02 Ağustos 2014

"KCK davası 'muhalefeti yok etme' saldırısıydı"

Hükümetin başlattığı KCK tutuklamalarının, cemaat savcıları tarafından yapıldığını belirten Prof. Dr. Büşra Ersanlı, 'Birbirlerinden öc alıyorlar' dedi

"Torba davalar... ifadesi bile çok aşağılayıcı. Vicdanlı muhafazakârlar ‘kâmil insan’ın ne demek olduğunu bilirler. Onursuzlaştırma işlemine alet olan her kurum, her şahıs hamil olur kâmil olmaz. İhbarıyla, suçlama ve karalamasıyla baş başa kalır.

Benim hiç düşmanım yok, düşman üreten ortamları da ciddiye almam. Karalama, iftira konjonktürel bir ruh hali, yapanı küçültür.

İçinde Kürtlerin daha çok olduğu bir siyasi partiyi, bu alternatif muhalif hareketi destekleyince iyice düşman oluyorlar. Kadınlar, Kürtler, Aleviler, emekçiler... bir de her haliyle doğal ve tarihi zenginlikler; hepsi de ilke olarak yan yana ise ben de oradayım.

Haksızlığa uğrayanların yanında olmak, benim babamdan öğrendiğim en kuvvetli ve kalıcı pozisyonumdur: Karakterim, dışarıdan desteklemekten çok hatasıyla sevabıyla içinde olmaktır...”

28 Temmuz’da eski İşişleri Bakanı, Ordu bağımsız milletvekili İdris Naim Şahin’in, İstanbul Adliyesi önündeki açıklamalarını dinlerlen, Prof. Dr. Büşra Ersanlı’nın yukarıdaki sözlerini ve sabık bakanımızın üç yıl önce KCK gözaltı ve tutuklamaları döneminde yaptığı açıklamaları hatırladım.

Hayat ne tuhaf! Çok değil, bundan bir yıl önce kendisinin de önemli bir parçası olduğu hükümetin dar bir akıl ve aşiret-kabile mantığı ile yönetildiğini keşfetmiş eski bakanımız birden bire. Türk Ceza Kanunu'nun 109. maddesiyle düzenlenmiş ‘hürriyeti engelleme suçu’ diye bir suç olduğunu fark etmiş…

Tüm bunları bakanlığı döneminde idrak edememesi bizim makus talihimiz omalı.

Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde, Prof. Dr. Büşra Ersanlı ile İdris Naim Şahin’in bu büyük uyanışını, cezaeviden çıktıktan sonra yazdığı Bulut Falı adlı kitabını, Kürt siyasi hareketinin gidişatını ve neden Selahattin Demirtaş’a oy verilmesi gerektiğini konuştuk…

Buyrun:

İdris Naim Şahin, 22 Temmuz operasyonunun ardından adliyenin önüne gitti ve epey ‘sert’ açıklamalarda bulundu. Karşılaştırmalı bir ‘torba dava’ analizi yapsanız ne dersiniz?

Evet, Hakan Şükür’ün ardından o da gitti. Konuşmasında -gözaltına alınan ve 20’si tutuklanan emniyet görevlilerini savunurken- bazı sözleri özellikle dikkat çekiciydi.

KCK operasyonları için “2011 yaz aylarında başlatma kararı almıştık,” dedi. Ama Başbakan ‘ramazandır-bayramdır’ diye erteletmiş. 1 Eylül 2011’de ‘start vermişler’ öyle diyor. Yani yargı bağımsız olduğundan startı hükümet vermiş! BDP’li olan bu ‘KCK’liler İdris Naim Şahin’e göre terörist oldukları halde Başbakan bunlara insanı bir anlayış göstermiş! Ancak emniyet görevlilerine operasyon, Kadir gecesini de içeren Ramazan bayramının bir kaç gün öncesinde yapılmış.

İdris Naim Şahin, bizim gözaltına alındığımız ve tutuklandığımız dönemde konuşmalarında bizlere doğrudan tehditler savuruyor ve aşağılayıcı şeyler söylüyordu. Üstelik cümlelerinin arasında mantık bağı zayıftı ve kesik kesik konuşuyordu. Köylülere de takla attırıyordu; kendisini sevdiklerini ispatlamaları için. Bu insani açıdan bize çok alçaltıcı geldi ve o günden sonra edep açısından kendisine İNŞ demeye başladık.

