25 Temmuz 2015

İçinizde insan olanınız var mı?

Siz de oradaydınız. Hepiniz benimle birlikte gördünüz, duydunuz. Kaçırmayın gözlerinizi…

“Öyle zamanlar yaşanır ki akıl sağlığını yitirmemek, ruh ölümünün bir semptomu olur,” diyor kız kardeşim.

Bekliyoruz. Bu kötülük bizi de yutar mı? Üstümüzden atlayıp geçer mi? Ya da yön değiştirir mi, hiç sesimizi çıkarmadan beklersek unutur gider mi?

“Bugün, Suruç'ta katledilen iki genç kızın toprağa verilişine tanıklık ettim. Ezgi ile Polen. İki arkadaş. Yanyana defnedildiler. Arkalarından, yeryüzü parça parça dağılacak diye bekledim. Ama hiç bir şey olmadı. Hayat kaldığı yerden devam etti. Ya da ben öyle sanıyorum. Eve geldim, kapıda eşim ve oğlum karşıladı beni. Kederli gözlerle baktım oğluma. İlk defa büyümesinden korktum…” diye yazmış bir arkadaşım.

“Gidip de dönmemek var...” diyerek vedalaşmış arkadaşlarıyla, Kobani’ye geçmek için Suruç’a doğru yola çıkmadan önce, Okan Pirinç.

Ölümü göze alarak yola çıkmış ama yine de kalleşliğin ‘kendi’ topraklarında canına kast edeceğini hiç aklına getirmemiş olmalı. Yoksa öyle güle oynaya, öyle naif, öyle uça uça nasıl gider insan ölüme daha on sekiz yaşında?

“Morgda kardeşimin eline dokundum, ne kadar soğuktu...” diyor abisi.

"Buna benzer olaylarda her gün tek tek ulusal yas ilan edersek anlamını kaybeder," diye buyurmuş hükümet sözcüsü.

Haklı. ‘Buna benzer olaylar’ hafifliğinde yaşayıp gitmek varken her gün yas tutacak değiliz ya.

Doksan yaşında, eceliyle ölen ‘kral’ için ulusça yas tutmuş, kederlenmiştik. Yasımızı, bütün Arap alemi görmüştü. Sevinmiştik.

"Kobani'ye oyuncak götürüyorlarmış. Kobani'de çocuk mu kaldı?..” diye soruyor, bir diğeri. İnsan suretine bürünmüş her hali.

O da haklı. Kobani’de çocuk kalmadı. (Buralarda da kalmayacak yakında.) Bir gecede büyüdü çocukların hepsi, bombaların, silahların altında. Öyle üç-beş yaşlarında koca koca adamlar-kadınlar oluverdiler. Onlara ‘çocuk’ olduklarını hatırlatmaya giden abilerini-ablalarını da el birliği ile siz ‘muktedirler’ engelledi Devlet efendi. Üzüntüye, endişeye mahal yok yani.

Tam sizin sorduğunuz üslup ile sormak isterdim: İçinizde insan olanınız var mı?

Meydanlarda, “Müslümanın canı, malı, kanı, ırzı müslümana haramdır,” diye bas bas bağırarak ‘insanlık’ dersi veren adamların yönettiği memleketin, talihsiz halklarıyız.

‘Müslüman Kardeşler’ lideri babasının, Mısır’da darbe karşıtı gösterilerde katledilen kızına yazdığı mektubu okurken ağlamıştı sultanımız. Kendi kızları gelmişti aklına, kederlenmişti.
 
Geçenlerde seyahat ederken, -Burdur civarlarında- ‘Şehid’ Esma el-Bilteci’ye adanmış bir ormanlık alan gördüm.

Öldüğünde 17 yaşındaydı Esma. Yaralandıktan sonra hastanedeki sedyede kendisine serum verilirkenki metanetini, masumiyetini, güzelim çocuk yüzünü, o son ana kadar ışık saçan gözlerini izlemiştim, sonradan. Dayanılır gibi değildi.

Esma o ormanda, kendisi gibi alçakça katledilen çocuk-genç bütün insan kardeşlerinin ruhlarını saklıyordur belki, diye düşünmüştüm, Ölü çocukları bile istismar eden ‘deccal’lerden.

Çocuklara ‘şehid’ payesinin verilmediği, vahşi bir şiddetle ezilmediği bir dünya hayal ettim. Çünkü oradaydım... Orada, burada, her yerdeydim. Tüm savaş meydanlarındaydım. Ölümlerini gördüm…

Güç dengelerinin, ittifakların sürekli değiştiği, görünmeyen ellerin savaş cehennemine sürekli ateş taşıdığı, yalnızca savaşın ve zulmün yenilgiye uğramadığı, şehirleri gördüm.

