11 Haziran 2017

Türkiye hikâyelerini anlatıyor!

Bir iç dökmeden, paylaşma ihtiyacından, zehrini akıtma isteğinden öte yaşamın edebiyatla kesişme noktasında bir araya gelme beklentisi de vardı hikâyelerin bilinçaltında

Neyse ki pırıl pırıl bir gündü, neyse ki geç kalmamıştık. Güvenlik görevlisine nüfus cüzdanlarımızı bırakırken gözüme ilişti. “Ben de etkinlik için geldim,” dedi. “Ne taraftan gideceğim?”

Eşsiz Boğaz manzarasını sağımıza alarak yokuşu birlikte indik, tek kelime etmeden, aramızdaki mesafeyi çok açmadan. “İleride sağda göreceksiniz,” demişlerdi. “Saatli bina.” İşte orada. Yemyeşil çimenlere basarak yürüdük. Herkes toplanmıştı, şöyle bir bakıp geçtim aralarından. Kimseyi tanımıyordum. Ama hepsiyle kader ortaklığım vardı. İçeri girdik, sağ taraftaki güler yüzlü kız “Hoşgeldiniz,” dedi. “İsminiz?” Hem adımı hem soyadımı söyledim. Önündeki listeye baktı, imzalamam gereken boş kutucuğu gösterdi gülümsemesini bozmadan. “Emeğinize sağlık,” dedi. İmzamı attım, bir poşet tutuşturdular elime. İçinde iki adet kitap vardı. Sol taraftaki bölüme geçtik. İkramlıkların sunulduğu kokteyl salonu burası olmalıydı, çoğu kişi erkenden gelmişe benziyordu, çaylar kahveler çoktan içilmiş, tabaklardaki tatlı tuzlu kurabiyeler yarıya inmişti neredeyse. Gelenler birkaç kişilik gruplar oluşturmuş, kendi aralarında fısıldaşarak konuşuyorlardı, kimse etrafına bakmıyordu. Onu tekrar gördüm, göz göze geldik. Yanına gittim. “Sizin de mi hikâyeniz var kitapta?, diye sordum. “Hayır,” dedi. “Babamın hikayesi var.” Alelacele bahsetti, içim cız etti. “Bir Köşk Varmış hikâyesinin adı,” dedi. Kaçıncı sayfa diye sordum. 422 imiş. Aa demek siz de Kütahyalısınız, diye lafa karıştı annem. Gülümsedik birbirimize. “Seminerde konuşacak babam,” diye ekledi.  

Apar topar konferans salonuna geçtik, arkaya kalmıştık, ön sıralar çoktan dolmuştu. Annemle yer bulup oturduk. Poşetten kitabı çıkardım. Yetmiş beşinci sayfayı açtım, okumak gelmedi içimden. Ne yazdıysam ezbere biliyordum nasılsa, hatırlamaya ihtiyacım yoktu.

Paul Auster,  Ulusal Radyo’nun teklifi üzerine “Amerika’dan İnsan Manzaraları” adlı bir program hazırlamış, Amerika’nın dört bir yanından gelen hikâyeleri radyo programında bizzat okumuş vakti zamanında. Daha sonra bu hikâyeler Babamın Tanrı Olduğunu Sandım adı altında kitaplaştırılmış.  Açık Radyo ve Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nin işbirliğiyle benzer bir proje “Hayat-ı Hakikiye Hikâyeleri” adı altında 2015 yılında gerçekleştirildi. 400 hikaye numaralandırılmak suretiyle Murat Gülsoy, Ömer Madra, İlksen Mavituna ve Güven Güzeldere tarafından okunup değerlendirilerek aralarından 127 hikâye seçildi. 25 Ekim Pazartesi gününden itibaren 29 Nisan 2016’ya kadar her öğlen 12.55-13.00 arasında Açık Radyo’da editörler, radyo çalışanları ve tiyatro sanatçıları tarafından seslendirildi. 102 yazarın 116 öyküsü, 2 Haziran 2017 tarihinde Can Yayınları tarafından Türkiye Hikâyelerini Anlatıyor adı altında neşredildi. Aynı zamanda Nazım Hikmet’in 54. ölüm yıldönümünde! Nazım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaları’na dâhil ettiği karakterlere benzer, 102 ‘sıradan’ insan kendi hayatından bir kesiti, belki en acıtan, belki en unutamadığı, belki hep hatırlamak istediği bir hatırayı kaleme almıştı.