Oysa adliye önünde düzgün konuştu, cümleleri takip edilebiliyordu. Ama hâlâ bizleri terörist olmakla suçlamaya devam etti. İki de ‘terörist’ saydı: Abdullah Öcalan ve Doğu Perinçek! Bu söylemleriyle barış istemediği çok açık. Oysa İŞİD terörü -gerçi bu ‘terör’ kelimesinin içi çok boşaltıldı o yüzden İŞİD’in uyguladığı şiddet demek daha doğru- şimdiye kadarki yalan yanlış terör iddialarını çok sollamış durumda.

Her zaman söylediğim ve Bulut Falı’nda da yazdığım gibi bizim operasyonları hükümet emriyle savcılar yaptı. Büyük olasılıkla bazı savcıların nefretini hükümet taktik olarak kullanmış olabilir. İçişleri Bakanının bu denli işin içinde olması bunu gösterir. O gün yargı bağımsız değildi, bugün de değil. Gözaltındaki emniyet yetkilileri gibi biz de bir hafta banyo, temizlik yüzü görmemiştik! 5-6 kişinin ancak sığacağı, her tarafı çöp dolu Beşiktaş adliyesi nezarethanesinde 13 kişi, 40 saat kaldık. Bugün onlar gözaltı süresini de aşarak içeride tutuldular ancak bize yapılan haksızlığa karşı gösterilen tavrın, protestoların yüzde biri, onlar için yapılanlar kadar televizyon kanallarında yer bulmadı.

Tutuklamalar hükümetin start vermesiyle cemaat savcıları tarafından yapılmıştı ama bu işbirliği bugün bozuldu ve birbirlerinden öc alıyorlar. Yargının bağımsız olmadığı o dönemde hükümet ile cemaatlere mensup yargı görevlileri birlikte çalıştılar ve ‘KCK’ operasyonlarını gerçekleştirdiler. İnsanları yıllarca içerde tuttular.

2013 yılında Başbakan ‘kuvvetler ayrılığı’ ilkesinden şikayette ediyordu. Ertesi gün Marmara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi Dekanlığı ona Fahri Doktora verdi. Bu kararı da rektör Zafer Gül’e aitti. Hatırlarsınız 1983’de üniversitelerde büyük tasfiyeler yapıldıktan ve öğretim üyeleri haksız yere işlerinden uzaklaştırıldıktan sonra da üniversite yönetimleri Kenan Evren’e fahri doktora vermek için sıraya girmişlerdi.

Öç alma saikiyle yapılan tüm bu siyasi tutuklamaların sonu nereye varacak?

Yeni torba davalar, bu sefer dini/islami militanlık görüntüleriyle devam ediyor. Bir tiyatro daha oynanıyor. Türkiye’de daha ne kadar böyle davalar olacak bilmiyoruz ama biz sadece adil yargı üzerinde durmalıyız. Doğru olan suçların bireysel olarak ele alınmasıdır. Aidiyet üzerinden yargılamalarda büyük hatalar oluyor. Bunu da tabii, şiddet iddialarına delil gösteremeyecekleri için yaptılar bize. Toplu davalarla insanların başına torba geçirmek ilkel bir yargılama usulü, torbayı kapan diğerlerinin başına geçiriyor çünkü!

 Devam eden KCK davası hangi aşamada?

Son oturum 14 Temmuz’da, Çağlayan’da 3. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından yapıldı. Avukatların beraat istemi ve davanın Anayasaya aykırılığı, bu yoğun taktik ve strateji atmosferinde büyük talepler olarak görülmüş olmalı. Sadece yurt dışı çıkış yasağı (100 den fazla sanık için) ve yakalama emri (30 kadar kişi için) kaldırıldı. Bu bile terör iddiasının hiç tutmadığını kanıtlar! Ancak kaybedilen yılların zararını kim tazmin edecek?

Barış süreci ne durumda?

Türkiye’ye en çok zarar veren şey, şeffaf olmayan, karartılmış, muğlak siyaset yapma alışkanlığı, Politika yapma eylemi taktik enflasyonu içinde cebelleşiyor, gerçek diyalog, tartışma yok, kim kime nasıl çalım veya çelme atacak, taktikler bu yönde.  

