16 Kasım 2010

Bayramlık...

Aslında inanç ve özgürlük konusunu yazmak istiyordum. Üzerinde çok düşünülmesi, empati...

Aslında inanç ve özgürlük konusunu yazmak istiyordum. Üzerinde çok düşünülmesi, empati yeteneğinin sonuna kadar zorlanması gereken o kadar güç ve çetrefilli bir konu ki, kendimi henüz hazır hissetmedim. Şu sıralarda başörtüsü üzerinden sürdürülmekte olan, bütünüyle siyasallaştırılmış kör dövüşü tartışma, konuyu büsbütün çıkmaza sürüklüyor. Çıkmazı aşabilmek için, toplumumuzdaki derin kültür çatışmasının en azından yumuşamasına hizmet edebilecek yeni bir anlayışın doğması gerekiyor. Mesela, ailenin çocuk üzerindeki yetkisinin sınırları, çocukların seçme özgürlüğü ve özgür iradesi, eğitim sistemimiz, bir yandan dini ideoloji, öte yandan egemen ideolojinin özgürlüklerin tahribi ve inşasındaki rolü, her türlü tabiyet ilişkisi, yeniden ve derinlemesine düşünülmeli. Bir bayram gününde, sizin okumaya benim yazmaya gücümüzün ve sabrımızın yetmeyeceği konular bunlar. O zaman, daldan dala atlayan bayramlık bir yazı yazmayı denemeliyim.
***
Önce bayramlarını kutlayarak Sayın Başbakan’a bir hatırlatma; belki gözünden kaçmıştır diye. Çocuk sahibi olmak isteyen bir çift, tüp bebek tedavisi için banka kredisi almış. Tedavi sonucunda çiftin üçüzleri olmuş. Fotoğrafı da vardı gazetelerde, hani nur topu gibi denir ya, öyle güzel üç bebek. Ancak, altı aylık doğan üçüzlerin daha birkaç yıl sürekli tedavi görmeleri gerekiyor, her çocuk gibi iyi beslenme, iyi bakılma, ilerde iyi eğitim görme hakları var. Baba, ayda 650 lira alıyor, kredi borçlarını ödeyememek bir yana, çocuklarını doyuramıyor bile. Aile muradına ermiş ama şimdi hacizle karşı karşıyalar, bebekleriyle birlikte perişan durumdalar.
Bu aile, tam da Başbakan’ın karşısında bir kadın topluluğu gördüğü her yerde, ya da nikâh şahitliği falan yaparken, -tavsiye falan da değil emir tonundan-, üstüne basa basa söylediği “üç çocuk” doğurun fetvasını; büyük güçlükleri de göze alarak harfiyen, hem de bir batında yerine getirmiş. Şimdi Başbakan’a düşüyor gereğini yerine getirmek, ailenin ve üçüzlerin elinden tutmak. Allah rızkını verir, demekle olmuyor bu işler. Ya da acaba Tayyip Erdoğan sadece zenginlere ve de Kürt nüfusu dengelemek için sünni Türklere mi sesleniyor?
***
Yazacaktım, araya gitti. Hayrünnisa Gül’e bir kadın olarak tebrik ve desteğimi ifade edecek, “Lütfen baskılar karşısında gerilemeyin, sözünüzün arkasında durun” diyecektim. O yaştaki çocukların henüz özgür iradeleriyle karar verebilecek durumda olmadıklarından hareketle, Sayın Hayrünnisa Gül ilk öğretimde başörtüsünün serbest olamayacağını dile getirerek, bu kadar tartışmalı ve boğazına kadar siyaset çukuruna batmış bir konuda fikrini söyleme cesaretini gösterdi. Şimdi kimileri heveslenip de, neden aynı görüşleri dile getiren laik kesim kadınlarını tebrik etmiyorsun diye işi mugalataya getirmesin. Beni Hayrünnisa Gül’ün neyi savunduğu değil, AKP’den gelen, AKP’nin adayı Cumhurbaşkanı’nın eşi olarak, onu kendi mahallesinden tepkilerle karşı karşıya bırakabilecek bir görüşü dile getirebilmesi, bu konudaki cesareti ilgilendiriyor. Örneğin Sayın Ahmet Necdet Sezer’in eşi, örtünmenin bir özgürlük sorunu olduğunu ve genç kızlarımızın örtülü oldukları için üniversitelere devam etmelerinin engellenmesinin yanlış bulduğunu söyleseydi, ona da en güçlü destek ve dayanışmamı iletmek isterdim.  Kendi mahallemizde o mahallenin değerlerini, kalıplarını savunmak kolaydır da, karşı mahallenin değerlerini savunmak hem zordur, hem de bedel ödetir. Benim övgüm ve desteğim, tam da bu cesarete işte. İsterdim ki kadın örgütleri; başörtüsü konusunda nerede yer alırlarsa alsınlar, bu düzeyde bir kadının kendi mahallesine rağmen cesaretle fikrini söylediği için Hayrünnisa Hanım’ın arkasında dursunlar, dayanışma göstersinler.
