20 Aralık 2017

Hak sahibi olma hakkı

İnsan haklarının öznesi olmak için hakları talep etmek ve uygulamaya koymak için mücadele vermek gereklidir

10 Aralık Dünya İnsan Hakları günüydü. Türkiye’de insan hakları alanında kutlanacak pek birşey yok. Ama insan hakları haftası belki bazı temel değerleri anımsamamıza yardımcı olur.

Önce anımsamamız gereken insan olarak var olduğumuz  ve insan olmamız nedeniyle doğuştan haklara sahip bulunduğumuz. Ayrıca, bu hakların vazgeçilmez, devredilmez, eşit ve evrensel bir nitelik taşıdığı. Başka bir deyişle sevmediğimiz,nefret ettiğimiz “öteki”nin de bizimle tıpatıp aynı haklara sahip olduğu.

Anımsamamız gereken bir başka husus, insanın devletin ve yasaların ürünü  değil, devletin ve yasaların insanın ürünü olduğu. Demokrasilerde, insan haklarının iktidarı sınırladığı, iktidarın giremeyeceği bir alan yarattığı. İnsan haklarının kaynağı insan olduğundan, insan haklarının ihlalinin gerçekte insan olmayı red anlamını taşıdığı. Bütün bunları, yüzbinlerce insanın sorgusuz sualsiz işten atıldığı, siyasetçilerin, gazetecilerin cezaevlerine tıkıldığı, akademisyenlerin işten atılıp yargılandığı, basın ve ifade özgürlüğünün, toplantı ve gösteri özgürlüğünün her gün ayaklar altına alındığı bir Türkiye’de anımsamakta yarar var.

“Türkiye’de insan hakları neden bu noktaya geldi?” sorusuna yanıt ararken demokrasiyle insan hakları arasındaki yakın bağlantıyı da anımsamamız gerekir. Temel hak ve özgürlükler ancak demokrasiyle yönetilen, hukuk devletinin geçerli olduğu ülkelerde güvence altındadır. Demokrasiyle yönetilmeyen, iktidarın sınırlarının  hukuk tarafında belirlenmediği ülkelerdeyse keyfilik egemendir. Otokrata boyun eğmeyen herkes düşmandır. İktidarın çıkarlarıyla bütünleşen ulusal çıkarlara ihanet içindedirler.  Böyle kişilerin insan haklarından yararlanmalarına da izin verilemez.

Hannah Arendt, totaliter rejimlerin insanları nasıl insan olmaktan çıkararak ‘lüzumsuz yaratıklar’a  dönüştürdüğünü anlamaya çalışırken, ‘hak sahibi olma hakkı’ndan söz eder. İnsan hakları vatandaşlığa bağlandığından, 2. Dünya Savaşı sonrasında vatandaşlığı ve vatandaşlığın getirdiği hukuksal ve siyasal statüyü yitirmiş, hakları ellerinden alınmış, gelecekleri hükümetlerin keyfi kararlarına kalmış kişilerdir söz konusu olan.

Ancak hak sahibi olanların dünyada yeri vardır. Dünyada yeri olmanın anlamı, bireylerin söylem ve eylemleriyle öznelliklerini ortaya çıkarması, seslerinin duyulması , hukuksal ve siyasal statüye sahip olmaları.  Dünyada yeri olmayanların ise sesi  işitilmez, kendileri görülmez, varlıkları duyulmaz. Bunlar hak  öznesi olmayan, toplumdan dışlanmış kişilerdir.