Siyasal faaliyet, tartışma, diyalog, şeffaflık ve denetlenebilirlik üstüne kurulmalıdır. Yalnızca iktidarın çıkarlarına hizmet eden, iktidar sahiplerini koruyan kısa vadeli taktik ve stratejiler üstüne değil.

Barış sürecindeki en büyük sıkıntı da şeffaf olunmamasından ileri geliyor. Yasal zemini, seçimlerin kuyruğunda gezdiriliyor. Sayın Faysal Sarıyıldız’ın verdiği son soru önergesi bu konuya ışık tutabilir. Hakkari’deki çatışma ya da kavgalar hep hukuksuzluğun ve devletin bir kesimi diğeri alehine kışkırtmasının sonucu; yani koruculuk olayı.

Bu karartma içinde, Kürtler arasındaki her kavgayı aşiret kavgası gibi göstermeye devam ediyorlar. Burada suçlu veya hatalı şahıslar var ama bunların izi sürülmüyor. Böyle ele alınca kalıcı barış ortamı oluşturulamıyor ve tüm sorunlar sanki bir halk kitlesinin etnik kimliğinden ileri gelen zaaflarmış gibi gösteriliyor. Tüm bu belirsizlik, muğlaklık, düşmanlık ve öc alma hissinin devam etmesine yarıyor, böylece kan davası psikolojisi de devam etmiş oluyor.

Türkiye’de adil yargılama olmadığından benzer sorunlar ve kavgalar farklı şekillerde devam ediyor.

Bulut Falı’nda da bu konuya ışık tutabilecek epey deneyim, bilgi, birikim var kanımca?

Her haksızlık kayda geçmeli. Çatık kaşla değil ama mizahla, hayatın acısıyla tatlısıyla. Ekşi de var tabii. Üçü birleşince zaten komik oluyor.

Bulut Falı’nı bir anı olarak ele almadım, yaşananları olduğu gibi yazdım. Duygularımı daha çok mektuplarla iletişim yoluyla kurdum, dolaylı olarak. Bu iletişimin dışarı ayağını hiç eksik tutmamaya çalıştım, ziyarete gelenlere, gazetelerinde yazan cesur köşe yazarlarına geniş yer verdim. 250 günde 120 den fazla ziyaretçim oldu. 1100 kadar mektup aldım. Bu dava ile ilgili çok yazı yazıldı. Bunlar anı değil bir dönemim çıplak gerçekliği.

‘KCK’ adı altında açılan dava bir ‘muhalefeti yok etme’ saldırısıydı. Diğer davalar da aynı şekilde. Son operasyonlar da benzer sonuç yaratırsa yargılanma sırası kime gelecek acaba? Öc alma üzerinden hukuk olur mu?

Tek ulus, tek dil, tek din dayatmak ne kadar zararlı bir yönetim biçimi ise, tek ideoloji  de o kadar zararlı bir yönetim biçimi!

Devlet ve dahi hükümet, demokratik olmayan mermerleşmiş siyaset yapma uslübuyla, bir marifetmiş gibi babalık ve ağabeylik taslayarak üzerimize çöküyor.

Ben bu kitabı, bu dava özelinde yaşananların, sürekli gündem değiştirerek yolunu bulmaya çalışan ‘siyasetçiler’in elinde kaybolup gitmemesi için yazdım. Çünkü bu kadar karartılmış ve muğlak bir siyaset ortamında haksızlığın her boyutunun kayda geçmesi gerekiyor.

BULUT FALI adı da zaten bu iddianameyi yazan, düşmanlık biriktirmiş aklı ve ona karşı yetersiz kalan mücadelenin karanlık yollarını betimlemeye yaradı bence.

Örneğin ana dilde savunma yapma ısrarı ne kadar doğru bir mücadele tavrı ise, BDP’nin önüne arkasına altına üstüne sürekli PKK’yi eklemlemek de o denli daralttı bu direnişin kapsamını.

Çünkü daha sonra kurulan Halkların Demokratik Partisi aslında BDP’de başarılamayan ‘Türkiyelileşme’ projesinin devamı oldu. Örgütlenme biçiminde üslup ve yöntem pek değişmediğinden yerel seçimlerde HDP beklenen başarıyı sağlayamadı, ne Kürt illerinde ne de Batı’da.

Türkiyelileşme projesi neydi?

