04 Mayıs 2014

Türkiye, Mısır, Ukrayna ve 1 Mayıs

Türkiye’nin hak etmediği bu durumdan tek sorumlu olan iktidar değil, muhalefet iktidarı dengeleyemiyor ve iktidarın kısılamalarını avantaja çevirecek şekilde stratejik muhalefet yapamıyor

AKP hükümeti, bir süredir Gezi’den 1 Mayıs’a kontrol edemediği her türlü toplumsal muhalefete karşı neden bu kadar sert davranıyor? Niçin her ne pahasına olursa olsun ezmeye çalışıyor? Bu konuda en sik ileri sürülen gerekçe şu. En son başbakan ünlü Amerikan televizyoncusu Charlie Rose’a yinelemiş: “Darbe girişimleriyle karşı karşıyayız, Mısır’da Mursi’ye ve Ukrayna’da Yanukoviç’e yapılmaya çalışılan bize de yapılmaya çalışılıyor, aynı yerlerden düğmeye basılıyor, buna izin veremeyiz.” Bu iddia her şeyden önce—hem kendi adına hem de Türkiye için--tam bir skandal ve gaf. Çünkü Başbakan kendini Mursi ve Yanukoviç’le, Türkiye’yi Mısır ve Ukrayna’yla karşılaştırmış, özdeşleştirmiş oluyor.

Yanukoviç boğazına kadar yolsuzluğa batmış bir liderdi ve ülkesini terk etmek zorunda kaldı. Mursi’yse—muhafazakar demokrat olduğunu iddia eden AKP’nin aksine--İslamcı ideolojiyi benimsemiş bir siyasetçi. Erdoğan’ın Mısır’ı ziyareti sırasında laiklik prensibini övmesini büyük öfkeyle karşılamış olan Müslüman Kardeşler hareketinden.  Mursi de Yanukoviç de, (Mısır’da serbest Ukrayna’da tam serbest kabul edilmeyen) seçimlerle iş başına gelmişlerdi. Ama demokratik dünyanın çoğulcu demokrasiyi benimsemediklerinden kuşku duymadığı otoriter, baskıcı liderlerdi. Mısır zaten demokrasi değildi, demokrasiye geçmeye çalışıyordu ve kanlı bir darbeyle daha da geriye gitti. Ukrayna ise seçimlerin serbest ve adil olarak yapılmadığı, özgürlüklerin sürekli ihlal edildiği, uluslar arası kuruluşların demokrasi olarak kabul etmediği,  otoriter rejimle yönetilen bir ülke. NATO üyesi ve AB adayı Türkiye’den çok farklı olarak Ukrayna, Yanukoviç yönetiminde Avrupa demokrasilerine değil Rusya’ya yakın durmaya devam etti. Yanukoviç’in AB’nin önerdiği anlaşmayı imzalamaması ise, Euromaidan (Avrupa Meydanı) protestolarını tetikleyen olay oldu.

Peki hükümet hangi gerekçelerle Türkiye’nin benzer bir hedef ve konumda olduğunu iddia ediyor? Sanırım bu soru özgür basının olduğu herhangi bir ülkede gazetecilerin ilk aklına gelen soru olurdu. Hükümetin kendini ve Türkiye’yi Ukrayna ve Mısır’la aynı kefeye koyması, yakın zamana kadar kendini Müslüman bir ülkede işleyen örnek demokrasi olarak sunmaya çalışmış olan Türkiye’nin dünyadaki imajını tarumar eden büyük bir gaf ve skandal.

Ama tabii asıl büyük sorun bu değil. En önemlisi, hükümetin bu algılamaya—veya mazerete—dayanarak uyguladığı politikalar. Kendi vatandaşlarına layık gördüğü muamele ve hak ihlalleri. Değiştirdiği yasalar, sanki iktidar hiç değişmeyecekmişcesine elinde topladığı yetkiler ve getirdiği yasaklar. Bu politikalar ve eylemler Türkiye’yi büyük bir hızla Mısır ve Ukrayna gibi ülkelerle aynı lige çekiyor. Algılama veya mazereti büyük bir süratle gerçek haline getiriyor. Son olarak Freedom House’un Türkiye basınının statüsünü “yarı-özgür” den “özgür olmayan”a çevirmesi bunun en bariz göstergesi.

