31 Mayıs 2015

Gezi’den, büyük insanlığa: Yaşasın ‘bağzı’ düşler!

Özlediğin, arzuladığın şeylerin hayalini kurmaya cesaret edip edemediğini, bilmek istiyorum...

Bundan tam iki yıl önce, el ele kol kola, omuz omuza sırt sırta verip zorbaların tüm barikatlarını yıkıp geçtiğimiz o muhteşem, o unutulmaz Gezi Direnişinin yıl dönümünde, 7 Haziran seçimlerine -ve barajları da yıkmaya- bir hafta kala, gözümün önünde tek bir fotoğraf karesi duruyor:

Elinde BDP bayrağı taşıyan genç bir erkekle, Türk bayrağı taşıyan genç bir kadın el ele vermişler, kendilerine doğru su sıkan TOMA'ya karşı direniyorlar.

Gerçekleşmeden önce böyle bir şeyin mümkün olabileceğine hayatta inanamayacağım Haziran isyanını ve Gezi direnişini şimdi gerçek olamayacak kadar büyülü bir düş gibi hatırlıyorum.

Ve ister istemez yine hatırlıyorum Hundertwasser’in “Eğer bir insan bir düş görüyorsa bu, yalnızca bir düştür. Eğer birden fazla insan aynı düşü görüyorsa bu, yeni bir gerçekliğin başlangıcıdır...” sözünü.

Gezi Parkı’nda bir kaç cesur ve kararlı gencin başlattığı mütevazı direnişin, ateşe atılan çadırlarla tutuşarak bir haysiyet ve onur destanına dönüşeceğini hiç kimse öngörememişti.

Sonrası ‘büyük insanlık’ tarihinin o muhteşem hikâyelerinden biriydi işte: Suyun akıp yatağını bulması gibi kendiliğinden gelişen, milyonlarca insanın birlikte verdiği mücadele ve daha öncesinde hiç birimizin tanık olmadığı bir özgürlük, dayanışma, hoşgörü ortamı.

Türküyle, Kürdüyle, Lazıyla, Çerkeziyle, Ermenisiyle, Romanıyla, Müslümanı, Hıristiyanı, Alevisi, Ateisti, Ezidisi, Zerdüştü, kadını, erkeği, eşcinseli, yaşlısı, genci, çoluğu çocuğuyla ve kökleri burada, bu coğrafyada olan diğer herkesle birlikte, oradaydık. Bu memleketin her yerinde, her meydanında, her sokağındaydık.

Oradaydık ve hiç birini unutmadık.

Dönemin başbakanı meydanlarda, “Bunlar 28 Şubat’ta neredeydiler?” diye bas bas bağırırken Twitter’dan “Kreşte!” diye yanıt veren o bitirim Y kuşağı çocuklarını...

“Gençler, Gezi Parkı’nda kuş sesleri, ıhlamur kokusu ve arı vızıltısıyla huzurlu bir sabah varmış? Aranızda olmak isterdim,” diye tweet atan valiye “Gümüşsuyu’nda müdahale olabilir, oradan gelmeyin” diye yanıt veren eylemciyi…

“Ağacın da vekiliyim!” diyerek kepçenin önünde dikilen millet vekilini…

Meydanlara, sokaklara, caddelere, duvarlara: “TOMA’yla sekiz gündür beraberiz, ciddi düşünüyoruz; Sinirlenince çok güzel oluyorsun Türkiyem; Kahrolsun bağzı şeyler; Korkma la, biziz, halk!” ve daha onlarcasını yazarak bizi gözümüzde yaşlarla kahkahalarla güldüren o muhteşem çapulcuları…

Ekranlarından günlerce ‘penguen belgeseli’ yayımlayarak bu ülkede yaşamadığını ispatlayan ana akım medyayı; Başbakan’ın ağzından koro halinde “Demokratik taleplere canımız feda” manşetini atan iktidar yanlısı gazeteleri…

“Kürt kardeşlerimin sorunlarını otuz yıldır bu medyadan dinlediğim için kendimden utanıyorum; Bugüne kadar yaptığım faşistlikten utandım ben bu dört-beş günde. Bize bunu yapan benim Kürt kardeşime neler yapmıştır…” şeklinde tweet atan yüzlerce eylemciye:

“Ohh mis gibi empati koktu” diye yanıt veren Kürt direnişçi kardeşimi…

Karanlık bir meydanda, mermi sağanağının önünden kaçarken birden olduğu yerde durarak geriye dönen, yukarıya doğru kaldırdığı kollarıyla hepimize “Arkadaşlar korkmayın bunlar gerçek mermiler değil, plastik!” diye bağırarak kendince moral veren -ama bizi kahreden- Liceli Kürt arkadaşımı…

Dükkânının camına "Direnmeye gittim gelicem" yazan esnafı...