Yaşanmışlığın hakikati, kurmaca bir metne dönüşerek ölümsüzlüğünü ilan etti böylece. Kimi kendiyle hesaplaşmak için yazdı, kimi kendine bile söyleyemediğini itiraf etmek için. Bazısı yazarak iyileşti, bazısı iyileştiği için yazdı. Mazi kadar capcanlı, sürekli nefes alan bir yapıt çıktı ortaya. Birbirimize ne kadar benzediğimizin ve ne kadar biricik olduğumuzun ispatı gibi duruyor şimdi raflarda. Hiçkimsenin ‘sıradan’ olmadığını vurguluyor aslında. Hatıralarımızla ilmek ilmek örülen yaşamımızın Türkiye’ye ne kadar benzediğini ve Türkiye’nin bize ne kadar benzediğini okudukça anlıyorum. Yargılamadan önce anla, demiyor muydu Mevlana? Birbirimizi anlamaya ne çok ihtiyacımız olduğunu bir kez daha görüyorum kitaptaki hatıralar arasında dolaştıkça.

Bu projeyi bir arkadaşımdan duymuştum işin aslı. İnternet sayfasını açtım, karşıma çıkan kutucuğa içimden geldiği gibi yazdım, ne anlatmak istediğimi biliyordum. Bahsedeceğim kişi belliydi, her şeyi vazıh bir dille anlattım, yazdıklarımı eleştirel aklın eleğinden geçirmedim, noktayı koydum ve geri dönüp okumadım bile, öylece gönderdim. Kabul edildiğini öğrendiğimde tuhaf bir mutluluk hissettim. Canımı yakan bir hadiseyi anlattığım için bir gün böyle göneneceğim aklıma gelmezdi. Yazmanın gücü bu olsa gerek, dedim içimden. Yazmak eczaydı, yazmak ab-ı hayattı.

Radyoda hikâyemin/hatıramın seslendirilmesinin üzerinden iki sene geçti. Pek fazla kişiye haber vermemiştim işin gerçeği. Yazdığımın bir kopyasını almadığım için kimseye okutmam da mümkün değildi. Haberdar ettiğim kaç kişi radyoda hikayemi dinledi bilmiyordum, ama hiç tanımadığım insanların dinlediğini bilmek, birbirimizden habersiz duygudaşlık kuracağımızı içten içe hissetmek ferahlatıyor, hafifletiyordu beni. Radyodan diğer hikâyelerin bir kısmını dinleyebildim. Bazısı unutmak için, bazısı hatırlamak için yazmış gibiydi.

Bir iç dökmeden, paylaşma ihtiyacından, zehrini akıtma isteğinden öte yaşamın edebiyatla kesişme noktasında bir araya gelme beklentisi de vardı hikâyelerin bilinçaltında. Jung, hayat kişinin bilinçaltının farkına varmasının öyküsüdür, der. Bilinçaltının farkına varmış insanların hikâyeleri var bu kitapta, belki yazmadan önce, belki tam da yazarken veyahut yazdıktan sonra bilinçaltının dehlizlerini keşfetmiş insanların hatıraları. Türkiye’nin duygu haritası, ruh iklimi baştan sona varlığını hissettiriyor okudukça. Gam yükünü atmak için yazanlar kadar tatlı bir tebessümle hatırladıkları muzip anılarını kâğıda dökenler de yok değil, ama yine de çoğu hikâyede keder, ızdırap ve sızı ağır basıyor. Halbuki mizahı acıya karşı silah gibi tutan bir toplumken, kendi acı hatıralarına ağıt yakıp duran ama birbirinin sesini duymayan bir insan kalabalığı hâline gelmişiz. Halbuki insan mazisini yanında ağır bir valiz gibi değil de küçük bir cep aynası gibi taşısa… Nereye gidersek gidelim mazimizin gölgesinden kurtulamıyorsak madem… Birbirimizin acısına tutunsak, arınsak. Tam da bunu başarıyor bu derleme. Türkiye hikâyelerini anlatıyor, anlattıkça el ele tutuşuyor adeta.