Başka insanların geleceğini karartmak, emeğini yıkmak için eğitip-donattığımız insan kabuklarının; asırlardır inşa edilenleri nasıl yıktığını, insanlığımızın izlerini nasıl hoyratça yok ettiğini gördüm.

Savaşın çöle çevirdiği topraklarında, yorgun ayakları, ışığını çoktan kaybettikleri umutsuz gözleriyle dolaşan; yenilebilecek bir ot parçası ya da böcek arayan o biçare insanları, gördüm.

Orada, Halep’te, devasa bir enkazın altında; “Ülkemizi işgal ettiler, yağmaladılar, bizi topraklarımızdan ve geleceğimizden ettiler. Nasıl oldu da yaşamlarımızı istila edip bizden çalabildiler? Hiç savaşmasaydık; kimse ölmeseydi, kimse sürgüne gitmeseydi, kimse ihanet etmeseydi, kimse bir diğerinin düşmanı, celladı olmasaydı… Niye karşı duramadık? Herkes, her birimiz, komşusunu öldürmemek için direnseydik! O ilk kurşunu sıkmamak için direnseydik hepimiz. Neden yapamadık?..” diye çaresizce isyan eden adamı, gördüm.

Srebrenitsa'da, "komşumu öldürdüm, nedeni yoktu…” diye yazan duvarı, binlerce müslümanın cankırımına uğradığı  katliamdan yıllar sonra, gördüm.

Baştan aşağı savaş meydanına dönüşmüş başka bir ülkede, “Ne kadar çok katledersek o kadar çoğalıyorlar; Savaş alanları ne kadar büyük, düşmanlar ne kadar çok!” diyen askeri, gördüm.

Mülteci kampında, “Bize yolladığınız giysilerde başka çocuklarının kokuları var. O kokuları almayı seviyorum. O çocukların yerinde olduğumu hayal ediyorum. Kendi evimde, ailemle, karnım tok, sıcacık yatağımda yattığımı ve güvende olduğumu hayal ediyorum. Başka türlü buraya katlanmanın bir yolu yok...” diyen savaş mağduru kız çocuğunu, gördüm.

Siz de oradaydınız. Hepiniz benimle birlikte gördünüz, duydunuz. Kaçırmayın gözlerinizi…

Eğer hâlâ aklınızı kaçırmıyorsanız, gözlerinizi de kaçırmayın.

‘Şehit’lere ihtiyaç duyulmayan bir dünyadan bahsetmek istiyorum size. Askerlere, silahlara ihtiyaç duyulmayan bir dünyadan.

Bakkala, oyuncak almaya giden bebelerin karanlık dehlizlerde kaybolmadığı bir dünyadan. Kardeşlerine oyuncak götüren gencecik insanların parambarça edilmediği bir dünyadan. Eli kanlı katillerin, dokunulmazlıklarının olmadığı bir dünyadan. Tüm insani değerlerinden arınmış insan kabuklarının hayatımızda söz sahibi olmadıkları bir dünyadan…

Duymak istemiyorsunuz. Çünkü ‘gerçekçi’ gelmiyor kulağınıza.

Gerçeklikten ölmemizi istiyorsunuz…

Gerçek şu ki; tüm dünyada, birbirleri hakkında önyargılarından başka hiç bir fikirleri olmayan, hayatları kin ve yalan duvarlarıyla bölünmüş, milyonlarca insan yaşıyor. Tepelerinde, o insanlara hükmeden başka insanlar yaşıyor. Güçlü kişilikler, sağlam iradeler, iyi hatipler… Krallar, sultanlar, halifeler, başkanlar, devlet adamları…

Açlık, yoksulluk, yağma, hastalık, korku, travma, düşmanlık ve sürdürülebilir nefretten besleniyor hepsi.

‘Başkan’ olamadı diye ülkesini savaşa sürüklüyor bizim ‘tepe’mizdeki. Olabilseydi, sahip olduğunu korumak için sürükleyecekti.

Yine gerçek şu ki; halkının kanını döken vahşi ve zalim eller asla onun elleri olmayacak. Birileri ,onun adına ateş edecek, birileri kadınlara ve çocuklara tecavüz edecek, birileri erkeklere işkence edecek, sokakları bombalayacak, evleri yağmalayacak. Birileri ölecek, birileri öldürecek. İnsanlar, diğer insanlar tarafından öldürülecek. Mütemadiyen. Savaş, bu.

Korkunç bir açlıkla, kara pençelerini insanlığa geçirmiş bir canavarın yüzyıllardır bitip tükenmeyen iştahı, bu.