Türkiye’de,  OHAL döneminde,  150 binden  fazla kamu çalışanı ihraç edildi. 62 bin öğretmen işten çıkarıldı. 5700 akademisyen üniversiteden atıldı. Barış istedikleri için 2000 akademisyenin işine son verildi. Bu da yetmezmiş gibi,haklarında dava açıldı. Bütün bunlar, gerekçe gösterilmeden,savunmaları alınmadan büyük bir keyfilik içinde gerçekleştirildi. Bu kişilerin başka bir işte çalışma olanağı yok, pasaportları iptal edildiğinden seyahat edemiyorlar. Sadece kendilerinin değil eşleri ve çocuklarının da pasaportlarına el konuldu. Bütün bu adaletsizliklere karşı başvurabilecekleri hukuk yolu yok. Üyelerinin çoğunluğu hükümet tarafından atanan, kurulalı beş ay olmasına karşın henüz tek bir karar bile vermeyen ,verse bile  hükümetin istemediği kararları veremeyeceği açık olan İnceleme Komisyonu’nun  etkili bir hukuk yolu olmadığı ortada. Komisyon kararlarına karşı idari yargıya, istinaf mahkemesine, Anayasa Mahkemesi’ne gittikten sonra AİHM’e başvurulabilir. Ama bu öylesine uzun bir yolculuk ki , uygulamada hukuk yollarının açık olmasıyla kapalı olması arasında pek bir fark kalmıyor. Zaten yargının iktidarın kontrolu altında bulunduğu bir ülkede  hukuk  yollarının açık olması da bir anlam taşımıyor.

Başka bir deyişle, ortada yüzbinlerce insanı mağdur eden bir haksızlık, adaletsizlik var. Buna karşı, hak arama yolları tıkanmış durumda. Bu insanlar, Türkiye’nin hak sahibi olma hakkı bulunmayan insanları. Hem toplum,hem de hukuk dışına itilmişler. Sesleri duyulmuyor,kendileri görülmüyor. Seslerini duyurmak istediklerinde, polis şiddetiyle bastırılıyorlar. Yerlerde sürüklenip tutuklanıyorlar. 

Arendt’in görüşlerini, Fransız düşünür Rancier’in görüşleriyle tamamlamak gerekir. Rancier’e göre, hak sahibi olma hakkı gibi önceden tanınmış bir statü yoktur. İnsan haklarının öznesi olmak  için hakları talep etmek ve uygulamaya koymak için mücadele vermek gereklidir. “Lüzumsuz” kılınan kişilerin, içinde bulundukları ve kendilerini reddeden düzene karşı  görülmek, işitilmek  için verdikleri mücadele onları hak sahibi yapar. Bu mücadele siyasal bir süreçtir. O nedenle hak öznesi aynı zamanda siyasetin öznesidir.

Şimdi Türkiye’de yapılması gereken budur. Hak sahibi olma hakkından yoksun bırakılan insanların bu durumu kabul etmeyip  birliktelik içinde, kollektif bir mücadele başlatmaları önem taşıyor. Hak öznesi olarak varlıkları reddedilen, görülmeyen,işitilmeyen, ülke içinde yeri olmayan, “lüzumsuzlaştırılan” insanlardan söz ediyorsak, bu AKP iktidarına itirazı olan herkesi, tüm “iç düşmanları” yani  Türkiye’nin yarısını kapsar. Yapılması gereken, hakları alınmış, sesleri duyulmayan halk yığınlarının aktif bir yurttaşlık bilincine kavuşmalarını sağlayarak siyasetin içine çekebilmek, mücadele ağının düğümlerine dönüştürmek.

Türkiye’de yaşayan insanların,demokratik bir ülkede, insan onuruna yaraşır bir yaşama kavuşmalarının yolu  böyle bir mücadeleden geçmekte.

Yazarın Diğer Yazıları

Uluslararası belgelerde Türkiye’de demokrasi ve insan hakları

Türkiye’de demokratik, temel hak ve özgürlüklere, hukuk devletine saygılı bir rejimin kurulması ancak halktan gelen talepler sonucunda gerçekleşecektir

Gazze'de adalet arayışında Türkiye

Türkiye'nin Gazze konusunda söylediği sözlerin inandırıcı olabilmesi için somut bir eylemle desteklenmesi gerekir. Her şeyden önce yapılması gereken Türkiye'nin Gazze ile ilgili olarak UAD'ın önündeki davaya müdahil olmasıdır

Yerel seçim öncesi yeni bir demokrasi seçeneği

"Yerel demokrasinin hayata geçirilmesi, Türkiye’de yeni bir siyaset inşasıyla birlikte iktidarın tek bir kişiden halka devredilmesi, piramidin tersine çevrilmesi anlamına gelecek"