10 Ekim 2015

Nesini söyleyeyim canım efendim? Ne anlatayım insan kardeşime?

Bunları, yirmi beş yaşındaki bir kardeşiniz yazıyor Şırnak’tan...

Bunları, yirmi beş yaşındaki bir kardeşiniz yazıyor Şırnak’tan...

Mamoste,

Önceki gün facebook hesabınızda şu yorumunuzu gördüm:

“Otobüste bir gencin telefonu çaldı, açtı ve Kürtçe konuştu. Bakışlar kendisine yönelince, Kürtçe şivesiyle 'kusura bakmayın anam Türkçe bilmiyor' diye açıklama yaptı...” *

Öleceğim kahrımdan... Utan ey toplum, utan! İnsanız, halkız, toplumuz, kardeşiz, biriz, eşitiz diye ortalıkta ahkam kesmekten utan! İki yüzlülüğünden utan! Şu kardeşini düşürdüğün durum için, insanlığından utan!..”

Sizin bu isyanınızı okuyunca, düşündüm…

O otobüste bir vatandaş İngilizce, Fransızca ya da başka bir yabancı dil konuşsaydı herkes hayranlıkla dinler, gıptayla bakardı ona, değil mi?

Oysa orada sadece, toplum içinde ana dilini konuşmaya cüret eden bir Kürt vatandaş varmış.

Ne kadar yıkıcı, tehlikeli ve bölücü!

Daha bir ay önce İstanbul’da otobüs beklerken cep telefonunda Kürtçe konuştuğu için, altı kişi tarafından bıçaklanarak öldürülen Sedat Akbaş’ı kaç kişi hatırlıyor?

Sadece yirmi bir yaşındaydı Sedat. Benden dört yaş küçüktü...

1990 doğumluyum Mamoste. Savaşın içine doğmuşum... Savaşla birlikte büyüdüm. Ama 90’lı yılları daha çok büyüklerimden dinlediğim, okuyup araştırdığım kadarıyla biliyorum.

Son bir ayda, “90’larda bile böylesi yapılmamıştı,” denilen çok şey yaşadık biz burada. Çok şey gördük.

Binlerce insanın yaşadığı bir ilçeye, günlerce süren sokağa çıkma yasağı -bütünüyle keyfi olarak- uygulanabilir mi? Daha yasak başlar başlamaz, önce bütün evlerin çatılarındaki su depoları kurşunlanarak delik deşik edilebilir mi? Bütün iletişim yolları kesilebilir mi? Hızını alamayıp mezarlıkları bile bombalanabilir mi?

Ve tüm bunlar ‘güvenlik nedeniyle’ olabilir mi?

Ne oldu da bu savaş yeniden başladı? Ne oldu da biz 90’lara -bırakın dönmeyi- ötesine geçtik?

Suruç’taki katliamı kim, neden yaptı? Ceylanpınar’daki polisleri kim, neden öldürdü?

Gerçeğin ne kadarını biliyoruz? Bildiklerimizin ne kadarıyla ‘ama’sız yüzleşebiliriz?

Hadi bunlar yaşandı; düne kadar ‘artık analar ağlamıyor’ diye gerine gerine oy devşirenler, ne oldu da bir günde ters yüz oldular ve ortalığı, “Köklerini kazıyıncaya kadar!..” naraları, manşetleri kapladı, yeniden?

Meydanları, paramparça bedenleri askeri araçların arkasında küfürlerle sürüklenen gençler; çıplak bedenleri sokak ortasına savrulan, işkenceyle öldürülmüş kadın gerillalar kapladı?

Savaşla birlikte bir anda sivil hayata da taşınan şiddet ortamı; saldırılar, linçler, geleneksel kıyafetini giydi diye dövülerek Atatürk büstü öptürülen adamlar, taşlanan otobüsler, HDP’nin genel merkezi dahil iki yüze yakın binasının kundaklanması...

Ne gördük, ne öğrendik biz bu son haftalarda, daha önce bilmediğimiz?

Linç kültürünün, nasıl da 6-7 Eylül, Maraş, Çorum, Sivas’ta olduğu gibi bu ülkenin ruhuna işlemiş olduğunu gördük. Devletin bu linçci güruhu nasıl da elinin altında hazır tuttuğunu; bırakın göz yumulmasını, linçci kitlelerin bizzat otobüslerle taşındığını gördük...

Halkımızın bir kısmının ne kadar da kolay provoke olabildiğini; sıradan, sivil halkın, arkasını kalabalığa yasladığında ne kadar kolaylıkla azılı birer caniye dönüşebildiğini gördük…

Bir keresinde "Linç, en aşikar medeniyet kaybıdır. Lincin sıradanlaştığı, kolektif bir utanç yaratmadığı, infial uyandırmadığı bir toplum, toplum olma vasfını yitiriyor demektir," diye yazmıştı Tanıl Bora.

