01 Mayıs 2018

1 Mayıs: Irgattan yana mı olacaksınız ağadan yana mı?

Yoksullarla değil, yoksullukla mücadele edilmesi gerektiğinin arkanızda durmanız icap eder

Yaşar Kemal ilk hikâyelerini göstermek için bir sabah Orhan Kemal’in kapısını çalar. Günün ilk ışığının yavaş yavaş aydınlatmaya başladığı Adana sokaklarında yürürler birlikte. Yaşar Kemal elinde tuttuğu bir tomar kağıdı evire çevire hikayelerinden bölümler okur Orhan Kemal’e. Derken ırgat pazarına çıkar yolları. Orhan Kemal bir an durur, işçileri gösterir başıyla. “İyi güzel yazıyorsun da, önce bir bak şu pazara da karar ver,” diyerek Yaşar Kemal’e diker gözünü. “Irgattan yana mı olacaksın, ağadan yana mı?”

Hakkı yenenden, mazlumdan, sömürülenden, ezilenden yana olup olmamak varoluşsal bir sorudur evvela. Herkesin, sadece lafta değil, gündelik hayatın pratiğinde kimden yana olduğunun cevabını mütemadiyen vermesi gerekir. Diyelim ki, bir çöp toplayıcısıyla veya bir duvar ustasıyla kurduğunuz diyalogta, ön camını silmek için arabanızın önüne atılan bir delikanlıyla, ‘nazar boncuğu sana çok yakışır’ diyerek size çiçek satmaya çalışan bir genç kızla, siparişinizi biraz geç getiren garsonla, üst rafların tozunu almayı unutan bir temizlikçiye hatırlatmada bulunduğunuzda, yarım yamalak Türkçesiyle ‘bana yemek alır mısın?’ diyerek gözünüzün içine bakan bir çocukla konuşurken kimden yana olduğunuzun hesabını verirsiniz aslında.

Yoksullarla değil, yoksullukla mücadele edilmesi gerektiğinin arkanızda durmanız icap eder çünkü.

Tanımadığınız kişilerin hakkını savunmak için canınızı ortayı koymayı, fazla bulduğunuzu değil azımsadığınızı paylaşabilmenin erdemini, herkes için üretimde ve tüketimde insanca, kardeşçe bölüşmeyi dilemenin gerekliliğini sınar hayat. Her yerde sınar, her an sınar; kimden yana olduğunuzun cevabıdır insana koşulsuz şartsız verdiğiniz değeri gösteren.

Gün gelir, kalbinizin bodrum katına kilitlediğinizi sandığınız o üstten bakan, bencil ses, vicdanınızın sesini bastırırsa, ırgattan yana olduğunuzu söyleyerek inşa ettiğiniz sırça sarayınızda ilkelerinizden taviz verdiğinizin farkına bile varamadan ömrünüzü, arkasına sığındığınız büyük sloganlara ters düşerek geçirirsiniz.

Çünkü ya ırgattan yanasınızdır, ya ağadan. İkisinin ortası yoktur.

Hayat kimden yana olduğunuzun vicdan muhakemesidir aslında. Irgattan yana olduğunuzu sanarken ağanın retoriğiyle konuştuğunuzda demokrasi baltalanır, eşitlik anlayışı körelir, ileri gittiğinizi sanarken geriye düştüğünüzün farkına varamaz olursunuz. Bir bakmışsınız, kelimelerin ışığı davranışlarınızın gölgesinde kalmış. Çünkü aslolan eylemdir, fiildir.

Marks kapitalizmin kendi kendini imha edeceğini söyleyeli 133 yıl geçti. Kapitalizm bir balon gibi şişip patlama noktasına gelse bile, o balon hâlâ/henüz patlamadı. Marks’ın katastrofik çöküş teorisine bir çok itiraz geldi ve Marks’ın kaçınılmaz son olarak gördüğü ‘kendi kendini imha etme’yi, gerçekleşmemiş ve gerçekleşmeyecek bir kehanet gibi gösterdiler. F. Fukuyama başta olmak üzere, elbirliğiyle kapitalizmin insanın özgürleştirdiği, bağımsızlaştırdığı safsatasını yaygınlaştırmayı başardılar. Hafta sonu tatili, çalışma saatlerinin azaltılması, sağlık sigortası gibi lütuflarla işçilerin artık daha refah düzeyde yaşadığına inandırmaya çalıştılar. Büyük Bunalım’dan sonra Keynes politikaları, Bretton Woods derken Batı’nın küçük bir bölümü ihya oldu ve altın çağı yaşamayı başladı; dünyada cenneti gördü kısaca.

Dünya Gelişim Ekonomisi Araştırma Enstitüsü’ne göre, dünya nüfusunun en zengin yüzde 1’lik kesimi, daha fakir olan yüzde 50’nin 2.000 katı kadar zengin. Dünyanın en zengin 20 kişisi en yoksul 1 milyar insanla eşit kaynaklara sahip. Zenginin zengin olduğu için zenginleştiği, fakirin fakir olduğu için fakirleştiği sistemin adı kapitalizm.

