peki tutarsızlık nerede?

Eğer büyümeyi yavaşlatma kararı “bilinçli” olarak verilmişse, Başbakan neden geçen yıl "Bu kriz ekonomiyi teğet bile geçmeyecek” beyanatını verdi? 

Aynı şekilde, eğer yavaşlama bilinçli bir karara dayanıyorsa, bugün fren-gaz polemiğinde, Sayın Başbakan niçin büyümede hız kesmeme eğiliminde olan Ekonomi Bakanı’nın (Zafer çağlayan) tarafında yer alıyor?

Aynı durum "para politikasında taviz verilmeyeceği " ifadesi için de geçerli. Bu doğruysa, neden TCMB'ye faizlerin düşürülmesi için baskı yapılıyor?

- Başbakan her fırsatta “ekonomide sorun olmadığını” söylüyor; sizce ekonomi kurmayları tarafından mı yanıltıyor, yoksa  kendisi bile-isteye bunu mu tercih ediyor?

Bunun yanıtını zaman zaman ben de merak ediyorum, ama çözüme katkısı yok. Söylemek istediğim; seçeneklerden hangisinin daha vahim olduğunu bilmediğim. Eğer Başbakan yönettiği ülkenin ekonomik gerçeklerinden haberdar değilse, danışmanları bu gerçekleri Başbakan ile paylaşmaya çekiniyorlar mı?  Danışman ya da ekonomi kurmayı olarak, öncelikli görevleri bu değil mi? Eğer, kurmayları gerçeklerden haberdar değilse, o zaman neden ve nasıl  o pozisyonu işgal ediyorlar. Bu insanlar, bu ülkeye hizmet etmeleri gerektiği için o görevlere seçilmediler mi? Başbakan’ın bilerek halkını yanılttığı seçeneğini ise düşünmek istemiyorum.

Son zamanlarda ortaya çıkan Zafer Çağlayan - Ali Babacan polemiğinin nedenleri ne olabilir sizce?

Ekonominin iyiye gitmediği ortada. Görüş ayrılıkları işlerin bozulmaya başladığı zamanlarda ortaya çıkar. Ama bence Türkiye, ekonomi konusunda henüz “en kötüyü” görmedi.

Ama bu tartışmanın “ekonomi” dışında nedenleri de olmalı. 2009'da sene başında 13.3 milyar TL olacağı tahmin edilen bütçe açığı 52 milyar TL seviyesinde gerçekleşmişti. Bu büyük sapmaya rağmen, bu tür bir polemik söz konusu olmamıştı. Bu senenin ilk sekiz ayındaki bütçe açığı sadece 8.5 milyar olmasına rağmen (aslında, söz konusu rakam 3.5 milyar liralık vergi affı tahsilatlarını da içerdiği için “gerçek bütçe açığı” 12 milyar TL civarında), görüş ayrılıkları başladı. Benim bu konuda hipotezlerim var ama uzmanlık konum olmayan “siyaset” alanına girdiği için burada paylaşmaktan imtina ederim.

 

‘Başbakan, birbiriyle çelişen iki şey istiyor’

 

- Anladığımız kadarıyla Basbakan-Ekonomi Bakanı cephesi “yüksek büyüme hızı”  Babacan-Başcı cephesi ise daha ölçülü büyümeyi, yani ekonomiyi biraz soğutmayı  savunuyor. Siz bunun ötesinde satır aralarını okuduğunuzda neler söyleyebilirsiniz?

Başbakan’ın yakın geçmişte oluşturduğu, faiz-enflasyon / neden-sonuç ile ilgili hipotezi var ve kısacası şunu diyor: "Benim bu noktada bir tezim var. Faiz ve enflasyon ilişkisi bir neden sonuç ilişkisidir. Faiz bir nedendir, enflasyon ise sonuç. Faizi ne kadar yüksek tutarsanız, enflasyon o kadar yüksek olur."  Bunun şaşırtıcı tarafı tüm ekonomistlerin faiz-enflasyon arasındaki neden sonuç ilişkisinin tam tersi yönlü olduğunu bilmeleridir. Yükselen enflasyon ile mücadelede en önemli adım faizleri yükseltmektir. Bu nedenle  Erdem Başcı, enflasyon tehlikesinin olduğu sıcak dönemde faizleri yükseltmek yerine düşürdüğünde, yabancı basında kıyamet kopmuştu.

Ayrıca, Başbakan bir yandan faizlerin düşmesini istiyor, bir yandan da "Güçlü TL kişisel meselem. Hiçbir şekilde TL'nin değer kaybetmesinden yana değilim. Niye paramızın değeri düşürülsün ki?" diyor.  Normal olarak düşen faizler, sıcak paranın Türkiye’ye gelmesini önleyecegi için beklenen sonuç, düşük faizlerin TL'nin değerini düşürmesidir. Ama Başbakan birbiriyle çelişen iki şey istiyor: Hem faizler düşük olsun, hem de TL güçlü olsun.

