29 Ocak 2015

Değişik inanç sistemlerinin bir arada yaşaması mümkün mü?

Hiçbir inanç grubu ve dinsizler anlam ve ahlak açısından bir diğerinden daha üstün ya da daha aşağı değiller.

Charlie Hebdo katliamından sonra kaleme aldığım yazıda, bu İslamcı terörün nedenleri, “gerçek İslam” yanılsaması, İslam’ın demokrasi ve sekülarizmle oldukça gergin ilişkisi üzerinde durmuştum.

Bu sefer ise, önceki yazıdan devamla ve olabildiğince basit psikolojik ve sayısal olgulara dayanarak değişik inanç sistemlerinin bir arada yaşayabilme ihtimallerini ve koşullarını tartışmak istiyorum.

 

Tanrılar ve Dinler Neden Var?

 

Bilindiği gibi, insanlık tarihi boyunca bütün insan toplulukları doğa ve ölüm karşısındaki varoluşsal çaresizliklerinden kaynaklanan derin kaygılarını kısmen de olsa telafi edebilecek bir anlamlandırma çerçevesi olarak çeşitli inanç sistemleri geliştirmişlerdir. Güneş, gök, hayvanlar gibi doğa parçalarına tapınma üzerinden başlayan bu inanç sistemleri, giderek çok-tanrılı ve tek-tanrılı dinlere doğru evrilmiştir. Tüm bu inanç sistemlerinin iki temel işlevi olduğu söylenebilir:

1- Hayat, Evren ve Ölüm (ve sonrası) üzerine bir anlam çerçevesi sunmaları ve dolayısıyla bu varoluşsal kaygıları dindirmeleri.

2- Bireysel, ailesel ve toplumsal hayatımızı nasıl yaşayacağımıza dair ahlaki çerçeveyi ve temel bazı pratik kuralları sunmaları.

Bu iki temel işlev, inanç sistemlerinin varlık nedeni olmasına rağmen, bu iki işlevin sadece inanç sistemleri tarafından sağlanabildiğini iddia etmek de mümkün değildir. Her dönemde egemen inanç sistemine inanmayanlar, onun dışında kalanlar olmuştur. Bilimsel gelişimin büyük sıçramalar yaptığı son birkaç yüzyılda herhangi bir tanrıya ve / veya dine inanmayanların sayısında büyük bir artış olmuştur.

 

Dünyadaki İnanç Sistemlerinin Nüfus Dağılımı

 

Dünyanın büyük ve saygın araştırma kuruluşu Pew Research’un 2010 yılında tüm dünyada yaptığı bir araştırmaya göre, 6,9 milyarlık dünya nüfusunun:

  • %32’si (2,2 milyar) Hıristiyan
    • [%50 Katolik, %37 Protestan, %12 Ortodoks, %1 Diğer]

 

  • %23’ü (1,6 milyar) Müslüman
    • [%87-90 Sünni, %10-13 Şii]

 

  • %16’sı (1,1 milyar) herhangi bir dine bağlı değil (“Dinsizler”)
    • [Bu grup ateistleri (Tanrı-tanımayanlar), agnostikleri (tanrının olup olmadığının bilinemeyeceğini düşünenler) ve de tanrı inancı olsa bile herhangi bir dine inanmayanları kapsıyor]

 

  • %15’i (1 milyar) Hindu

 

  • %7’si (0,5 milyar) Budist

 

  • %6’sı ağırlıkla Afrika ve Çin’de geleneksel halk inançlarına bağlı

 

  • %1’i diğer dinlere bağlı

Bu sayılara baktığımızda ne görüyoruz?

Oldukça parçalı bir yapı var. %7’lik görece “küçük” bir dilimi kaplayan Budizm’de bile 500 milyon civarında inanan var. Dolayısıyla her bir inanç grubu yüz milyonları, milyarları içeren çok kalabalık insan grupları demek. Her bir grubun kendi alt-grupları var. Hıristiyanlık’ta ve İslam’da olduğu gibi yüzyıllardır birbirlerinin gözünü oyan, birbirlerine soykırım dâhil her türlü şiddeti uygulayan mezhepsel alt-gruplar bunlar.

