20 Nisan 2015

24 Nisan 1915: ‘Gerçek hakem halklar ve onların vicdanıdır’

Biliyorum, siz iyi insanlarsınız, siz soykırımlara karşı insanlarsınız, olmaması gerektiğini düşünüyorsunuz. Sizin atalarınızın da yapmamış olmasını arzu ediyorsunuz

“Tarih, 24 Nisan 1915’in şafak vakti. Özellikle İstanbul’daki Ermeni aydınları, yazarlar, sanatçılar, öğretmenler, avukatlar, doktorlar, mebuslar teker teker alınırlar evlerinden. Götürülürler... ve bir daha da geri dönmezler. İşte, birkaç gün sonra bütün Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde gerçekleştirilen ‘Tarihsel Ermeni Dramı’nın başlangıcıdır bu tarih.

Dünyanın hemen her yerinde Ermeniler yaşar. Bu yayılmanın merkezi Anadolu’dur. Başlangıcı 1850’lere dayanan, o dönemde ekonomik nedenlerle ve bireysel tercihe dayalı göç, 1915’de yayınlanan ‘tehcir kararı’ ile zorla göç ettirmeye dönüştüğünde dünya, Anadolulu bu insanların gurbetine çoktan dönüşmüştür.

Cumhuriyet’in kuruluşunda, Lozan’da 300 bin Ermeni vardı bu topraklarda. 130 bini İstanbul’da, 170 bini Anadolu’da. Bugün bu sayı, 60 bine düştü. Cumhuriyetin o yıllarında ülke nüfusu 13 milyondu, bugün 70 milyon. Türkiye çoğaldı da, niye Ermeniler azaldı?

Soykırım mı, değil mi? Ben Türk kardeşlerimle konuşurken dikkat ediyorum onları üzmemek için. Çünkü biliyorum, siz iyi insanlarsınız, siz soykırımlara karşı insanlarsınız, olmaması gerektiğini düşünüyorsunuz. Sizin atalarınızın da yapmamış olmasını arzu ediyorsunuz. Ben buna empati yapabiliyorum. Ve acaba soykırım kelimesine girmeden nasıl anlatırım olan biteni, buna bakıyorum. Ama bana “Bu soykırım mıydı, değil miydi?” diye adını sorarsanız, ben kendimi inkâr etmem, tarihimi inkâr etmem. 

Ben Türkiyeliyim... Ermeniyim... İliklerime kadar Anadoluluyum...

Ülkem Sivas için ağlarken ağladım. Halkım çeteleriyle boğuşurken boğuştum. Kendi kaderimi ülkemin özgürlüğünü yaratma süreciyle eşledim.

Tabii ki atalarımın başına gelenleri biliyorum. Buna kimileri ‘katliam’, kimileri ‘soykırım’, kimileri ‘tehcir’, kimileri de ‘trajedi’ diyor.

Atalarım Anadolu diliyle ‘kıyım’ derdi... 

Ben ise ‘yıkım’ diyorum. Ve biliyorum ki bu yıkımlar olmasaydı benim ülkem çok daha yaşanılır, çok daha imrenilir olurdu.

Biz Anadolu topraklarında üç bin, dört bin yıldır yaşayan bir halktık ve bir gün bu topraklardan yok olduk. Bu topraklarla ilişkimiz kesildi. Bir halkın kültürü, uygarlığı yaşadığı alanla birebir ilişkilidir ve köküyle ilişkisi kesildiği zaman o halk, halk olmaktan çıkar.

Canlı, kendi canlı varlık alanıyla vardır, onun dışında yoktur. Eğer onu oradan alıp bir yerlere altın tepside de taşısanız, onun varlık alanıyla ilişkisini, kökünü kesiyorsunuz demektir. Tehcir böyle bir şey işte... Üç bin yıldır bu topraklarda yaşayan, bu topraklarda kültür, uygarlık üreten insanlar yaşadıkları topraklardan şu ya da bu sebepten ötürü koparıldı ve dünyanın dört bir yanına savruldular. Ölenler, kalanlar, savrulanlar...

Onun için, Ermeniler Ağrı Dağı’na bakarlar. Yüzlerini çevirir, Amerika’dan, Avustralya’dan, bilmem nereden Ağrı Dağı’na bakarlar. Ağrı Dağı’nı görmedikleri için de evlerinde Ağrı Dağı’nın resmi vardır. Adam gitmiş, Avustralya’da, Amerika’da, rahat şartlar, zengin standartlar içinde yaşıyor. Ama gözü hâlâ Ağrı’da… Niye? Çünkü Ağrı onun için bir yükseklik değil, bir derinliktir. Köktür. 

Tehcir zamanı, “Hazırlanın gideceksiniz,” fermanı yayıldığında, tabii ki herkesi “Ne yaparız ne götürürüz?” telaşı almış. İhtiyar köylü sanki başka bir dünyada yaşıyor... Onda telaş yok... Oturmuş buğdayla samanı birbirinden ayıran düvenin çakmak taşlarını onarıyor, keskinleştiriyor. “Yahu” diyorlar, “Gidiyoruz işte... Düveni de götürecek değilsin ya... Artık ne uğraşıyorsun onun tamiriyle?” “Olsun yahu” diyor, “Yolcuysak yolcuyuz... Biz ekini ektik, elbet birileri de gelip biçecek... Peki ekin ortada mı kalacak? Elbet birisi de bu harmanı savuracak... Adam gelince bu düveni bozuk mu bulsun yani?”