Türkiye’nin GSYH'sı dolar olarak ölçüldüğünde, dünya ekonomisinin 17. sıradaki yerini korumasını, hatta daha da yükselmesini arzu ediyor. Yani dolar olarak kişi başına düşen gelirin, bilmem kaç misli artmış olduğunu söyleyebilmeye devam etmek istiyor. Bu da tabii ancak TL'nin değerinin yüksek, döviz değerlerinin düşük olmasıyla mümkün. Yani Sayın Başbakanımız aslında ‘sihirbaz’lığa devam etmek istiyor.

Tabii TL bugünkü değerini koruyup, hatta daha da değerlenirse, ithal fiyatları düşüp -eskisi kadar olmasa da TL'nin hâlâ bir miktar aşırı değerli olduğunu gösteren veriler var- ihraç fiyatları yükseleceği için cari açığın daha da artacağını hesaba katmıyor ya da görmezden geliyor.

- Başbakan’ın bir zamanlar “sıfır reel faiz” politikasını savunmuş olmasının, faiz konusundaki bugünkü tutumuyla çelişmediğini söyleyebiliriz ama değil mi?

Aslında burada da şöyle bir tutarsızlık var; Çin'de tasarruf oranı yüzde 52, Hindistan'da yüzde 35 ve pek çok ülkede yüzde 25'lerde iken Türkiye'de bu oran sadece yüzde 12 civarında. Evet, Başbakan uzun bir süre “sıfır reel faiz” politikasını savundu ama bereket artık bu konuyu açmıyor. Bunun bir politika olarak uygulanması mümkün değil. Reel faiz sıfır olarak, hatta eksi olarak bile gerçekleşebilir, ancak olay öncesi (ex-ante), yani politika olarak, bugünkü gibi münferit “kara kuğu” günleri dışında uygulanması olanaksız.

Buna rağmen uygulanabildiğini düşünelim; bunun zaten düşük olan tasarrufları artırıcı etkisi olur mu? Dış finansman sıkıntısı yaşayan ülkemize, ek finansman kaynakları yaratır mı? Tabii bu, söz konusu Başbakan-ekonomi kurmayları ilişkisini tekrar gündeme getiriyor. Ekonomi alanının nasıl en temel prensibi arz-talep ise, finans biliminin en temel prensibi de “paranın zaman değeri” olduğudur. Yani, yatırımcılar risk sıfır olsa bile tasarruf yapmak, tüketimlerini ertelemek için mükȃfat isterler. Üstelik bence Başbakan’ın sıfır olmasını istediği faizler, hazine değil de banka faizleri. Tabii bu faizler aynı zamanda risk de içerdiği için paranın zaman değerine ek olarak yatırımcılar risk için de bir mükȃfat ister. Bence Sayın Başbakan’ın, en azından kurmaylarının, finans dalının bu temel prensiplerini bilmediklerine inanmak istemiyorum. 

 

‘TL, dünyanın en çok değer kaybeden para birimi oldu’

 

- Siz Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı’nın performansını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Değerlendirmeyi okuyucular yapsın. Ben çelişkiler konusuna devam etmek istiyorum.  Sayın Babacan'a göre, TCMB'ye belki de Nobel armağanı kazandıracak ana konu MB'nin TL'nin değerini yönetmesiyle ilgili. Yani MB'nin kur politikasındaki başarısı. Ama gerçekte, iddiasının tam tersine 2011'de TL, - yüzde 24'lik bir düşüşle dünyanın en çok değer kaybeden para birimi oldu!  Düşüş doların zirve yaptığı 5 Kasım 2010’dan 2011 sonuna kadar hesaplandığında değer kaybının – yüzde 37 civarında olduğu ortaya çıkıyor.

 

‘Merkez’in faizleri düşürmesi küresel aktörlerce mantıklı bulunmadı’

 

- Peki, Merkez Bankası Başkanı’nın uyguladığı politikalar arasında geçmişten bugüne bir değişiklik-çelişki  var mı?

Bana göre önemli çelişkilerden biri; 2011 Ağustos ayında Economist dergisine göre Türkiye dünyanın 2. sıcak ekonomisine sahip ülkeydiBöyle bir durumda geleneksel para politikası faizlerin yükseltilmesini öngörür. Ancak, TCMB faizleri yükseltmek yerine yüzde 0.5 düşürdü. Yani bu politika ile TCMB'nin 2011 için belirlediği enflasyon hedefi yüzde 5.5 olmasına rağmen, yıl sonunda gerçekleşen enflasyonun yüzde 10.5 olmasından sorumluyuz. Bu yüzden de TCMB'nin faizleri düşürmesi küresel finans sisteminin aktörleri tarafından mantıklı bulunmadı. Hatta WSJ,  şaşırtıcı politikaları nedeniyle ironik bir şekilde TCMB’nın belki de "Nobel mükafatı alacağını" söylemişti.