“Pazar günü AKP mitinginde, Beşiktaş forması giyip, eline çarşı bayrağı alanlarla ilgimiz olmayacaktır. Yapılırsa hep beraber güleriz,” diyen Beşiktaş Çarşı grubunun insanlık tarihine geçen dayanışma ve direnişlerini…

Gecenin bir yarısı Gezi Parkı’ndaki sivil inisiyatif çadırına koca bir tencere sarma getiren komşu teyzeyi…

Parkın içindeki revirin kapısında elime, göğsünde sıkı sıkı tuttuğu minik poşeti titreyen elleriyle sıkıştırarak “kızım, bunları getirdim, evde bunlar kalmıştı…” diyen, o huzur içinde uzaklaşırken, poşeti açtığımızda gördüğümüz “yarım paket pamuk, yarısı içilmiş bir kaç ilaç blisteri” ile bizi ağlatan yaşlı teyzeyi…

Parkta çok sayıda yaralı olduğunu duyup, gecenin bir yarısı revire yardıma gelen onlarca doktor arkadaşımızı; kopan kızılca kıyametin ortasında bütün sükunetiyle pansuman yapan, yaraları diken yaşlı kalp damar cerrahı profesörü…

Ethem’in evinin önünde "Ağlama anne, evlatların burada!" diye slogan atarak  yüreklerimizi dağlayan yüzlerce genci…

Ve artık aramızda olmayan o güzelim kardeşlerimizi…

Asla bir sayfaya, bir kaç satıra, bir kaç yüz kelimeye sığmayacak o acılı, o sarsıcı, o muhteşem, o büyülü günlerimizi...  

‘Biz’im hikâyemizi ve düşlerimizi… Hiç birini unutmadık. Unutulmazdı…

“Türkiye’de bir gazeteci, Gezi’de yaşananları anlatırken sizin bir metninizi de çevirerek yazısına aldı ve binlerce insan okudu, paylaştı,” diyerek kendisine mail ile ulaşan bir okuyucuya, “Eğer Gezi dayanışması sürecine herhangi bir şekilde katkım olduysa ne mutlu bana,” diye yanıt vermişti O. Mountain Dreamer.

Zorbalığın tüm barikatlarını, barajlarını, engellerini; umutla, düşle, sevinçle, barışla, direnişle, el-ele, omuz omuza yıkmaya azmeden tüm o kardeşlerimi, 7 Haziran seçimleri öncesinde bir kez daha hatırlamak ve bizim ‘büyük insanlık’ düşümüzü bir kez daha hatırlatmak için buraya tekrar alıyorum…

Çünkü o uzun, o karanlık, o ürkütücü, o muhteşem, o büyüleyici günlerin ve gecelerin bütün marjinal, bütün çapulcu, bütün ‘öteki’ çocuklarının, oralarda bir yerlerde hâlâ nefes alıp verdiğini bilmek istiyorum:

“Geçinmek için ne yaptığın beni ilgilendirmiyor. Özlediğin, arzuladığın şeylerin hayalini kurmaya cesaret edip edemediğini, bilmek istiyorum.

Kaç yaşında olduğun beni ilgilendirmiyor. Aşk için, hayallerin için, yaşıyor olma serüveni için, aptal gibi görünme riskini göze alıp alamayacağını bilmek istiyorum.

Saklamaya, azaltmaya ya da düzeltmeye çalışmadan kederlerimizle yüzleşip yüzleşemeyeceğini bilmek istiyorum.

Yüreğin doğanın ritmi ve yaşama sevinciyle dolu bir sevdanın sınırlarına vardığında, o sınırları feda edip edemeyeceğini bilmek istiyorum.

Anlattığın hikâyenin doğru olup olmaması beni ilgilendirmiyor. Kendi ruhuna ihanet etmemek için bir başkasını hayal kırıklığına uğratıp uğratmayacağını bilmek istiyorum. İhaneti göze aldığın her seferinde, sonuçlarını ayakta karşılayıp karşılayamayacağını bilmek istiyorum.

‘Güven’ kelimesinin senin için ne ifade ettiğini bilmek istiyorum. Bazen sana karanlık gibi görünse bile, gelen günün içindeki o büyülü ışığı görüp göremeyeceğini bilmek istiyorum.

Hatalarımıza fırsat verip vermeyeceğini, bir gölün kenarında durduğumuzda ‘gümüş ay´a benimle birlikte “Evet!” diye bağırıp bağırmayacağını bilmek istiyorum.

Nerede yaşadığın ya da neye sahip olduğun beni ilgilendirmiyor. Keder ve umutsuzlukla geçen bir gecenin ardından, kırılmış, yorgun ve bitap, ayağa kalkıp kalkamayacağını; ‘çocuklar’ için yapılması gerekenleri yapıp yapamayacağını bilmek istiyorum.

Kim olduğun, buraya nereden ve nasıl geldiğin beni ilgilendirmiyor. Birlikte bir ateşin ortasında düştüğümüzde, gerektiğinde yanmayı göze alıp alamayacağını bilmek istiyorum.

Yalnız kalmaya katlanıp katlanamadığını bilmek istiyorum. İçinde yüreğinden başka tutunacak hiç bir şeyin kalmadığında, o amansız varlığını sevmeye devam edip edemeyeceğini bilmek istiyorum.

Bugüne kadar ne öğrendiğin, ne okuduğun beni ilgilendirmiyor. Diğer her şey bittiğinde seni ayakta tutan şeyin ne olduğunu bilmek istiyorum…”


@SibelYerdeniz

*Bu yazı YüzdeOn mecmuanın 4. sayısında yayımlanmıştır. 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Ne anlatayım ben sana?

Ey ilk insan, ey ilk yürek, ilk nefes, ilk adım, ilk gözyaşı, ilk kahkaha... bu mu mirasın torunlarına?

Selo Başkan sizden korkmuyor Beyefendi, arz ederim!

Bu ülkeyi yönetenler; iktidar ve söz sahipleri bize ne demek istiyor?

Selo Başkan sizden korkmuyor Beyefendi, arz ederim!

Nazi Almanya’sında milyonlarca insanın ‘iyi’ olmaya cesaret edememesinin nedeni neydi?