Dünya nüfusunun %16’sının dinsiz olduğunu görüyoruz. Dünyadaki yedi kişiden biri herhangi bir dine inanmıyor. Bunların bir kısmı ateist, bir kısmı agnostik, bir kısmı da tanrı veya bir ilahi güce inansa bile bir dine ait saymıyor kendini. [Kimi ülkelerde dinsiz oranları: Çek Cumhuriyeti %76, Estonya %60, Japonya %57, Çin %52, ABD ve Rusya %16].

Burada sayısal ayrıntısına girmeye imkan yok ama, küreselleşme ve göç hareketleri sayesinde inanç sistemi açısından çoğu toplumun eskiye göre daha karışık hale geldiği ve bu gidişle daha da karışacağı görülüyor.

En önemlisi tabii aslında bu sayıların sakladığı başka bir olgu. Örneğin “dünya nüfusunun %23’ü Müslüman ve bunların da %90’ı Sünni” dediğimizde, sanki yekpare bir Sünni blok varmış gibi algılanabiliyor. Oysa Sünnilerin de bin bir türü var ve her türün kendi içinde değişik dindarlık derecelerine sahip insanlar, gruplar var. Her ekip kendi kitabını, birçok faktöre bağlı olarak, kendine göre yorumluyor; başka türlüsü de zaten mümkün değil. “Gerçek İslam” (ya da “gerçek herhangi bir din”) diye bir şey yok. Yine aynı örnekten gidersek, Sünni grup içinde El-Kaide, (IŞ)İD de var, Nakşibendiler de, AKP de, anti-kapitalist İhsan Eliaçık da ya da işin şekli ibadet kısmını daha gevşek bir şekilde uygulayan (ya da hiç takılmayan) sekülerleşmiş ama kendini Sünni Müslüman olarak gören milyonlar da. Böylesi yoğun grup-içi çeşitliliği, bütün dini gruplar ve de dinsizler için de geçerli.

Dünyadaki egemen üretim tarzı olan kapitalizmin yukarıda listesini verdiğim bütün büyük inanç (ve inançsızlık) gruplarıyla gayet rahat ve esnek eklemlenmelere gidebildiğini de belirtmek gerek. Dolayısıyla “maddi hayatın” şu ya da bu dini tasfiye etmesi gibi bir durum da yok.

 

Kim Kime Nasıl Üstün?

 

Bu denli çeşitli inanç sistemleri var ama, Semavi dinlerde çok daha belirgin olmak üzere, her biri de kendisinin mutlak doğru olduğuna inanıyor. Duruma göre (özellikle şu ya da bu nedenle ve gerçeğe ya da hezeyana dayalı olarak tehdit algılandığında) öteki inanç sistemleri düşmanlaşabiliyor. Bir dine aidiyet kişinin varoluş tarzını ciddi derecede etkileyebiliyor. Örneğin, bir tanrının var olduğuna, her şeyi görebildiğine, peygamberler / kitaplar aracılığıyla bir dünya / hayat nizamı emrettiğine, ölüm sonrası cennette ya da cehennemde geçebilecek bir hayat olduğuna inanıyorsunuz ve hayatınızı şu ya da bu derecede bu inançlar çerçevesinde yaşıyorsunuz. Ne kadar fazla dindarsanız hayatınızı o kadar fazla bir şekilde dinin emrettiğini düşündüğünüz çerçeve içinde yaşamaya çalışıyorsunuz; belki bir sürü arzunuzu baskılıyorsunuz; yasak diye birçok şeyden vaz geçiyorsunuz vb.

Anlam / ahlak dünyanızda din bu denli önemliyken, bir de bakıyorsunuz ki, aslında başka dinler de var, dinsizler de var, hatta ateistler de var. Katı / fanatik dindarlar için başka dinlerin ve dinsizlerin olması, yani hayatın başka türlü de yaşanabileceğinin ve anlamlandırılabileceğinin görülmesi müthiş bir varoluşsal kriz anlamına gelmekte. Tek bir atın koştuğunu sandığımız bir yarışta bütün paramızı o ata yatırmışken, birden yarışta başka atların da olduğunu ve bütün paramızı kaybedebileceğimizi idrak etmeye benzer bir durum.