- Öyleyse Merkez Bankası Başkanı’nın şimdiki "faizler yüksek tutulmalı" görüşü nasıl açıklanabilir?

Şartların sıcak olduğu bir dönemde, ekonomiyi daha da ısıtıp enflasyon yaratacak bir faiz indirimi uygularken; duraklamaya yaklaştığı bugünkü ortamda, son günlerde ortaya çıkan fren-gaz polemiğinde, TCMB'nin faiz indirimi yerine, neden yüksek tutulması gerektiğini savunduğunu anlamak güç. Aslında, bu görüşte bile bir çelişki söz konusu, çünkü faiz indirimine karşı olan TCMB son beş ayda, faizleri yüzde 5 gibi yüksek bir oranda düşürmüş durumda.

- Merkez Bankamızın, diğer ülke MB’lerinden farklı olarak bir “koridor faiz politikası” uyguladığını biliyoruz. Bu konuda ne düşünüyorsunuz.

Bu politikayı özet olarak şu şekilde açıklayabiliriz: Ticari bankalar kredi istediğinde, diğer ülke merkez bankaları, bu fonlamayı herkesin bildiği belirli bir faizle sağlar. TCMB de “koridor politikası” öncesi aynı şekilde davranıyordu. Koridor politikası ise TCMB'nin, tabanı yüzde 6.25, tavanı yüzde 11.5 olan bir koridor çerçevesinde bankalara borç vermesini öngörüyor - daha sonra bu rakamlar yüzde 5.75 ve yüzde 10 oldu. Üstelik bir banka diyelim 100TL'lik bir kredi istediğinde, bu paranın ne kadarını taban, ne kadarını tavan faizinden verileceğine her gün TCMB karar veriyor.

Kredi isteyen banka belirli bir günde bu 100 TL'nin ne kadarının taban, ne kadarının tavan faizinden verileceğini bilmiyor. Bu nedenle bir banka bir günden bir başka güne MB kaynaklı fonları için geçerli olacak ağırlık ortalamalı effektif faizinin ne olacağını bilmiyor. Tabii ki bu finans sektörü için ek bir belirsizlik kaynağı oluyor.  Maalesef söz konusu belirsizlik reel sektöre de bulaşıyor. Çünkü, müşterilerine kredi verirken, kendi kredi maliyetini tam olarak bilmeyen bir banka, müşterisine uygulayacağı kredi fazini nasıl belirleyebilir?

- Koridor politikasının her iki sektörde yarattığı bu belirsizliğin ekonomiye zararı oluyor mu?

Belirsizliklerin ekonomiye maliyeti olmaması mümkün değil. Yukardaki durumun bir sonraki etabını açıklayayım. MB effektif fonlama faizinin ne olacağını bilmeyen bir bankanın, bu maliyetin yüksek olabileceği ihtimaline karşı kendisini koruma ihtiyacı duyarak “ne olur ne olmaz” deyip, müşterisine normal olarak uygulayacağı, yani koridor politikası uygulanmasa, kredi faizine bir prim eklemesi doğaldır.  TCMB, koridor politikasını uygulama kararını verirken, bu politikanın muhtemelen kredi faizlerini artırıcı bir etkisi olacağının farkında mıydı, emin değilim. Eğer böyle bir “belirsizlik primi” söz konusuysa, yükselen kredi faizlerinin reel kesimin birtakım yatırımlardan vazgeçmesi durumunu yaratarak, hem büyümeyi, hem de işsizlik ve çeşitli diğer ekonomik verileri olumsuz olarak etkilediğini düşünüyorum. Maalesef, bu politikanın hem finansal, hem de reel sektörde yarattığı belirsizlik ve bunun ekonomiye yüklediği maliyettten ne medya, ne de muhalefet bahsediyor.

 

‘Medya yanlış ve yanıltıcı bir izlenim yarattı’

 

- Peki TCMB’yi bu politikayı uygulamaya iten neydi sizce? Bahsettiğiniz olumsuzluklar yüzünden mi diğer ülke MB'leri aynı politikayı tercih etmiyor? 

TCMB bu politikayı uygulama kararı verdiğinde, gerekçe olarak, koridor politikasının MB'ye esneklik verdiğini, kısa sürede faizleri değiştirme olanağı yarattığını söyledi. Ancak, bu konuda haklı olduklarına inanmıyorum.

Yaratılan belirsizliğin önemli bir göstergesi TCMB'nin bankalara uyguladığı effektif faizin oynaklığı. Örneğin, 2012 Mayıs-Ekim arasındaki  beş ayda bile bankalara uygulanan effektif faiz yüzde 11'den yüzde 5.81’e kadar varan oranlarda değişti. Bu denli dramatik bir oynaklığa rağmen, Para Politikası Kurulu’nun toplantılarından çıkan  “taban ve tavan faizlerini değiştirilmediği” sonuç-bilgisine dayanarak medya "TCMB faizleri değiştirmedi" başlığını kullandı ve farkında olmadan yanlış ve yanıltıcı bir izlenimi yarattı.