“Utan ey toplum, utan!” diye isyan etmişsiniz ya hani...

Siz hâlâ, toplum olma vasfımızı koruduğumuzu mu düşünüyorsunuz Mamoste?

Eğer sahici bir ‘toplum’ olabilseydik, muhakeme kabiliyetimizi ve adalet duygumuzu bu denli hızla yitirip; barış ve huzur içinde yaşamayı bu kadar kolay feda edebilir miydik?

Daha bir kaç yıl bile olmamıştı. Silahların karşılıklı olarak sustuğu dönemde buralarda hayat ‘normalleşmeye’ başlamıştı. Kürt halkı, ‘çözüm süreci’ ile ilgili devletin samimiyetine ne denli kuşkuyla yaklaşırsa yaklaşsın, insanlar güvenle sokağa çıkabiliyorlardı. Parklar, kafeler gençlerle doluyordu. Geç saatlere kadar dışarıda kalıp korkuya kapılmadan eve dönebiliyorduk. Güvenlik kaygısı taşımadan başka bir şehre yolculuk edebiliyorduk. Hastalarımızı gecenin bir yarısı acile ulaştırabiliyorduk…

Polisler, askerler şehirlerimizde rahatlıkla dolaşabiliyordu, kafelerde sivil vatandaşların arasında oturuyordu. Aynı şekilde halk, kırsalda gerilla ile karşılaştığında korkmadan selamlaşıp konuşabiliyordu.

Ekonomik anlamda da gelişme ümidi taşıyorduk. 2013’te üniversiteden mezun olup, Şırnak’ta çalıştığım için, biliyorum. Daha geçen aya kadar bölgeye yatırım çekmek için çalışmalar yapıyorduk. Yaylalarının, kaplıcalarının turizme kazandırılması amacıyla projeler üretmeye çalışıyorduk.

Çözüm sürecine ve ateşkese rağmen her tarafa inşa edilen ‘kalekollar’a; gerillanın geçiş yollarını kapatmak için güvenlik amacıyla yaptıklarını itiraf ettikleri HES’lere rağmen biz, barışa ve çözüme inanmaya devam ediyorduk...

Bugünlerde ilçemizde sokaklar ve parklar, karanlık çökmeden boşalıyor. Karanlık bastığında  şehirde çatışmalar başlıyor ve kör bir kurşuna kurban gitmek işten değil.

İnsanlar erken saatte alışverişlerini ve diğer ihtiyaçlarını giderip evlerine çekiliyorlar. Hemen her akşam polis mahallelerimize saldırıyor. Mahallelere giremediğinde, uzaktan rastgele yüzlerce gaz bombası atıyorlar. Canları istediğinde kurşun yağmuruna tutuyorlar sokaklarımızı. Evlerin içine, damlara, sokaklara düşüyor gaz kapsülleri, mermi çekirdekleri. Kapatılan pencerelere rağmen odalarımıza doluyor gazlar. Bizler bu ortamda nefes almaya, yemek yemeye, uyumaya çalışıyoruz. Yani hayatta kalmaya. Bizler, sivil halk...

Her gün, “dün gece acaba kaç insan öldü?” endişeyle güne başlıyorum.

Evimin olduğu sokakta iki hendek kazılı. Diğer mahalleler de aynı durumda.

O hendekler niye oradalar? Bizler, düşman işgali altında mı yaşıyoruz?

Çünkü, hendeklerin olduğu yerlerden resmi araçların mahalleye girmesi imkânsız.

Hendeklerin olmadığı durumda polis, mahalle içlerine rahatça girebilir. 2009 KCK operasyonlarında olduğu gibi yüzlerce keyfi gözaltı ve tutuklama yapabilir, Özel harekatçılar, her an canımıza kast edebilir…

Ocak ayında, Cizre’de polis tarafından katledilen on dört yaşındaki Ümit Kurt’u hatırlar mısınız?