Size savaşı anlatıyorum. Gerçeklerden bahsediyorum. Kapatmayın kulaklarınızı:

“Buraya gelmeden önce savaş hakkında bildiklerim, küçük bir çocuğun, evimden ayrılmadan önce bana hissettirebileceği şeylerdi. Annelerimiz ardımızdan gözyaşı döktü, babalarımız sırtımızı sıvazlayarak ’savaşmanın ve askerliğin erkekler için gurur verici olduğunu’ söyledi.

Kapıdan çıkarken gözleriyle beni izleyen küçük kız kardeşim elime yapıştı, Kaşlarını endişeyle çatmıştı:

“İnsanları öldürecek misin, Hamid?”

“İnsanları değil, Mina” dedim önünde çömelerek. “Yalnızca düşmanları...”

“Düşmanlar mı... Kim onlar?”

“Bizden yana olmayanlar...”

Bizden yana olmayanlar. Bizim gibi düşünmeyenler. Yaşamayı bizim kadar hak etmeyenler. İnsanlığın geri kalanının iyiliği için gerekirse öldürülmesi gerekenler. Ne kadar çoklar!

Oysa herkes ölür... Bazıları açlıktan ölür, bazıları hazımsızlıktan. Bazıları kin ve nefretten. İnsan, öldüğünü bile bilmez bazen.

Gerçeklik mi istiyorsunuz? Savaş mı istiyorsunuz? Öldürmek mi istiyorsunuz?

İnsanların yaratmaya muktedir olduğu, artık hesabını tutamadığımız kötülüklere karşı savaşmayı deneyin? İçinizdeki cehaleti, nefreti, kini öldürmeyi deneyin?

Kanlı savaş meydanlarında; bir bebek son nefesini verdiğinde, bir annenin son çığlığı da sustuğunda uygarlığımızın, zenginliğimizin, topraklarımızın, saltanatlarımızın, anlı-şanlı tarihimizin, bayraklarımızın, demokrasilerimizin, sahip olduğumuzu sandığımız insanlık haklarımızın hiç bir anlamı kalmayacak... Bunu bugünden kavramayı deneyin?

Gerçek şu ki, bizim asıl zaafımız açgözlülük ve bencillik de değil. Farkındalığımızın bir şeyleri değiştirebileceği durumlarda bile, despotların zalimliğine kayıtsız kalma konusunda safça inadımız.

Oysa hepimizin kavrayabileceği bir şeydir: Yeryüzündeki hiç bir halk kölelik, despotluk, zorbalık, cahillik, fırsatçılık için yaratılmamıştır. ‘İnsan kardeşini’ ezmek için yaratılmamıştır. Öldürülmek ya da öldürmek için yaratılmamıştır. Öyle olsaydı zaten ‘yaşam’ olmazdı…

Susmaya ya da boyun eğmeye mahkum edilmeksizin, herkesin -ne kadar farklı olursa olsun- inançlarını her yerde dile getirebileceği, varlığını ve insanlığın mirasını sürdürebileceği bir dünya, olmalı.

Çocuklar için ‘oyuncak silah’ların bile hayal edilmediği, alınıp-satılmadığı bir dünya olmalı.

Gerçek şu ki, biz istemezsek yapamazlar…  İzin vermezsek ruhlarımızı ele geçiremezler, hayatlarımızı yağmalayamazlar. İnsanlığımızın yolunu saptıramazlar. İnsan olarak kalmanın, insanca yaşamanın bir değer taşıdığını gerçekten hissediyorsak, eğer.

Gerçek şu ki, sen insansın... Kimsenin mülkü olmayacak, kimseye boyun eğmeyecek kadar ‘var’sın. Yeryüzünde herhangi bir egemen gücün hizmetlisi; hiç bir zorbanın tetikçisi, celladı, katili ya da kurbanı olamayacak kadar yüce varlığın.

 

@SibelYerdeniz

* 26 Temmuz Pazar günü saat 16:00’da ‘Büyük Barış Yürüyüşü’nde buluşalım. Savaşa karşı barışı inşa etmek için Tepebaşı TRT önünden Aksaray’a yürüyeceğiz. 

'Savaşa dur demek için yürüyoruz’

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Ne anlatayım ben sana?

Ey ilk insan, ey ilk yürek, ilk nefes, ilk adım, ilk gözyaşı, ilk kahkaha... bu mu mirasın torunlarına?

Selo Başkan sizden korkmuyor Beyefendi, arz ederim!

Bu ülkeyi yönetenler; iktidar ve söz sahipleri bize ne demek istiyor?

Selo Başkan sizden korkmuyor Beyefendi, arz ederim!

Nazi Almanya’sında milyonlarca insanın ‘iyi’ olmaya cesaret edememesinin nedeni neydi?