Yüksek seviyeli belirsizliğin yüksek maliyetlere yol açtığı mutlak. Zig-zaglı bir faiz politikası uygulayarak, ekonomiye yön verme çabası sağlıklı değildir.

Kavram olarak, "mikro-yönetim"in değer yaratıp yaratmadığı da sorgulanmalı.  En azından Kurumsal Finansman alanında yapılan ampirik araştırmalara baktığımızda, yöneticilerinin mikro-yönetim politikası uyguladığı şirketlerin, çeşitli nedenlerle başarısız olduğunu görüyoruz.

Diğer MB'ler açısından bakarsak, bu kuruluşların “koridor faiz” politikası uygulamamalarının nedeni, bu politikanın belirsizlik maliyetinin, esneklik getirisinden daha yüksek olduğunu öngörebiliyor olmalarıdır.

 

‘Merkez’in kaotik politikası yeni bir belirsizlik yarattı’

 

- Fren-gaz tartışmalarıyla ilgili  faiz eksenli olarak başka gözlemleriniz var mı?

Eğer TCMB beş-altı ay gibi kısa sürede uyguladığı faizi zaten yüzde 11 civarından yüzde 5.81'e düşürmüşse, hem  Erdoğan-Çağlayan cephesinin "faizler düşsün", hem de Babacan-Başçı cephesinin "hayır, düşmesin" söylemlerinin ampirik verilere dayalı bir karşılığı yok.

Uygulanan politikanın bankalara olan effektif MB kaynaklı fon maliyeti son beş ayda önemli ölçüde düştü. Yarattığı effektif  şeffaf olmamasına rağmen, analistlerce geçen haziranda yüzde 12'lerden son altı ayın ortalaması olarak yüzde 8 civarına, tavan faizindeki 1.5 puanlık düşüşten iki hafta önce yüzde 6.6'ya, bir hafta önce ise yüzde 6.2'ye düşmüştü.

Bu nedenle, “faizler düşsün-düşmesin”  tartışmasının, zaten büyük ölçüde düşmüş olduğu bu dönemde yapılmasını gerçekçi ve anlaşılır bulmuyorum.

Büyümenin yavaşladığı dönemde bir yandan “fazilerin yüksek tutulmasını” savunurken diğer yandan uyguladığı politikalarla düşmesine neden oluyor. MB’nin bu kaotik politikası ekonomi için daha önce var olmayan yeni bir belirsizlik kaynağı yarattı. Eğer asıl amaçları piyasalarda bir kargaşa ve belirsizlik yaratmaksa bu konuda çok başarılı olduklarını söyleyebiliriz.

Sayın Başçı ve TCMB politikaları hakkında söylenecek çok şey var. Ancak, son bir konuya değinmekle yetinelim: MB Başkanı 2011 Eylül ayında Avro kökenli belirsizlikler nedeniyle "tüketim ve kredi kullanımı konusunda dikkatli olmaları gerektiğini" söyleyerek halkı uyarma ihtiyacını hissetmişti. Hemen arkasından da Başbakan "hiç korkmayın, bu kriz teğet bile geçmeyecek" diye “durumu” düzeltmişti. Sayın Başçı da ertesi gün, özür dileyerek Başbakan’ın “haklı olduğunu” ifade etmişti. Bu tür olaylar - MB'nın tavan faizini indirmesinden Başbakan-Çağlayan baskısının ne ölçüde sorumlu olabileceği -  insanı ister istemez, Merkez Bankası’nın bağımsızlığını sorgulamaya itiyor.

- Faizlerin düşürülmesine ve yüksek büyüme hızına karşı olan Babacan’ın tutumu konusunda ne düşünüyorsunuz?

Son haftalarda, Sayın Başçı ile Sayın Babacan, finansal krizlerin en önemli göstergesinin kredilerin aşırı hızla artması olduğunu söylemekte ve zor olmasına rağmen, kredi hacmi azaltılması boyutlu tedbirlerin "iyi günlerde" alınmasını savunmaktalar.

Bu cephenin bir çelişkisi bunu söylemelerine rağmen, iyi günleri temsil eden 2010 ve 2011 döneminde kredi hacmi konusunda bahsettikleri önlemleri aldıklarını gösteren bir delilin olmaması. Nitekim, söz konusu iki yılda, toplam kredi hacmindeki artış, sırasıyla, yüzde 34 ve yüzde 30 oldu. Aynı yıllarda, tüketici kredilerindeki artış ise - kredi kartları dahil- yüzde 33 ve yüzde 30 olarak gerçekleşti.