O koca salonda editörlerin projeye dair konuşmalarının ardından bazı hikâye sahipleri söz aldı. Her birinin konuşması en az hikâyeleri kadar heyecan verici ve ilginçti. Garip bir akrabalık bağı oluşmuştu sanki herkesin arasında. Paylaştıkça birbirimize tutunuyor, tutundukça yeniden bir çatı altında toplanmanın, yeniden toplum olmanın gücünü kazanıyorduk adeta. Yahudisinden Kürdüne, muhacirinden tecavüz mağduruna, işkence görmüş eski bir subaydan cezaevinde olduğu için gelemeyen mahkuma kadar hepimiz hatıralarımızla birbirimize dokunduk. İnsan hatıraları kadar var olabiliyordu cihanda.

Kimin nasıl bir anısı hâline geleceğimizi hiç birimiz bilemeyiz, diyor ya Turgut Uyar. Ne hayatımıza değenler, hayatlarına tanıklık ettiklerimiz, hayatını dinlediklerimiz biliyor bunu, ne de biz. Hafıza yaşadıklarımızı düzeltiyor, düzenliyor, yontup değiştiriyor belki biraz. Fakat hikâyelerin her birinde içe işleyen bir sahihlik ve arı duru bir yansıma var. Her şeyi olduğu gibi anlatabilmenin büyülü gücünü hissettiriyor satır satır. Belki günlüklere bile yazılmayan, en yakındakine bile anlatılamayan yaşanmışlıklar her biri.

Salondan çıkarken hoş beş ettiklerimle aramda hep aynı soru geçiyordu. “Sizin hikâyeniz kaçıncı sayfada?” 245. sayfa… 190. sayfa… 67. sayfa… Bir an not alsam mı diye geçiyor aklımdan. Sonra “Boş ver,” diyorum kendime, “nasılsa hepsini okumayacak mıyım?”

Eve döndüğümde önce ilk hikâyeden başlıyorum okumaya. Bir süre elimden düşmüyor kitap, dönüp dönüp yeniden okuyorum. Bazı hikâyelerde nutkum tutuluyor, bazılarında ağlıyorum. Hepsi oradaydı o gün, hepsini gördüm. Ama onları asıl hikâyelerini okuduğumda görmeye başladığımı fark ediyorum.   Uzak akrabalarım artık her biri.     

O gün de bir hatıra olarak yer ediniyor kişisel tarihimde. Şimdi yazarak sizlerle de paylaştığım bir hatıra…

@NarDogu

 

Yazarın Diğer Yazıları

Soykırım demeniz için daha ne olması gerekiyor?

Soykırımın korkunçluğu sadece özneleri değil onların kimliklerini de yok etmesidir, gelecekleri kadar geçmişlerini de ellerinden almasıdır, yaslarını tutacak kimse bırakmamasıdır

Kamu spotu: LGBTİ+ hakları insan haklarıdır!

"Büyük Aileye" zarar verenler LGBTİ+'lar mı? Ailelere zarar verenler 'küçük çocuğun rızası vardı, bir kereden bir şey olmaz, üvey evlatla nikah olur, çocukken alıp kendilerine uygun eş yapılır vs.' diyenlerdir"

Barış siyaseti, kadınların huzuru ve üvey olmak

Muhalifleri tek tek cezalandırmak, her seçim sonrası şiddette el arttırmak, hak ihlallerini norm haline getirmek suretiyle düşman hukuku uygulayan iktidarın gelecek planlarında telafisi gittikçe zorlaşan bir yıkım stratejisi, tektipleşerek birbirine yabancılaşmış itaatkâr bir halk tahayyülü, bir dahaki seçimde yenilme ihtimaline karşı giderayak cebini iyice doldurma gayreti var