Hem yalnızlığı giderme çabası idi, hem de muhalefeti güçlü kılma arzusu. Bu süreç Demokratik Toplum Partisi’nde başladı ve ben de bu çerçevede partiye girdim. Yoksa ne PKK’ye ne de liderine bir yakınlık hissediyordum. Doğru fikirler ileri sürdüklerinde tabii ki o fikirleri savunuyorum ama şiddet yoluyla mücadelenin çok çok geride kalması gerektiğine inanırım.

Kürtlerin büyük haksızlıklara uğradığını, ağır eziyetler çektiğini çok iyi biliyorum ve bu ülkede demokrasinin ancak birlikte mücadele ederek gerçekleşeceğini biliyorum.

Partinin  görüşlerinin çağdaşlığı, kadınlar için fiili eşitlik isteyen ilkelerinin olması ve pratikte de uygulanmaya başlanması benim için de Türkiye için de çok önemli. Ezber kavramlar önemli değil benim için, Bulut Falı’nda da ezber olmayan kelimelerle ifade ettim çağdaşlığı; tabiatın dengesini korumak, siyasette kadınlarla eşitlenmek, yerel özyönetim uygulamalarıyla demokratikleşmek… Böylece de özgün yönetim üslubu edinmek, ayrımcılığı ağır ve geniş yaşamış bir halk ile yani Kürt halkıyla, yerel ve bölgesel kimliğiyle omuz omuza aynı düzlemde olmak. Her platformda çoğunlukçu değil çoğulcu olmak. Meclis için de, üniversite için de, hapishanedeki zorunlu zaman için de aynı şey!

Türklüğün kayıplarını da idrak etmek, mesela devlet politikaları nedeniyle, militarizm nedeniyle eğitimde, bilimde, demokraside geri kalmak, Kürtlerle beraber onca insan kaybı vermek gibi…

Ancak, saldırılara karşı direnme dürtüsüyle yapılan taktik mücadele, bu siyasi partinin genişlemesine pek hizmet etmedi ve Türkiyelileşme başarılamadı. Bu nedenledir ki Halkların Demokratik Kongresi ve sonra da Halkların Demokratik Partisi kurulmak istendi. Ancak farklı kültür ve uluslarla çalışma alışkanlığını daha DTP’de ve BDP’de oturtamayan bir parti bunu nasıl başarabilirdi? Aslolan içerik, yani birlikte çalışmaya niyetli olmak. Bu da tartışma, uzlaşma, diyalog gerektiriyor. Siyasetin asıl olması gereken  halini yaşamayı gerektiriyor; birlikte karar alma alışkanlığı gerektiriyor. “Biz doğruyu biliyoruz siz de bizle uygulamaya geçin,” tavrıyla kotarılamıyor bu iş.

HDP onun devamı mı?

Türkiye’de devlet yönetim biçimi aslında Kürtler üzerindeki en büyük asimilasyonu ‘biz bize benzetiriz’ şeklinde yapmış. Mücadele edilmesi gereken budur bence. Birlikte karar vermeye alışmak, hırslardan, iktidar saplantısından arınmak ve özgüven sahibi olmak. Bireyler kendi öz fikir ve düşüncelerine saygı geliştirmezlerse, bölgeler ve halklar arası öz yönetimi de demokrasiyi de kuramazlar. Sürekli olağanüstü hal psikolojisiyle yaşayıp bu psikolojiyle siyaset yapmak artık bir devrimcilik olarak görülemez. Olgunluk, özgüven ve birbirine güven alışkanlığını geliştirmek için çoğul ideolojili eğitimler gerek. Tek ideolojili eğitimlerden kimse hayır beklemesin.

BDP neden bölgelerin kadro yetiştirme partisi oldu?

Nedenini sadece bu kararı veren kişi veya üçbeş kişi bilir. Bir BDP üyesi olarak benim anlamam gerekmiyormuş demek ki, şimdiye kadar kadrolar nasıl yetiştiriliyorsa aynı yolu özgün olarak tüm bölge için uygulama arzusu var gibi. Oysa partinin en zayıf yanı bu biçimde kadro yetiştirmenin başarısızlığı idi. Yani yapılan eğitimler ne Türkiyelileşme için ne de HDP için bir kuvvet getirdi. Kürdistan için getireceği de şüpheli. Çünkü yapılan eğitim çok kapalı bir bünyeye hitap ediyor onun bile zamanı kısıtlı bence birkaç yıl içinde o bile zor.