- Kredi hacmi boyutlu gelişmeler, ekonomide yavaşlamanın başladığı 2012 yılında ne gibi bir seyir izledi?

Ekonomik şartların bozulduğu 2012'nin ilk yarısında - ilk çeyrekte kredi hacimlerinin büyüme hızlarında bir düşüş yaşanmasına rağmen - toplam kredilerdeki artış yüzde 15, tüketici kredileri ise yüzde 11 arttı. Ekonomik durumun daha da olumsuz olduğu ikinci çeyrekte, kredi hacmi 2010 ve 2011'in iyi günlerdeki artışlarını anımsatan yüzde 26 ve yüzde 20'lik büyümeler kaydetti. 3. çeyrekte bu durum devam etti; toplam kredilerdeki artış yüzde 20 oldu.

Sonuç olarak, söz konusu yöneticiler söyledikleri gibi, olumlu dönemlerde kredi hacmini kısıtlayıcı tedbirleri almamışlar. Tedbirler konusunda olumsuz dönemin hakim olduğu 21012'nin ilk aylarında düğmeye basmışlar. Ancak, söz konusu tedbirleri sürdüremeyip, olumsuzluğun daha da artmış olduğu 2. ve 3. çeyrekte kısıtlamalarını önemli ölçüde gevşetmiş olmalılar ki, kredi hacmindeki büyüme hızı - 2010 ve 2011 yıllarındaki kadar olmasa - da yine de önemli derecede gerçekleşti.

 

‘Babacan, mazeret hazırlığı yapıyor’

 

- Siz, Babacan'ın yüksek faiz-ölçülü büyüme tavsiyesi ile buna uymayan uygulamalarını nasıl açıklıyorsunuz?

Bence, ileride veriler değil de “söylemler” hatırlanacak. Dolayısıyla, büyüme hız kazanırsa ve bunun sonucu olarak cari açık konusunda dış finansman boyutlu problemler ortaya çıkarsa, Sayın Babacan "ben size soylemiştim" diyebilecek. Yani, bu durum bana bir mazeret hazırlığı yapıldığı izlemini veriyor.

 

‘Görüşüne katılmasam da Ekonomi Bakanı tutarlı’

 

- Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’ın bu tartışmadaki yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Büyüme konusunda Ekonomi Bakanı, - görüşünü katılmamama rağmen - hep tutarlı olmuş, ekonomik şartlar ne olursa olsun büyümeden yana olmuştur. Sayın Bakan, sağlıksız büyümeye; yüksek büyüme hızının  getirisi olan yüksek cari açık problemine rağmen - dünyada en yüksek cari açık oranı - hep büyümeyi desteklemiştir.

Bunun nedenini anlamak güç. Çünkü bence, ekonominin hem yakın geçmişte, hem de gelecekte olası bir kriz seviyesine ulaşabilecek olan en önemli kırılganlığı dış finasman bulabilme konusunda yaşandı / yaşanacak. Sayın Bakan, 2011 Temmuz-2012 Ocak döneminde, zaten düşük seviyede olan rezervlerimizi dış finansman bulma konusunda yaşadığımız güçlükler nedeniyle eritmek zorunda kaldığımızı - 14 milyar dolar civarında - göz ardı etmekte; üstelik bu dönemde tekrarını bekleyemeyeceğimiz, nereden geldiği belli olmayan yüksek miktarda döviz girişleri yaşamıştık.

- Sizce Ekonomi Bakanı neden bu derecede istikrarlı-ısrarcı bir şekilde yüksek hızlı büyüme taraftarı?

Bunu da yanıtlamak çok zor. Geçmişte yüksek büyüme performansı başarılı olmuş olsa anlayacağım. Bu tutumun cari açık ve finansmanı konusunda yarattığı problemlere karşılık, büyümenin halk seviyesine inememiş olmasına, gelir dağılımı ve işsizlik problemi gibi çok sayıda kronik ve yeni problemlere bir çözüm getirmemiş olduğunu da hesaba katarsak, yüksek büyüme hızının devamı için MB'yi faiz indirimi konusunda hâlâ niye zorladığını anlamakta güçlük çekiyorum.

"Çin'den sonra en hızlı büyüyen ülkeyiz" derken, Çin'in cari fazlayla, bizim ise gittikçe artan bir cari açıkla büyümekte olduğumuzu hesaba katmıyoruz, sanırım.

 

‘Problem yüksek faizden çok, belirsizlikte’

 

- Gelişmis ülkelerde faiz indirimlerinin reel sektör yatırımlarını artırmamakta olduğuna şahit oluyoruz. Çağlayan’ın tutumuna bakarak, bu olasılık bizim için geçerli değil sanırım?

