27 Aralık 2014

Ülkenin yarısını kim yönetiyor?

Devletin küstüğü, kızdığı, düşman ilan ettiği, her musibeti müstahak gördüğü, muhatap almadığı yurttaşları var

Öyle ilginç bir dönemden geçiyoruz ki sanki ülkenin yarısı bu ülkede yaşamıyor gibi.

Devletin küstüğü, kızdığı, düşman ilan ettiği, her musibeti müstahak gördüğü, muhatap almadığı  yurttaşları var.

Ülkenin en tepesindeki isim, Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından sürekli olarak aşağılanan, ötekileştirilen ve öfkesinin kaynağını oluşturanlar diye de tanımlayabilirdik.

Devlet  ve hükümet ile bu yurttaşlar arasında bütün köprüler atılmış gibi. Ne devlet onlara kulak veriyor ne de yurttaşları artık bir umut besliyor.

Garip olan tabi ki hükümetin/devletin tavrı ve yurttaş algısı.

Kimileri Kemalist kimileri Gezici, kimileri terörist kimileri de “paralel” ilan edilince ülkenin –AKP’ye oy veren- geri kalanı ile yetinen bir devlet kültürü oluştu.

İlginç bir biçimde yargıda “öteki Türkiye’nin” beklenti ve talepleri duyulmaz oldu. Gezi Süreci’nin mağduru olan evlatlarını yitiren aileler, gözlerini yitiren gençler bırakın bir muhatabı, davalar karşısında gösterilen kayıtsızlık ve adressizlikle baş başa kaldı.

“Paralel” olanlar geçmişte yaşattıklarının vebali bir yana, ayırt edilmeksizin koskocaman bir çuvala dolduruldu. Finans kuruluşlarının batacağını devletin en üstteki ismi, “acaba bu suç mudur” demeden  dile getirdi. İşyerleri, okullar, medya ve sivil toplum örgütleri yasanın değil, keyfiyetin hüküm sürdüğünü anca şimdi anladı.

Toplumun yıllar içinde oluşan değer ve duyarlılıkları adeta “hızlandırılmış muhafazakarlaşma/İslamlaşma” sürecinde hiçe sayıldı.

İşçi ölümleri, kalkınan Türkiye’nin anti-teziydi.

Gezi, zaten darbe girişimiydi.

Cemaat, darbeciydi.

Atatürkçüler, yıkılan vesayetin özlemcileriydi.

Laikler, puta tapanlara eş değerdi.

Kürtler, terör ile arasına mesafe koyamayanlardı.

Kadınlar, üç çocuk yerine çalışmakta ısrar edenlerdi. Hakikaten erkeğe “eşdeğer” (!) miydi?

Gençler, ne söyleyeceği kestirilemez olanlardı. Onun içindir ki salonlar onlar olmadan daha güvenliydi.

İşsizler hır çıkaranlardı.

İşçiler nankör olanlardı.

Aleviler, çoğu Ali’siz olandı. 

Patronlar, sürekli –geçmişte hükümete dönük- sabıka kayıtlarıyla tehdit edilenlerdi.

Medya  , o hafta düşman kontenjanı boşsa, seçilen ismin hedef gösterildiği bir sirkti. Tabi liderin ve hükümetin her dediğini “mutlak doğru” kabul edenler “yeni Türkiye’nin” gözetleme kuleleriydi.

Aydınlar, “bizden” değilse ne gerek vardı?

Liste böyle uzayıp gidiyor. Balkon konuşmalarında memleketin tamamını kucaklama vaatleri çoktan terk edildi. Edilmese de artık kim inanırdı?

Böylesi bir ayrım ve böylesi bir kutuplaşmadan demokrasi ne kazanır?

Ülkesi nüfusunun yarısını gözden çıkarmış bir devlet kiminle barışır? O ülkede bir arada yaşama kültürü nasıl gelişir? Çok kültürlülük, farklı olana saygı nasıl oluşur?

Ya da “Fırat’ın kenarında kaybolan koyunu bile benden sorun” diyen Demirel şimdi niçin hatırlanır?

 

Yazarın Diğer Yazıları

Suna Kıraç'ın ardından: Yaşamı ve yaptıklarıyla ölüme inanmadı, ömründen uzun idealleri vardı…

Suna Kıraç’ın ‘teamüllere aykırı’ tek tercihi bir Koç profesyoneli olan İnan Kıraç’la evlenmesi olmadı. Çiftin aldığı bir başka karar, yine o dönem ve temsil ettikleri ‘sınıf’ açısından büyük bir devrimdi. Mademki çocukları olmuyordu onlar da bir çocuğu evlat edineceklerdi

Suriyeli mültecilerin hatırlattıkları (1)

Ensar’lıktan ‘halkta büyük tepki’ ya da ‘büyük sorunlar çıkması’ gerekçesine evrilen sürecin miladı, en kolay ikna edilebileceği öngörülen AKP tabanında bile yaşanan oy kaybı ve bu oy kaybında Suriyeli mültecilerin rolüydü. İdeolojik olandan pragmatik ve hak ihlallerini barındıran dönüşümde de bu anketlerin rolü vardı

Satın alınan demokrasi

Demokrasi için cebinden para harcayıp oy veren seçmen kazandı; devletin parasını ve demokrasinin değerlerini harcayanlar kaybetti.