Cizre’de tam da o günlerde yaşananlara rağmen, hendeklerin kapatılması için belediye, kaymakam, kent konseyi, DBP, HDP v.s. arasında görüşmeler başlamış, adımlar atılmıştı. Hendekler kapatılmaya başlanmıştı. O mahallelerden birinde bir evi boyayan Ümit, polislerin zırhlı araçlardan açtığı ateş nedeniyle öldü. Ve hendekler tekrar açıldı…

Bu düşmanlığın ve sokağa çıkma yasaklarının sebebi, güvenlik bahanesiyle güvensizlik, terör bahanesiyle çatışma ve mağduriyet ortamı yaratmak. HDP’ye yüksek oy çıkan ilçelerimizi cezalandırmak, Batı’da, HDP’ye oy veren seçmenin gözünde HDP’yi kriminalize ederken, Doğu’da insanların yerleşim yerlerini terk etmesini sağlayarak HDP’nin oy oranını düşürmek. Güvensizlik ortamını bahane ederek ‘sandık taşıma’ gibi uygulamaları meşrulaştırmak…

Celal Başlangıç’ın dediği gibi son tahlilde: AKP Kürtleri çıldırtmak istiyor!

Mamoste çok uzattım, biliyorum. (Söyleyecek daha çok şey var oysa...)

Diyeceğim o ki, ne acılarda, ne de sevinçlerde ortaklaşabilen bir ‘toplum’ var ortada. Birlikte yaşamak için asgari koşulların oluşturulması gerekirdi oysa. Kalıcı bir barış ortamı için, önce halkların barışa inanması gerekirdi…

On üç yaşındaki çocuğunun ölüsünü koynuna alıp uyuyan, çürümesin diye derin dondurucuda saklamak zorunda bırakılan annenin gösterdiği barış iradesini herkes gösterebilir mi? O beyaz bayrakla, o cenazenin önünde; yıkılmadan, acılaşmadan, dimdik, kaç anne yürüyebilir?

Bunu yaşayan annenin acısını paylaşmak bu kadar mı zor? Dilini, yüreğini acılaştırıp, umudu zehirleyip, mütemadiyen acıları yarıştırmaktan daha mı zor ya da?

Ben burada artık, insanların beraber yaşamayı sorgulamaya başladığını, bunun ‘imkânsızlığını’ tartıştığını görebiliyorum. Siz oradan ne görüyorsunuz Mamoste?

Uzun zamandır süren sessizliğinizi, umutsuzluğunuza mı bağlamalıyım? Bitti mi? Söyleyecek sözünüz yok mu?

Kürt siyasetinin ve Kürt halkının barıştan anladığı; temel insani hakların tanındığı, yerel yönetimlerin güçlendirildiği, daha demokratik bir anayasanın yapıldığı, birlikte ve ‘eşit’ yaşamanın asgari koşullarının sağlandığı bir ülke hayaliydi...

Türk halkı barıştan ne anlıyor? Kardeşlikten ne anlıyor?

“Teröre hayır, kardeşliğe evet” adı altında, son derece ayrımcı, militarist ve tek taraflı bir dille kaleme alınmış bir metnin altına imza atan yüzlerce ‘sanatçı’dan biri şöyle yazmış sosyal medyadaki hesabına:

“Dünyada her sanatçı, bir barış elçisidir...” **

Sağolsunlar, var olsunlar. Barıştan ve kardeşlikten anladıkları buysa, almayalım!

Bismil’de sokağa çıkma yasağı sırasında katledilen dört gençten biri olan Bilal Bozkurt’un cenazesini izledim dün…

Annesi Dilber Bozkurt, “Yeter, yeter artık barış istiyoruz! Bu gençlere yazık, günah, Genç kalmadı. Gençlere günahtır!” diye isyan ediyordu. Kürtçe.

Artık, Kürtçe ağıt yakabile özgürlükleri var analarımızın. Ne mutlu bize.

Cenazesi evinin sokağından ayrılırken, Bilal’in elleriyle besleyip büyüttüğü güvercinleri, tabutunun üzerine konmuşlardı.

Güvercinleri hep barış elçileri tayin ederiz ya, onlar kadar bilmiyormuşuz kardeşliğin, ayrılığın, acının, ölümün anlamını…

Buralardan, Bilal’in güvercinleriyle selam yolluyorum sanatçı abi ve ablalarıma.

İnsan kardeşlerime selam yolluyorum…

Elçiye de zeval olmaz ya, Mamoste?


@SibelYerdeniz

* Sema Günaydın Solaklı

** Bennu Yıldırımlar

Yazarın Diğer Yazıları

Ne anlatayım ben sana?

Ey ilk insan, ey ilk yürek, ilk nefes, ilk adım, ilk gözyaşı, ilk kahkaha... bu mu mirasın torunlarına?

Selo Başkan sizden korkmuyor Beyefendi, arz ederim!

Bu ülkeyi yönetenler; iktidar ve söz sahipleri bize ne demek istiyor?

Selo Başkan sizden korkmuyor Beyefendi, arz ederim!

Nazi Almanya’sında milyonlarca insanın ‘iyi’ olmaya cesaret edememesinin nedeni neydi?