Peki bir an için hükümetin iddia ettiği gibi, Gezi’den 1 Mayıs’a toplumsal muhalefet hareketlerinin darbe girişimcilerince pompalandığını, manipüle edildiğini varsayalım.  O zaman hükümetin eylemleri bunlara karşı etkili yöntemler olarak görülebilir mi? 1 Mayıs’ta hükümet Taksim’i ve Kızılay’ı kapatırken Kadıköy Meydanı’nda—seneye izin vermemek üzere--kutlamalara izin verdi.  Kadıköy’de kimsenin burnu kanamadı. Bu, hükümetin iddia ettiği gibi bir manipülasyonun olmadığını, veya eğer devlet gerçekten güvenlik amacıyla hareket ederse bunu engelleyebildiğini gösteriyor. Taksim ve Kızılay’daysa yasak sonucu devlet ve vatandaş karşı karşıya geldi, çatışmalar sonucu kamu malı zarar gördü, yüzlerce vatandaş ve güvenlik görevlisi yaralandı, gaza ve şiddete maruz kaldı, vergi gelirleri ve devletin gücü vatandaşa haddini bildirmek için kullanıldı, Türkiye’nin en büyük iki kentinde seyahat özgürlüğü bu özgürlüğü korumakla yükümlü devlet tarafından askıya alındı, ticaret zarar gördü.

Bu karşılaştırma alınan “önlemlerin” güvenlik amacıyla alındığı iddiasına inanmayı zorlaştırıyor. En azından, “güvenlik önlemleriyle” korunanın ‘halkın güvenliği’ olduğuna.  Çünkü devletin halkla ve özgürlüklerle inatlaşmaya girmediği Kadıköy’de bir olay olmadı. Olaylar devletin güvenlik önlemi adı altında özgürlükleri kısıtladığı Kızılay ve Taksim’de oldu. Zaten son bir seneki toplumsal olaylardaki ölüm ve yaralanmaların çok büyük çoğunluğu vatandaşların birbirine zarar vermesi veya terör eylemleri sonuca ortaya çıkmadı. Polis şiddeti veya polisle vatandaş arasındaki çatışmalardan kaynaklandı. Tabii devlet-vatandaş arasındaki ilişki bir inatlaşmaya ve güç gösterisine dönüştüğü, canlar yanmaya başladığı andan itibaren güvenlik görevlileri de vatandaşla beraber zarar görüyor sıkıntı çekiyor, sorumluluk kararları alan ve polise görev veren yetkililerde ve hükümette.

Türkiye’nin hak etmediği bu durumdan tek sorumlu olan iktidar değil, muhalefet iktidarı dengeleyemiyor ve iktidarın kısılamalarını avantaja çevirecek şekilde stratejik muhalefet yapamıyor. Geçmişten farklı bir demokrasi problemi var. Geçmişte bu tür garabetlerden askeri vesayet, derin devlet, eğitimsiz polis ve otoriter devlet aygıtını kontrol edemeyen zayıf sivil iktidarlar sorumlu tutulurdu. Ordunun siyasete karışmadığı, derin devletle özdeşleşmiş faili meçhul cinayetlerin olmadığı, 12 yıllık iktidarın hiç olmadığı kadar sağlam, polisin mükemmel teçhşizatlı olduğu bugün durum çok farklı. Sorun aşırı bir özgüven ve tehdit şizofrenisi arasında gidip gelen iktidarın aşırı güçlenmesi ve kendini bir muhafazakar halk ihtilaliyle ve devletle özdeş görmeye başlaması.

Eğer Türkiye’nin tümünün kalkınması ve muhafazakar kitlenin dönüşümü anlamında muhafazakar bir halk “ihtilali” varsa bunu halk zaten emeğiyle yapıyor; otoriter ve hesap vermeyen bir iktidarın bunu sahiplenmesi bu ihtilalin çalınmasından başka bir anlama  gelmez. Demokratik muhalefet ise—bu mecrada muhalefete AKP içi muhalefeti de eklemek gerekli—bu süreçte yeterince etkili olamıyor ve iktidarı kontrol edip dengeleyemiyor. Gezi ve diğer protestolarda ortaya çıkan çoğulcu ve demokratik potansiyel siyasi bir tercüman ve temsilci bulamıyor. Bugün bir demokratik düşüş süreci yaşayan Türkiye için çıkış, gerçek  bir iktidar alternatifi yaratan bir muhalefetin oluşmasından ve önümüzdeki iki seçimde sağdyulu deçimler yapmaktan geçiyor. Bu konuda muhalefetin yapabilecekleri ve yapamayacakları konusunda da düşüncelerimi de bir sonraki yazımda tartışacağım.

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Halkın egemenliğini hatırlayıp hatırlattığı gün 31 Mart

Acaba Pazar günkü sonuçlar genel seçimde gerçekleşseydi Cumhurbaşkanı balkon konuşmasında bu kadar kolay sonucu kabul eder ve mazbatayı teslim eder miydi?

Pazar günü neyi seçeceğiz?

Pazar günü 2030’ların Türkiye’sinin siyasal aktörleri de şekillenecek

31 Mart: 2017’nin rövanşı ve 2030’ların kuluçkası

2017’de tüm anti demokratik dezenformasyon koşullarına rağmen halkımızın yüzde 49’a yakını ‘Hayır’ diyebilmişti. İstanbulluların ise yüzde 51.35’i ‘Hayır’ demişti. 31 Mart’ta bu oranın azalmak şöyle dursun, artması gerekir