İşte bu çok enteresan. Gelişmiş ülkelerde yaşanan durum, ekonomilerin problemlerinin yüksek faiz yerine yüksek boyutlu küresel belirsizlikler olduğunu göstermekte. Bence bu olasılık Türkiye ekonomisi için de geçerli olabilir. Bunun bir göstergesi, yatırım konusunda çok cömert sübvansiyonları içermesine rağmen, bugüne kadar teşvik paketinin arzulanan seviyede yeni yatırımlar yaratmaktan çok uzak olduğunun ortaya çıkması.

 

‘Bu kriz Türkiye’yi çok zayıf bir zamanda yakalayacak’

 

- Peki bu tartışmalarda açıkça saf tutan Başbakan ne düşünüyor, ne yapmak istiyor sizce?

Ben Başbakan’ın, her iki tarafın da haklı olduklarını, ancak, Ekonomi Bakanı’nın "daha haklı" olduğu şelindeki beyanatını "bu toplumda herkes eşit, ancak bazıları daha da eşit" kategorisinde görüyorum.

Bence günün sonunda, Başbakan’ın ağırlığını Ekonomi Bakanı’ndan yana koymasının nedeni, geçmiş ekonomik performansın tekrarlanması beklentisinden kaynaklanıyor. Yüksek büyüme hızı, TL'nin aşırı değerli olması, mali disiplinin olması vs. Bu performans, geçmişte seçim sandığında başarı getirdi.

Ancak küresel konjonktürün tamamen değiştiği hesaba katmıyor. Yatırımcılar, 2008 öncesi çok ciddi riskleri göze alabiliyorken bugün tam tersi yönde davranıyorlar ve riskten kaçıyorlar.

Diğer bir konu ise, özellikle Avro bazlı problemlerin, sistem dağılsa da, dağilmasa da, bir küresel kriz yaratacağı, üstelik detaylarına burada girmeyeceğim çeşitli nedenlerle bu krizin 2009 yılına oranla daha derin, daha yaygın ve daha uzun süreli olacağı. Ayrıca, son krizin tersine bu kriz finansal sektörü de etkileyecek. Ve olasılıkla bu kriz, Türkiyeyi çok zayıf olduğu bir zamanda yakalayacak.

Bir önceki söyleşimizde Derviş döneminin mirası ve 2008 öncesi döneminin olumlu rüzgȃrını arkasına alarak, ekonominin olduğundan daha başarılı algılandığını ve bu imajın "istatistiki şehir efsaneleri" yöntemiyle daha da abartıldığını belirtmiştim. Bunun vahameti bana göre ekonominin geçmişten gelen kronik problemleri ile yeni problemlerinin çözülebilmesi için çok uygun olan bir dönemin ve fırsatın kaçırılmış olmasında.

 

‘Hükümetin tek istikrarlı politikası sonu gelmeyen zamlar’

 

- Hükümetin 10 yıllık ekonomi politikalarını çok kısaca değerlendirecek olursak siz geçmişten günümüze ne gibi başarı-başarısızlık kriterleri görüyorsunuz?

Ben genel olarak bir başarı çizgisi görmüyorum. İktidar, problemleri temelinden çözmeyi hedefleyen yapısal değişiklikler gerçekleştirmek yerine, bir problem çıktığında işin kolayına kaçıp, geçici çözümlere abone oldu; her seferinde bir özelleştirme, bir vergi affı ya da başka olağanüstü gelir yaratma politikası ile çözüm yolunu seçti.Hükümetin istikrarlı olarak uyguladığı tek politika da bana göre sonu gelmeyen zamlar oldu. 

Yapılan zamlar için oldukça “yaratıcı” nedenler öne sürmek gibi bir meziyetleri de var. Doğalgaz zammı için gerekçe dünya fiyatlarının artmış olması. Evet, son altı ayda doğalgaz fiyatları çok sınırlı da olsa bir artış gösterdi. Ancak önceki beş yılda doğalgaz dünya fiyatları rekor denilebilecek kadar düşük seviyelerdeydi. Son altı ayda dünyadaki “sınırlı” fiyat artışı Türkiye’ye bu kadar dramatik seviyelerde yansıyorsa; neden daha önceki beş yıl doğalgaz vergilerinde herhangi bir indirim yapılmadı? Ayrıca petrol fiyatları dünyada son altı ayın en düşük seviyesinde; buna rağmen niçin benzin vergisinde indirim yerine zam yapılıyor?

- Sizce hükümet bugünkü ortamda, isterse yapısal reformları gerçekleştirebilir mi? Yani hâlâ böyle bir şansı var mı?

Yapısal reformların içerdiği temel ve büyük çaplı değişikliklerin uyum maliyetleri ve yarattığı sancıların ağır hissedilir. Bu nedenle, olumlu küresel konjonktür ve tek parti iktidarı olmanın yarattığı politik istikrarın bir araya geldiği 2008 öncesi altı yıllık iktidar dönemi, yapısal reformaların gerçekleştirilmesi için cumhuriyet tarihinin en ideal zaman dilimini temsil etmekteydi.