Sürekli kadro değiştirerek amatörlükten nasıl kurtulunur?

Yapılan sürekli kadro değiştirmek değil, yapılan sürekli önem sırası değiştirerek kadroları kalıcı bir eğitimden uzak tutmak. Bu bilinçli yapılmıyor elbette. Hedefler taktik üzerine kuruluyor izlenimini ediniyorum. Daha uzun vadeli bir hedef veya amaç belirginleşemiyor. Sürekli bir pazarlık havası var. Bu, barış için yol açıcı olabilir ancak özgüvenli parti kadrolarının çevresini genişletmesini sağlamadığı gibi varolanların daha güçlü bir bölge gerçekliğiyle buluşmasını da sağlamıyor. Kürdistan’a ışık tutacak bir eğitim partisi olması isteniyor belki de, kısaca söylemek gerekirse ‘seyyal (oynak/hareketli) örgütlenme’ geleneği devam ediyor. Sürekli hareketli ve taktik bir ilerleyiş hep geçici ittifaklar ve düşmanlıklar anlamına gelir, İnsan kaynakları açısından geçiciliği kıran bir örgütlenme daha derin bir eğitim gerektirir. Bu da zorunlu olarak çoğulcu, tüm bölgeye, dünyaya ve en önemli çıkış yolu olan Türkiye’nin demokratikleşmesine odaklanmakla mümkün.

Türkiye’de ‘içeriden’ tanıklık yapan, cezaevlerini yazan kadın sayısı daha az sanki? Bu konuda bir öz denetim mi var? Ya da ataerkil-örgütsel bir baskı?

Ben yazarken esas olarak, yapılan büyük hukuksuzluğun, bu düşmanca operasyonların uzun vadede ülkeye ne kadar zararlı olduğunu kaydetmek istedim. Bunun hesabı hukuki yollardan sorulacak elbette. Şiddetle hiç bir işi olmayan yüzlerce, binlerce kişiyi rastgele 2-3-5 yıl içeride tutmak ne demek açıklanacak elbet. Evet, kadın koğuşlarıyla ilgili yazılmış pek birşey yok bildiğim kadarıyla. Diyarbakır Cezaevi’ni kadın koğuşu açısından ele almak isteyen bir araştırmacı gazeteci var, buna çok sevindim.

Kitapta Türkiye’deki eril siyasal kültüre dikkat çektim. Bunu yaparken de Kürt siyasi hareketinin cezaevi yaşantısını veya disiplinini üyesi olmadıkları (çoğunun) örgüt adına bu denli benimsemesini yararsız gördüğümü anlatmak istedim. Çağdaş bulduğum, saygı duyduğum bir hareketin hâlâ farklılıklarla birlikte çalışma/karar alma adabını edinmekte zorlandığına işaret etmek istedim.

Yani demokrasiye her yönden daha çok zaman var, daha çok fırın ekmek lazım… Bunun farkında zaten şu anki Cumhurbaşkanı adayımız.

Bunlarla yüzleşmeyi Türkiye Devleti’nin baskıyla yarattığı olağanüstü hal psikolojisiyle hep ertelemek son derece yıkıcı demokrasi açısından.

Neden Selahattin Demirtaş desteklenmeli?

En çağdaş aday o olduğu için, Türkiye reel sistemini değiştiren bir söylemi olduğu için, genç ve zeki olduğu için, haksızlıklarla sıkıştırılmış bir Türkiye halklarına umut taşıyabildiği için, gençlerle ve kadınlarla rahat çalışabileceği için, toplumsal cinsiyet sorununu kavramaya yatkın olduğu için, denetlenebilecek bir hırsa sahip olduğu için, güleryüzlü ve anlayışlı olduğu için, esas birikimi insan hakları çalışmalarına dayandığı için!

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Ne anlatayım ben sana?

Ey ilk insan, ey ilk yürek, ilk nefes, ilk adım, ilk gözyaşı, ilk kahkaha... bu mu mirasın torunlarına?

Selo Başkan sizden korkmuyor Beyefendi, arz ederim!

Bu ülkeyi yönetenler; iktidar ve söz sahipleri bize ne demek istiyor?

Selo Başkan sizden korkmuyor Beyefendi, arz ederim!

Nazi Almanya’sında milyonlarca insanın ‘iyi’ olmaya cesaret edememesinin nedeni neydi?