Bu krizi çözmenin birkaç yolu olabilir:

1- “Ötekiler henüz bizim dinimizi bilmiyorlar, bildikçe bize geleceklerdir” veya “Ötekilerin hakikatle bağı olmadığı için zamanla çürüyecekler ve bizim ışığımıza ihtiyaç duyacaklardır” denilebilir. [Tebliğ, misyonerlik, vb.].

2- Baskı ve şiddetle diğer inanç sistemleri üzerinde hâkimiyet kurulmaya çalışılabilir.

3- “Bizim inanç sistemi de birçok sistemden biri; ben benimkinden memnunum ama diğerleri de benimki kadar meşru ve saygındır” denilerek, daha esnek ve yumuşak bir dindarlıkla demokratik ve seküler bir yola girilebilir.

Dünyaya nizam verme iddiası olan Hıristiyanlık ve İslam gibi büyük inanç sistemleri şimdiye kadar daha çok ilk iki yolu kullanmıştır. Yüzyıllar süren sosyo-politik mücadeleler sonucunda Hıristiyanlık üçüncü yolu denemek zorunda bırakılmıştır. İslam ise henüz büyük çoğunluğuyla bu yola girememiş gözükmektedir. Bu noktada İslam’ın ek bir handikapı kendisini “en son ve en mükellef din” olarak görmesidir.

Şimdi bütün bu inanç sistemi çeşitliliğe Tanrı/Din inancının iki temel işlevi üzerinden bakarsak, ortaya çıkan tablo şu:

Bütün inanç sistemleri (ve de dinsizler), kurumsallaşmış ya da kurumsallaşmamış biçimlerde kendilerine göre bir anlam ve ahlak dünyaları geliştirmişler ve de bu dünyaları yavaş bir evrim içinde idame ettirebiliyorlar. Biliyoruz ki hiçbir inanç grubu ve dinsizler anlam ve ahlak açısından bir diğerinden daha üstün ya da daha aşağı değiller. Hiçbir toplum şu ya da bu dine inandığı ya da inanmadığı için, diğer toplumlara göre daha fazla anlam krizi ve buna bağlı daha fazla ıstırap, psikolojik sorun yaşamıyor; yine buna bağlı daha fazla ahlaki düşkünlük, suç eğilimi, yolsuzluk vb. yaşamıyor.

İster psikolojik / psikiyatrik zorluklar üzerinden, ister suç istatistikleri üzerinden, isterseniz de insani / toplumsal gelişmişlik ölçütleri üzerinden bakın, herhangi bir inanç grubunun diğerlerine göre daha üstün olduğunu iddia edebileceği hiçbir kanıta sahip değiliz. “Ama gerçek İslam bu değil” ya da “gerçek Budizm bu değil” gibi karşı çıkışların hiçbir anlamı yok; çünkü ne yapıyorsanız ve başkaları tarafından ne görünüyorsa yaşayan gerçek o; değerlendirilecek olan da o. Başka bir şey yapın, o zaman o değerlendirilsin.

 

Bir arada Yaşamak Mümkün mü?

 

Toparlarsak…

Eğer:

  • Dünya nüfusu çok çeşitli dinlere ve dinsizliğe bölünmüşse

 

  • Her bir din ve dinsizlik ayrıca kendi içinde alabildiğine çok parçalı ise

 

  • Hiçbir dinin ve dinsizliğin anlam / ahlak açısından, hamaset dışında, diğerlerine daha üstün olduğuna dair bir kanıtımız yok ise

Nasıl olacak da dayatma ve baskı olmadan bir arada yaşayabileceğiz? Nasıl olacak da herkes özgürce kendi inancını veya inançsızlığını yaşayabilecek?

Görünen o ki aşağıdaki temel koşullarda anlaşamadığımız sürece, böylesi bir ortak yaşam ihtimalimiz olmayacak ve her zaman baskı, şiddet, katliam, içsavaş riskiyle birlikte yaşamak zorunda kalacağız.