Nedenlerine, niçinlerine girmiyorum. Sizin haklı olacağınız, benim haklı olabileceğim nedenler olabilir. Sonucu açısından baktığım zaman şunu görüyorum: O halk, üç-dört bin yıldır bu topraklarda yaşıyor. İnanılmaz bir uygarlık yaratmış. Anadolu’da yerin dibindeki suyu dağlara tırmandırmış. Yüz sene öncesinin şartlarında yedi dilde kolejler yaratmış. İnanılmaz bir esnaf; çalışkan, üretken, toprağıyla yerleşik bir halk. Anadolu’nun motor güçlerinden biri ve siz bu halkı, şu veya bu nedenle alıyorsunuz, dağıtıyorsunuz. Bir anda yok oluyor. Canlı bir toplumu kendi canlı varlık alanından alıp başka bir yere götürüyorsunuz. Bırakın hukuku; hukuk terimleri gereksiz... Bir insan olarak baktığımız zaman, bırakın karmaşık mantığı, düz mantıkla baktığımız zaman, nedir bu? Bu sonuç sizce nedir? 

Asıl soru şu: Türkiye toplumu gerçeği biliyor da mı olayı inkâr ya da ikrar ediyor? Bakın… Türkiye şu anda ne inkârla ne de ikrarla meşgul olmalı. Türkiye olayı idrak etmeye çalışmalı. İnsanlara dayatılmış bir ikrarın ya da inkârın, duygulara hitap etmemiş bir sürecin hiç kimseye bir faydası olmaz. İnsanlar ancak Ermeni meselesini öğrendikten, anladıktan sonra, ‘Bu benim için bir soykırımdır ya da değildir’ diye olayı kabul ederler ya da etmezler. Ayrıca devletin ya da hükümetin dışarıdan baskılarla, mecbur kalıp olayı kabul etmesinin de hiçbir anlamı yok.

Tarih, sadece devletlerarası değil, halklar arası bir sorun. Çünkü gerçeği görmesi gereken toplumlardır, insanlardır. Konuşulması gereken kavram da ‘vicdan’dır. Devletlerin vicdanı olmaz. Toplumların ve insanların vicdanı olur. Zaten idrak de, ‘vicdan’la ilgili bir süreçtir…

Tarihin yazılmış sayfaları yaşanmışlıklarla, beyaz sayfaları ise yaşanacaklara tekabül eder. Türk-Ermeni ilişkileri açısındansa işte, asırlardan gelen ve asırlara gidecek olan ortak yazgımız bir kez daha önümüzde. Atalarımız geçmişte kendilerine düşen sayfaları iyi kötü doldurdu. Asıl sorun bugün bizim bu beyaz sayfaları nasıl dolduracağımız...

Yaşananları nasıl adlandırdığınız yaşananın özünü değiştirmez. Soykırım, katliam, facia, kıyım, toplu cinayet...Olan biteni, yaşananları anlatmakta bütün bu kelimeler kifayetsiz zaten. O dönemde yaşananlar sadece ölenlerin ya da öldürenlerin tarihi değil ki.

Ermeni sorununun konuşulduğu alan, üçüncü ülkelerin parlamentoları olmamalıdır, bizzat olayların asli tarafları ve bizim topraklarımız olmalıdır.

Bunun için bu çağda, ne bir parlamentonun hakemliğe soyunmasını kabul ediyorum ne de devletin.

Gerçek hakem halklar ve onların vicdanıdır. Benim vicdanımda ise hiç bir devlet erkinin vicdanı, hiç bir halkın vicdanı ile boy ölçüşemez.” *

 

@SibelYerdeniz


 

* Bu yazıyı bütünüyle sevgili Hrant Dink’in yazı ve söyleşilerinden derledim, üstüne tek bir kelime ekleme ihtiyacı hissetmedim. Yazarken hissettiğim sadece, artık aramızda olmayışının insanlık ve Türkiye adına ne denli büyük bir kayıp olduğuydu. Anısına saygıyla...

** Yazıyı yazarken sevgili Tûba Çandar’ın HRANT adlı kitabından da faydalandım ve ne kadar değerli bir çalışma olduğunu; ne denli büyük bir emek, sabır ve titizlikle  hazırlanmış olduğunu tekrar gördüm. Onun da varlığına ve emeğine saygıyla...

*** Sözlerini sevgili Yasemin Göksu’nun yazdığı ve İlkay Akkaya ile birlikte seslendirdikleri Ey İnsan!’

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Ne anlatayım ben sana?

Ey ilk insan, ey ilk yürek, ilk nefes, ilk adım, ilk gözyaşı, ilk kahkaha... bu mu mirasın torunlarına?

Selo Başkan sizden korkmuyor Beyefendi, arz ederim!

Bu ülkeyi yönetenler; iktidar ve söz sahipleri bize ne demek istiyor?

Selo Başkan sizden korkmuyor Beyefendi, arz ederim!

Nazi Almanya’sında milyonlarca insanın ‘iyi’ olmaya cesaret edememesinin nedeni neydi?