 Ücretli köle haline gelen modern insanın trajedisi bununla da bitmiyor sosyal medya araçlarının birer big brother aygıtına dönüştüğü günümüzde hayatının her anının bilgisinin üst yapılarla paylaşıldığı siber çağın da kölesiyiz artık  aşırı şeffaflaşma bu yeni kölelik biçiminin en gizli tezahürü olsa gerek üstelik kendi rızamızla paylaştığımız kişisel bilgiler aleyhimize kullanıldığında kendimizi savunma hakkımız da pek yok açıkçası.

Her birimiz nerede olursak olalım panoptikon’un içindeyiz artık.

Senaryosunu Bertolt Brecht’in yazdığı, Slatan Dudow’un 1932’de filme çektiği ve gösterime girdiği sene sansüre uğrayıp vizyondan kaldırılan Kuhle Wampe ( Almanca boş mide anlamına geliyor) adlı film, sadece işçilerin nasıl sömürüldüğünü anlatmaz, işçilerin mevcut düzene gıklarını çıkarmadan nasıl teslim olduklarını hatta kendilerine nasıl yabancılaştıklarını da tüm çarpıcılığıyla gözler önüne serer. Filmdeki bir işçi kolundaki saati kendi hayatından üstün tutmaktadır mesela.

Nesnelere bağımlılık bugün de tüketici alışkanlılığının, varlığına ‘sürekli bir şeyler satın alarak’ anlam katma içgüdüsünün temelini oluşturan tutkulu eğilimlerin başında geliyor.

Ve ‘daha iyisi, daha güzeli, daha fonksiyoneli’ üretildiği müddetçe satın alma arzusu kamçılanacak. Z. Bauman’ın dediği gibi, arzu arzuyu arzulamaya devam edecek. İhtiyaçların sonsuzluğuna inanan insan sayısı arttığı müddetçe.

Bu türden bir yabancılaşmaya uğrayan insan, J.M.Coetzee’ye göre, dünyanın soyut kurallarla değil, zorunlulukla yönetildiğine inanır. Kuralların değiştirilebileceğine inanmak, sömürü düzenini eşyanın doğası gibi görmemek ve hak bilinci kazanmak gerçekten daha adil, daha refah, daha insani bir yaşamın kapısını açacaktır. 1 Mayıs işte bu mücadelenin adıdır.

Disk’in Türkiye’nin İşçi Sınıfı Gerçeği adlı araştırmasına göre, işçilerin yüzde 66’sının kazancı 2000 TL’den az. Yüzde 54’ü ay sonunu zor getirdiğini ifade etmektedir. OECD ülkelerinde haftalık ortalama çalışma süresi 40,4 iken Türkiye’de 49,3’tür. İşçilerin yüzde 87’si sendikasız. İşçilerin dörtte biri yıllık izin kullanamıyor. İşçiler, cinsiyete ya da etnik kökene dayalı ayrımcılığa maruz kalıyorlar. Kadın işçilerin sadece yüzde 7’si çalıştıklarında firmalarda kreş bulunduğunu belirtmiş. Sağlık ve güvenlik önlemlerinin yetersizliğini dile getiren işçilerin oranı ise yüzde 44.

1 Mayıs, herhangi bir gün değil. İşçinin, emekçinin bayramı. Hayatlarını bir bayram gibi yaşayamayanlar işçilere bu bir günlük bayram bile çok görülüyor.

Belki de, Bulutsuzluk Özlemi’nin o çok eski şarkısındaki gibi, “Hayat hiçbir zaman bayram olmadı/ ya da her nefes alışımız bir bayramdı.”

Yazarın Diğer Yazıları

Soykırım demeniz için daha ne olması gerekiyor?

Soykırımın korkunçluğu sadece özneleri değil onların kimliklerini de yok etmesidir, gelecekleri kadar geçmişlerini de ellerinden almasıdır, yaslarını tutacak kimse bırakmamasıdır

Kamu spotu: LGBTİ+ hakları insan haklarıdır!

"Büyük Aileye" zarar verenler LGBTİ+'lar mı? Ailelere zarar verenler 'küçük çocuğun rızası vardı, bir kereden bir şey olmaz, üvey evlatla nikah olur, çocukken alıp kendilerine uygun eş yapılır vs.' diyenlerdir"

Barış siyaseti, kadınların huzuru ve üvey olmak

Muhalifleri tek tek cezalandırmak, her seçim sonrası şiddette el arttırmak, hak ihlallerini norm haline getirmek suretiyle düşman hukuku uygulayan iktidarın gelecek planlarında telafisi gittikçe zorlaşan bir yıkım stratejisi, tektipleşerek birbirine yabancılaşmış itaatkâr bir halk tahayyülü, bir dahaki seçimde yenilme ihtimaline karşı giderayak cebini iyice doldurma gayreti var