Ancak maalesef, bana göre iktidarın böyle bir arzusu ya da çabası hiç olmadı. Ne kronik problemlere - işsizlik, düşük tasarruf oranı, cılız sermaye piyasası, çarpık vergi kompozisyonu gibi -  ne de buna eklemlenen problemlere - çığ gibi büyüyen cari açık ve finansmanı, özel sektörün döviz kredisi,  çok ürkek yapılı kısa vadeli finansman kaynakları, vs.- kalıcı çözüm getirecek yapısal reformları gerçekleştirme yoluna gitmedi.

Sonuçta, temel problemler kalıcı olarak çözülmemiş olduğundan, sorunlar giderek içinden çıkılmaz hâle geldi. Maalesef, bugün olumsuz olan ve yakın gelecekte belki de daha da olumsuzlaşacak küresel ortamda yapısal çözümlerin uygulanması çok zor. Yani, kaçırılmış fırsatların maliyeti artık göz ardı edilemeyecek boyutlara ulaştı. Geçici çözümler de sonuçta tüketilme noktasına gelecek; ileride sorumluluğu kim alırsa alsın bütün kaynaklarını tüketmiş bir Türkiye ekonomisi devralacak ve bunun sonuçları da çok vahim olacak.

 

‘Faiz düşmemeli, yüksek hızla büyüme politikasına dönülmemeli’

 

- Peki küresel konjonktür yapısal reformlar için uygun olmadığına göre sizce bugün ne gibi tedbirler alınabilir?

Önce nelerin yapılmaması gerektiğini vurgulayalım: Faizlerin düşürülmesini destekleyen politikalar uygulanmamalı.  Kavram olarak kesinlikle yüksek hızla büyüme politikasına geri dönülmemeli diye düşünüyorum.

Faizlerde yaşanacak bir indirimin, şirket yatırımlarını arttırarak büyümeyi olumlu yönde etkileyeceğini sanmıyorum. Ancak, düşük faizlerin zaten çok yüksek olan bireysel kredileri daha da artıracağını düşünüyor ve bu olasılığı çok tehlikeli buluyorum. Finansal sektör zaten karşılıksız çekler, protestolu senetler, tahsili gecikmiş alacaklardaki artışlar boyutlu ödeme sorunlarının gittikçe yoğunlaştığı bir dönem yaşamakta. Buna bireylerin borç ödeme/ yönetme kültürünün zayıf olduğu bir ülkede yaşadığımız ve yavaşlamanın işsizliği olumsuz yönde etkileyeceği de eklenirse, bu kredilerde yaşanacak olası artışların yaratacağı tehlikeler daha net ortaya çıkıyor.

Son olarak da büyüme-cari açık ilişkisini unutmamalıyız. Özellikle, kurumuş olan risk iştahı nedeniyle dış finansmanın, ülkemiz için çok önemli bir konu haline gelmiş olduğu unutulmamalı. Bu ihtiyacın, en azından tümünün, piyasalarda bulunamaması ihtimali gittikçe artmakta. Dolayısıyla  “büyüme-cari açık-açığın finansmanı” zinciri ülkeyi yine IMF'nin kapısına götürebilir.

Son günlerde beklendiği gibi, büyümedeki yavaşlamanın, cari açığı daraltıcı olumlu etkisi hissedilmekte. Ancak, cari açıktaki düzelme, bihassa ihracat kanadında bir gelişmeyle ilgili olarak, sanıldığı kadar olumlu değil. Ek olarak, söz konusu 'ihracat' kalemi büyüme hızınının da 'gerçek rakamdan' yüksek olmasını tetikliyor.

- “Söz konusu ihracat kalemi” derken  Iran'dan enerji ithalatımızı altın satarak ödemekte olduğumuzu mu kastediyorsunuz? Bu niçin bir sorun olsun? Hatta niçin büyüme rakamlarını bu denli etkilesin?

İran'dan önemli miktarda enerjı ithal etmekte olduğumuzu biliyoruz. İran'a uygulanan uluslararası yaptırımlar nedeniyle, uluslararası finansal sistemi kullanarak bu ülkeye ödemelerimizi dolar olarak yapamadığımız için altın olarak yapmaktayız.  Bu altın kalemi “ihracat” olarak gösteriliyor. Dolarla ödeme yaptığımızda ödediğimiz miktar ihracat sayılmadığına göre, ödeme sistemini temsil eden bu altın satışlar gerçek anlamıyla “ihracat” olarak tanımlanabilir mi? Tabii ki bu bir ihracat kalemi olarak düşünülemez.