***
Ramazan ya da bizlere öğrettikleri adıyla şeker bayramına diğeceğim yok, ama ben bu kurban bayramını hiç sevmem. İnanç uğruna da olsa, gelenek de olsa kurban etmek demek öldürmek demektir, kan demektir. Tanrının kan istediği, Allahın gazabının ancak kanla dindirileceği fikri, bağışlayan ve esirgeyen Tanrı yerine kan ve şiddete ihtiyacı olan bir Tanrı imajı doğurduğu için anlaşılmaz gelir bana. Kuşkusuz, insan kurban etmekten hayvanın kanını akıtmaya dönüşen bu dinsel pratik, insanlığın evriminde bir ileri adımdır, ama sonunda bir canlının hayatına, açlığını doyurmak ya da kendini korumak için değil, kadim bir inanç uğruna son vermektir. Biliyorum; inananlar, kurban geleneğine bağlı Müslümanlar hak vermeyecekler bana. Biliyorum; inanç alanı aklileştirilemez. Ama son günlerde kaçan kurbanların, hele de o koca koca angusların, ineklerin peşinda koşan, hayvan can korkusu ve dehşet içinde kaçmaya çalışırken ellerinde uyuşturucu iğnelerle, palalarla, ucu demirli sopalarla kovalayan adamları seyrettikçe; Diyanet’in, kurban kesimini çocuklara seyrettirmeyin uyarısına rağmen, küçücük çocuklara, özellikle de oğlanlara kesimi seyrettirmeyi sevabı artırmak sananları gözlemledikçe, inancına uygun olarak sevap işlemek isteyenler açısından bu dinsel “vecibenin” yerine getirilmesinin başka bir yolu yok mu, diye düşünüyorum. 
“Öldürmeyeceksin”, semavi dinlerin tümünün ilk emridir; en az itaat edilmiş olan ama aslında en temel, en önemli emirdir. Öldürmeyeceksin sadece insanı değil bütün canlıları içerir. Bazen, şiddetin ve kanın olağanlaştığı toplumumuzda, kan kültürünün aşılmasında inananlara büyük pay düştüğünü düşünüyorum. 
***
Kan kültürü deyince, yazmadan edemedim. Pek bayramlık konu değil, ama kan kültürünü aklama eğilimimize bir örnek: On iki yaşındaki Uğur Kaymaz’ı Kızıltepe’deki evinin önünde, babasının kamyonunu temizlemeye çalışırken babacığıyla birlikte terörist diye vurarak öldüren polisler beraat ettirildi, haberiniz var mı! İl il, mahkeme mahkeme sürüklenen davada bir cinayet aklandı.  
İsyan ediyorum! Artık kimse yargının tarafsızlığından, bağımsızlığından söz etmesin bana. Yargı  bu kararında da, pek çok benzer kararda olduğu gibi, kan kültüründen kopamadı; kurbandan yana değil cellattan yana oldu. Zaten artık küçücük çocuklarımızın bazen bir şarapnel parçası, bazen talim sırasında atılan bir kurşun, bir el bombası, bazen töre, bazen ihmal, sık sık da vahşet duygularıyla öldürülmelerine öylesine alıştı, kanıksadı ki bu toplum, Uğur Kaymaz’ı hatırlayan bile yok. İdamı geri getirme vaadinin ve seçim kürsülerinden yağlı urgan sallanmasının prim yaptığı, oy getireceğine inanıldığı bir ülke burası: Kan ve kurban ülkesi. 
Bayramlık bir yazı yazmaya oturmuşken, bakın neler yazdım. Belki biraz ötedeki kurban pazarından gelen melemeler, acı sesler; belki de insanın ve bütün canlıların yaşamları nasıl korunabilir kan ve itaat kültüründen gelen bir toplumda sorusuna cevap verememenin çaresizliği... 
Yine de iyi bayramlar. 

Yazarın Diğer Yazıları

Desteğim DEM Parti'ye, oyum İmamoğlu'na

İstanbul Büyük Şehir'de İmamoğlu'na verilmemiş her oy Cumhur İttifakı'na, özünde Erdoğan'a gidecek

Vicdanını yitirmiş dünyanın vicdanını, ahlakını yitirmiş siyasetin ahlakını savunmak 

Ahlakını yitirmiş siyaset ve onun kadroları aşılmadıkça toplumdaki çürümenin önüne geçmek mümkün değil...

CHP, kuş mu deve mi olacağına karar veremezse…

Tek adam rejiminin yol açtığı toplumsal-siyasal çürümeyi engelleyecek, ortak vatanda hak, hukuk, adalet içinde ortak yaşamı sağlayıp ülkeyi yaşanabilir kılacak güçlü ve -sözde değil özde- demokratik bir muhalefete ihtiyaç var. Ana muhalefet partisinin kendini toparlaması ve demokratik güçleri kendi etrafında toplaması (6'lı Masa gibi değil, turnusol kağıdı Kürt meselesi olan gerçek demokratik güçler) bu yüzden önemli