  • Bütün inanç sistemlerinin ve dinsizliğin hukuk sisteminde eşit ve eşdeğer konumda olması; dolayısıyla devletin tüm inanç sistemlerine ve dinsizliğe eşit mesafede durması; hiç birini açık ya da örtük biçimde desteklememesi ya da ayrımcılığa maruz bırakmaması; devletin hukuk ve eğitim gibi temel işlevlerinin tamamen seküler (laik) bir eksende tanımlanması. [Tercümesi: Devletin dini olmaz; tek bir dinin tek bir mezhebine hizmet veren Diyanet İşleri Başkanlığı olamaz; devlet din eğitimi veremez; din kültürü eğitimi verecekse bütün dinlere ve dinsizliğe eşit oranda ve tarafsız bir şekilde vermelidir; hukuk sistemi dinlerden ve dinsizlikten bağımsız ve tarafsız olarak kurulmalıdır; idareciler “ne yani din dersi mecbur olmasın da çocuklarımız tinerci veya ateist mi olsunlar?” diyememelidir].

 

  • Buna karşılık, otoriter laikliğin tersine, devletin yurttaşlarının inanç sistemlerinin gerektirdiği ibadet, uygulama ve eğitimlere, başkalarının hak ve özgürlüklerine zarar vermediği sürece, karışmaması. [Tercümesi: Devlet, yurttaşlarının kılık kıyafetine (başörtüsü, etek boyu, saç sakal tarzı, dövme, vb.), dini ya da din-dışı sembolleri kullanmalarına, özel alanda ne tür din ya da dinsizlik eğitimi alıp almayacağına, nasıl ibadet edip etmeyeceğine, nereleri ibadethane olarak kullanıp kullanmayacağına karışamaz; mesela “İslam’da tek ibadethane camiidir, cemevi ibadethane değildir” diyemez.]

 

  • Bütün yurttaşların istedikleri dini veya dinsiz gruplara girip çıkmakta ya da yeni dini / dinsiz inanç grupları oluşturmakta tamamen özgür olmaları. [Tercümesi: Dinden ya da dinsizlikten çıkanlara herhangi bir yaptırım uygulanması hiçbir şekilde kabul edilemez. “Mevcut dinlerden başka din olamaz, yeni dinler kurulamaz” gibi bir kabul olamaz.]

 

  • Bütün yurttaşların istedikleri dine / dinsizliğe açık çağrı (propaganda) yapma haklarının olması. [Tercümesi: Misyonerlik ve tebliğcilik sadece bizim için değil herkes için tamamen meşrudur; Müslüman dâhil her mahallede salyangoz da her şey de satılabilir.]

 

  • Bütün yurttaşların her tür dini veya dinsiz konumun eleştirisini yapma haklarının olması. [Tercümesi: Her dinin kabulleri ve kutsalları sadece o dine inananları bağlar, o dine inanmayanları hiç bağlamaz. İfade özgürlüğü esastır, eleştirel düşünce kutsal tanımaz, her şey eleştirilebilir.]

 

Bu beş temel nokta üzerinden baktığımızda dünyadaki çok sayıda ülkeyle birlikte Türkiye’nin de hiç parlak durumda olmadığı görülüyor. Demokrasi mücadelesine katkıda bulunan bütün aktörlerin ve hareketlerin önümüzdeki dönemde bu noktaları ve genel olarak sekülarizmin önemini (ve şimdiye kadar geçerli tutulmaya çalışılan otoriter laiklikten farklarını) daha fazla gündemlerine almaları gerekecek.

[email protected]

@PakerMurat

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Travma psikolojisi, travma terapisi

Travmatik olayın en temel etkilerinden biri kişinin sembolizasyon kapasitesine ket vurmasıdır. O anlar için söz yoktur, kurulamaz haldedir.

Darbe Girişimi - 1

Darbe tahayyülü, başka bütün siyasi tahayyüller gibi, belli bir sosyo-politik bağlamda can buluyor. O sosyo-politik bağlam ne denli demokratsa, darbe hayali kurmak o kadar zorlaşıyor

Büyü yapsak Kürt sorunu biter mi?

Değişik tonlarıyla baskı, asimilasyon ve şiddet politikalarının işe yaramadığı açık değil mi?