Financial Times, 2012'nin ilk 7 ayındaki ihracat artışının yüzde 70'inin bu "altın" kaleminden geldiğini yazdı  (2011'in ilk 7 ayında İran'a 22 milyon dolar olan altın satışları, bu yılın aynı döneminde 6.2 milyar dolara yükseldi). Bu o kadar önemli bir kalem haline geldi ki, ikinci çeyreğin yüzde 2.9 olan büyüme hızı İran'a altın “satışları”nın ihracat olarak gösterilmesi, büyüme hızının eksi olacağı,  yani ülkenin resmi olarak bir resesyon içinde olacağı tahmin ediliyor.

- O zaman kısa vadeli de olsa uygulanması gereken politikalar hakkında önerilerinizi biraz daha açar mısınız?

Yukarıda ima ettiğim gibi ılımlı bir büyüme hızı politikası taraftarıyım. Bunun mali disiplin boyutlu bir maliyeti olduğunu biliyoruz. Ama, sürdürülemeyecek seviyedeki yüksek hızlı bir büyüme politikasının bence geçmişin olumlu günlerinde bile cari açık boyutlu maliyeti çok daha yüksekti.

Çok önemli olduğu için hep tekrarlıyorum; dış finansman konulu problemler nedeniyle bu maliyet bugün çok daha yüksek. Hem reel sektör yatırımlarına olası etkisinin çok sınırlı olacağına inandığım için, hem de içerdiği enflasyon tehlikesi ve finansal sistemin sağlığını tehdit ettiği için faiz indirme politikasına da tamamen karşıyım. Tabii, bu politikanın en önemli dezavantajı mali disiplin üzerindeki olumsuz etkisi. Ancak, ben bu etkinin cari açıkta artışın yaratacağı etkilere oranla daha "hazmedilebilir" olduğuna inanıyorum. Bir başka deyimle hızlı büyümenin öngördüğu cari açığın karşılanması için gereken dış finansman kapasitesi, ölçülü büyümenin ima ettiği bütçe açığını örtme kapasitesinden çok daha dar.

- Sonuç olarak, Babacan-Başçı tarafını destekliyorsunuz yani.

Bu sonucu çıkartmanızdan korkuyordum. Ama maalesef, Başbakan’ın deyimiyle "bir nüans farkı" da olsa, şöyle önemli  bir fark var. Bu da önerdiğim ılımlı büyümenin ima ettiği bütçe açığının finasmanı ile ilgili.

Evet tercihim, Babacan-Başçı cephesinin görüşüne yakın. Ama bunun tetikleyeceği bütçe açığının büyük bir bölümü geçmişte “zam yapılarak” karşılanmıştı.  Nitekim aynı zam politikasının tekrarını ilk sekiz ayın bütçe açığı problemine çözüm olarak ağır bir şekilde uygulandığını yine görmekteyiz. Ben bu zamlara tamamen karşıyım.  Bu zamlar zaten yüksek seviyeli bir adaletsizliği içeren dolaylı vergiler ağırlıklı vergi tablosunu daha da adaletsiz hale getirmekte (Dolaylı vergiler / toplam vergiler oranı Türkiye'de yüzde 70, AB ülkelerinde yüzde 35) .

Ayrıca, zam konusunun ekonomide büyük hasar yaratan bir boyutu çok önemli olmasına rağmen nedense fazla tartışılmaz; ekonomilerin en önemli konusu kaynak dağılımıdır ve bu dağılımı en verimli olarak fiyat mekanizması gerçekleştirir.  Bütçe açığının zam yaparak kapatılması, relatif fiyat mekanizmasinin randımanını düşürür, dolayısıyla kaynak dağılımının verimsiz olması sonucunu yaratır. Her iki nedenle de bütçe açığının zam yaparak karşılanmasına tamamen karşıyım.

Bir de son zamanlarda akademik araştırmaların su yüzüne çıkardığı bir bulguya okurlarınızın dikkatini çekmekte fayda var.  Sayın Fatih Özatay'ın da belirttiği gibi, yapılan son akademik araştırmalar, vergi artışlarının büyümeyi olumsuz yönde etkilediğini, ama bütçe açıkları harcamalarda kısıtlamalar yapılarak kapatılırsa,  büyüme üzerinde olumlu etkisinin olduğunu göstermekte.

Ayrıca, ülkemizde dolaysız vergilerin bile, dolaylı vergiler kadar olmasa da, önemli derecede bir regresif niteliğinin olduğunu düşündüğümü da belirtmek isterim.

 

DEVAM EDECEK

 

Yazarın Diğer Yazıları

Ne anlatayım ben sana?

Ey ilk insan, ey ilk yürek, ilk nefes, ilk adım, ilk gözyaşı, ilk kahkaha... bu mu mirasın torunlarına?

Selo Başkan sizden korkmuyor Beyefendi, arz ederim!

Bu ülkeyi yönetenler; iktidar ve söz sahipleri bize ne demek istiyor?

Selo Başkan sizden korkmuyor Beyefendi, arz ederim!

Nazi Almanya’sında milyonlarca insanın ‘iyi’ olmaya cesaret edememesinin nedeni neydi?